Marksizmi korumalı mıyız?
Geçen yılın 7 Ekim’inden bu yana Türkiye, haraketli zamanlar yaşıyor. Bir yandan iktidarın muhalefete olan saldırısı gemi azıya alırken, Kürtler cephesinde de önce Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, sonra PKK kongre kararları, silah yakmalar, belli güçleri geri çekmeler, Meclis Komisyonu vb. derken süreç şöyle ya da böyle ilerliyor gibi görünüyor. Nereye varacağı tartışmalı elbette. Söz konusu olan Cumhuriyet tarihinin en riyakâr iktidarı olunca, herkesin bir belleği var ve herkes hem iyimser hem de gerçekçi olmaya çabalıyor. Ben zerre kadar iyimserlik taşımasam da, bir hükmü yok. Hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
Bu arada, başka şeyler de oldu, oluyor. Öcalan’ı iyi tanıyanlar, onun bu tür bir stratejik değişikliği basitçe “eskiden şu yöntemi kullanıyorduk, bundan sonra şu yöntemler ve araçları kullanacağız” cümleleriyle ifade etmesini beklemiyordu. Gerçekten de öyle olmadı. Öcalan, kapsamlı bir teorik çalışma ve ‘yeni paradigma’ metinleriyle ortaya çıktı ve bu arada Marksizme yönelik eleştirilerini, ‘yeni türden bir sosyalizm’, ‘yeni örgütlenme modelleri’ üzerine görüşlerini de iyice netleştirerek ifade etti.
Aslında bu da çok orijinal bir şey değil. Özel olarak bir okuma yapmadım ama başka ülkelerde (Latin Amerika, vb.) silahlı mücadeleyi askıya alarak legal siyaset alanına geçiş yapan örgütler de, herhalde bu yeni süreci tanımlayan, ‘artık’ nasıl bir mücadeleyi hangi araçlar, örgütler, çalışma biçimleriyle yürüteceklerini planlayan belgeler ortaya koymuşlardır. Yani bir yoldan diğerine geçiş yaptığınızda bunu izah eden ve geleceği yönlendiren bir teorik/programatik çerçeve çizersiniz. Doğrudur, yanlıştır, hayata uyar ya da uymaz ama bunu yapmanızda bir beis yok. Öcalan da bunu yapıyor. Bu arada, “vay silahlı mücadeleden nasıl vazgeçtiler” diye feveran etmenin de âlemi yok. İlk kez olmuyor. Reel sosyalizmin çöküşünden sonra burada yargılamak istemediğim ama tartışılır sebep ve gerekçelerle bir dizi örgüt bunu yaptı. İşe o tarafından bakılırsa, Edip Cansever’in ‘masa’ şiirine atıfta bulunarak, PKK’nin yine de ‘iyi dayandığını’ bile söyleyebiliriz.
Öcalan’la ilgili problem sanırım biraz şu. Ağır ve tartışmalı bir cümle kurayım: Öcalan’ın Kürt hareketine yaptığı en büyük kötülük, çok çalışkan bir insan olmasıdır! Son otuz yıla bakınca görülür, legal ya da gerilla alanında kurduğu, sonra dağıtıp değiştirip yeniden şekillendirdiği bir dizi örgütlenme vardır örneğin. Ayrıca yine bu otuz yılda kavramsallaştırdığı bir dizi görüşü öne sürmüş, birçoğumuz öyle düşünmesek de birtakım ‘yeni’ kavram ve ifade biçimlerini ortaya atmıştır. Bu fikir ve kavramlara hareketin adaptasyon süreci ise son derece hızlıdır. “Öcalan’la çıktıkları hiçbir maçı kaybetmediğini” düşünen, 1978, 1984 ve sonraki süreçler hatırlanırsa haklı da olan Kürt hareketi ve genel olarak Kürt kitlesi, çok fazla sendelemeden bu kavramsal çerçevelere hep hızlı uyum sağlamıştır. Ancak bu aşırı çalışkanlık, bir başka açıdan tartışmalıdır. Hatırlıyorum da, Öcalan’ın Sümer Rahip Devleti’nden söz ettiğinde mesela, o günlerde Kürdistan illerinde kitap pazarlaması yapan bir arkadaşım, bu konudaki kitapların ‘yok sattığını’ söylüyordu. Bugün de, birçok insanın, ömürlerinde ilk kez duydukları ‘kastik katil sistemi’ üzerine yazdıklarını okuyoruz. Ve okudukça da aslında Öcalan’ın açtığı çerçeveye özel bir şey eklenmediğini, daha çok açımlama ve tahkimat yapıldığını görüyoruz.
Bütün bunlarda da bir sorun yok aslında. Sosyalist camiada hepimizin değişik yorum ve anlayışları farklı olsa da, mevcuttan bir adım önde giden politik/teorik öncülük/önderlik diye bir realite vardır. Böyle insanlar hep olmuştur ve kavram ortaya atmak, yeni tanımlar yapmak gibi atılımlar gerçekleştirmiştir.
1973 yılıydı sanırım, 16 yaşında filanız, bizim memleketteki küçücük dernek binasına 30’lu yaşlarda Perinçekçi bi abi gelmişti. Laf arasında “Ya Mahir’i boş verin, adam faşizm demiyor, oligarşi diye bir şey icat etmiş” deyince adamı az kaldı döveceğdik. “Demez öyle şey Mahir” diye höykürdüğümü hatırlıyorum. Birkaç ay sonra o zamanlar teksir halinde ortalıkta gezen “Kesintisizler”i okuyunca aklımız suya ermişti. Allah razı olsun, sonraki yıllar boyunca bu kavram hükümetlere, seçimlere takılan dar bakış açılarına alternatif olarak ufkumuzu genişletmiş, arada bazı detayları kaçırmamıza neden olsa da düzen siyasetini anlamakta iyi bir temel oluşturmuştu.
Yani, kavramlar vardır, yeni olurlar, bazen bize çok yeni gibi gelirler. Siyasi hayatta bu tür kavramsallaştırmaları yapan insanlar da vardır. Önce sorgusuz bir güvenimiz vardır, politik pratik vardır çünkü, gözümüz oraya dikilidir, önce söze değil, sözü söyleyene bakarız. Sonra anlamaya, bir yere oturtmaya başlarız ama sonra tartışmaya da başlarız.
Örnek olsun, şimdi geriye dönüp bakınca Mahir’in “Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir” cümlesindeki kaba yaklaşımı görmemek mümkün mü? Böyle mi bakıyoruz devrime? Bir ‘üretim düzeni’ midir istediğimiz? ‘Yukarıdan aşağı’ mı kuracağız onu? vb. vb…
Örnek olsun, yine Mahir’in “Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!” cümlesi ne müthiş, ne hayranlık verici bir cümleydi öyle! Bu düşünme biçimi dilimize pelesenk olmuş ve onca yıl boyunca uluslararası KP merkezlerine angaje olmaktan bizi nasıl da korumuştu! Ama şüphesiz devrimci samimiyetten kaynaklanan bu aşırı alçakgönüllü kavramlaştırmanın bizi sosyalizmin sorunları, sosyalist demokrasi, vb. üzerine düşünmekten alıkoyduğunu nasıl görmezden gelebiliriz?
Şunu anlatmak istiyorum: Adına ‘önder’ ya da ‘lider’ deyin, ne derseniz deyin* politik hayatta böyle aktörler vardır, bu insanlar ortaya o günkü rutini aşan fikirler atarlar, biz onları başlangıçta hayranlıkla (bu basit bir ‘hayranlık’ değildir ama, politik güvenden kaynaklanır) alıp başımızın üstüne koysak da sonradan bakarız, tartışırız. Bütün kavramlar gibi onlar da hayatın sınavından geçerler, zaman zaman değişirler, doğrulanırlar, yanlışlanırlar, vs…
Kürtlerde sürecin pek böyle yürümediğini biliyoruz.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein