Polis kayıtlarındaki ilk Mehmet Akif…
20 Aralık Mehmet Akif Ersoy’un doğum tarihi.
Ama bugün Google’e Mehmet Aif Ersoy yazdığınızda karşınıza ilk çıkan gazetecinin değil. İlk Mehmet Akif’in. Orijinalinin.
Ne kadar tuhaf bir tevafuk.
27 Aralık 1936 da ölüm yıldönümü.
Bazı isimlerin böyle bir kaderi olabiliyor. Her çağda başka bir isimle haklarındaki kanaatler değişiyor. Hatta bazı isimler bu yüzden unutuluyor bile.
Hikayenin sonunu henüz bilmiyoruz. Masumiyet karinesi ilkesi hala çalışıyor.
Ama masumiyeti için bütün hayatı bir karine olan ilk Mehmet Akif’i bu vesileyle bir kere daha hatırlatmakta fayda var.
İlk Mehmet Akif, asla iktidar yandaşı değildi.
Daha 1908’de II. Meşrutiyet’in İlanı’nın ardından yazdığı ve II. Abdülhamit için “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs’e!” dediği “İstibdad” şiirini “Kardeşim Midhat Cemal’e” diyerek yakın dostu Mithat Cemal’e ithaf etmişti.
Bu ithaf sadece bir şairin yakın dostuna yaptığı bir jest değildi.
Mahkeme üyeliğinin ardından noterlik yapmaya başlayan Mithat Cemal, 1906 yılında Yıldız Sarayı’na ulaşan bir jurnal yüzünden evi basılarak tutuklanmıştı.
Suçlama, Mithat Cemal’in bir Namık Kemal kitabının baskı kalıplarını bulundurmasıydı. Bir süre tutuklu yattıktan sonra bırakılmıştı ama uzun süre arkadaşları başka bir jurnale kurban gitmemek için ondan uzak durmuşlardı.
Bu muamele ve yakın çevrenin verdiği bu tepki Akif’in içine o kadar oturmuş olacak ki 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edilince yazdığı şiiri Mithat Cemal’e ithaf etmekle kalmadı, “İstibdad” şiirinin altına “Bir gün evvel” diyerek başka bir şiir daha ekledi.
Şiir, istibdad günlerinde birine selam verdiği için, eşinin mahalleyi inleten bağrışları arasında bir adamın gözaltına alınışını anlatmaktaydı.
Ama sadece Abdülhamit devrinde gözaltına alınmış yakın dostu Mithat Cemal için değil, daha sonra İttihat ve Terakki devrindeki baskılar yüzünden başına iş gelmiş dostları için de o mahalledekiler gibi pencerelerini kapatmamış, dostlarına yardım etmeye çalışmıştı.
23 Temmuz 1908’den dört gün sonra Rasathane müdürü Fatin Hoca tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydedilirken “Onların her dediğine değil, cemiyetin makul olan dediklerini” yapacağına yemin etmişti. İttihat ve Terakki döneminde hem milletçilikle hem Batıcılıkla mücadele etti ama İttihatçılar isyan hazırlıklarına girişen Arapları ikna etmesi için Hicaz’a, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İslam dünyasını cihada davet etmek için Berlin’e gönderildiğinde bir vatansever olarak tereddütsüz gitti.
İstanbul işgal edilince, İttihatçılara kızıp Mustafa Kemal’in ismen davetiyle oğluyla birlikte Milli Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçip, halkı savaşa çağıran vaazlar, hutbeler verdi.
Çok iyi bir entelektüeldi. Arkadaşlarıyla buluşup Fransız romanları okuyorlardı.
1903 yılında siyasetle uğraşmanın tehlikeli olduğu yıllarda her hafta önce Çarşamba, sonra Cuma günleri arkadaş grubuyla bir araya geliyor ve Fransız edebiyatının en seçkin örneklerini Fransızca orijinallerinden okuyorlardı.
Akif, o yıllarda Arapça ve Fransızca’ya olan hakimiyeti ve çevirileriyle de ünlenmişti. Hugo’dan Daudet’e, Dumas’tan Zola’ya uzanan bu okumalarda Akif’in favorisi Emile Zola’ydı.
Romanlarındaki müstehcenlik yüzünden Zola okunmasını eleştirenlere karşı da “ahlaksızlığı böyle göstererek aslında ahlaka hizmet ettiğini” söyleyecek kadar açık ve rahattı.
Bu rahatlıkla o yıllarda İstanbul’a gelmiş bir Rus Yahudisi ressam olan Feldman’a Çamlıca’daki bir köşkte poz verip, fessiz bir portresini yaptırmıştı.
İslamiyet ile ilgili fikirlerini ise bugünlerde dillendirmek bile cesaret isterdi.
Ama riyakar değildi, takiyye yapmıyordu. Bu görüşlerini gazetelerde, dergilerde açıkça yazıyordu.
110 yıl önce bir Ramazan ayında devrin İslamcı gazetesi Sırat-ı Müstakim’deki Hasbıhal köşesinde yolda yürürken önüne çıkan bir türbe üzerine yazmıştı:
“Üç gün evvel, Beyazıt’tan Fatih’e doğru gidiyordum… Kendimi sol tarafa atıp arabalardan kurtulmak istedim. Göğsüm Osman Baba türbesinin parmaklıklarına çarptı. Fena halde canım yandı. O acının tesiriyle “yol ortasında mezar olur mu, bu ne maskaralık” demiş bulundum. Vay efendim derhal sağdan soldan itiraz sesleri yükselmeye başladı. Garibi neresi, işin içine yine şeriat bahsi karıştırdık. “Zavallı şeriat! Kimlerin elinde, hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar şeriatı üzerimize çökmüş bir kabus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kalabalık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış, gelip geçen dirilerin hayatı üzerinde adeta tasarruf ediyor. Yahu şu mezarı kaldıralım desen derhal kıyametler kopuyor, şeriatın müsaadesi yoktur ne yapıyorsun deniyor.”
Yine aynı yıllarda İstanbul’da patlak veren kolera salgını için bir okurunun eski zamanlardaki gibi para ile hafızlar tutulup, İstanbul’un etrafında hatim indirilmesi teklifine yine Sırat-ı Müstakim gibi bir gazetede şöyle itiraz etmişti:
“Evet böyle bir eski usul vardı, lakin hiçbir vakit dindarane değildi. Hükümet-i sabıka (II. Abdülhamit ve istibdat hükümeti) mevkiini tahkim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sari hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olmayacağını pekala bilirdi. Yıldız’da yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein