Son Filistin-İsrâil çatışmaları, birçok kişinin zihninde bazı şüpheler uyandırdı. Bu şüpheler, Kur’ân-ı Kerîm'in İsra Sûresi'nde yer alan, “Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl, zâil olmaya mahkûmdur” gibi âyetlerden ilhâmla bir hüküm olarak ortaya konulan Arapça ifâde edilen “El hakku ya'lu vela yu'la aleyh” – yâni “Hak üstündür ve onun üstünde hiçbir şey yoktur” hakikatinden yola çıkarak, insânlar doğal bir soru sordular:

“Evet İslâm haktır, ama nasıl oluyor da bâzen bir kâfir, bir Müslümâna gâlip geliyor? Neden bâzen bâtıl, hakka üstün geliyor?”

Bu sorunun cevâbı, dört ana noktada toplanabilir:

Birinci Nokta: “Vâsıta” yâni kullanılan araçlar.

İdeal olarak, hakkın kullandığı tüm araçların da hak olması gerekiyor, ancak bu her zamân mümkün olmuyor. Bâzen, kâfirin elindeki hak bir araç, Müslümân'ın elindeki bâtıl bir araca üstün geliyor ve böylece kâfir, Müslümân'a gâlip geliyor.

Bu durumu bir örnekle açıklayalım: Diyelim ki, Hans adında kâfir veya bâtıl bir dine mensûp biri usta bir şofördür. Hans'ın altında, yâni kullanımında, bir yarış arabası varken, bir Müslümân'ın altında ise daha mütevâzı bir araç, örneğin bir Murat 124 bulunsun. İstanbul'dan Konya'ya yapılacak bir yarışta, Hans'ın yarış arabası nedeniyle kazanma ihtimâli yüksektir.

Bu durumda, yarışı kazanan Hans mıdır, yoksa onun altındaki yarış arabası mıdır? Müslümân'ın yenilgisinin sebebi, Müslümân olması mıdır, yoksa kullandığı aracın nitelikleri midir? Eğer araçlar değiştirilse, durum da tersine dönebilir. Yâni, güçlü bir araçla yarışan Müslümân, zayıf bir araçla yarışan Hans'a gâlip gelebilir. Burada dikkât çeken nokta, Hans'ın dinsiz veya bâtıl inançları nedeniyle değil, kullandığı vâsıtanın gücü nedeniyle kazanmasıdır.

Sonuçta hak yine gâlip gelmiştir: Hans hak olanı yapmış ve gâlip gelmiştir.

Müslümân çalışmalı ve hak olan araçları elde etmelidir ki gâlip gelsin. Kim çalışırsa ona çalıştığının karşılığı verilir. Allâh’ın “Âdil” isminin gereği de bunu gerektirir.

İkinci Nokta: Vasıf ve nitelik.

Bir Müslümânın her vasfı ve niteliği, İslâmi öğretilere uygun, yâni hak olmalıdır. Ancak, gerçek hayatta bu durum her zamân böyle olmuyor. Aynı şekilde, bir kâfirin tüm vasıfları ve nitelikleri, kendi inanç sistemi içinde geliştirilmiş olmalıdır, fakat bu da her zamân mümkün olmuyor. Böylece, kâfirin elinde bulunan hak bir vasıf, Müslümânın elindeki bâtıl bir vasfa üstün gelerek, kâfirin Müslümâna gâlip gelmesine neden olabiliyor.

Bu durumu daha anlaşılır kılmak için, önceki örneğimizdeki yarışı tekrar ele alalım: Hans, dünyâ çapında tanınmış, usta bir şoför olmak için yoğun bir şekilde çalışmış ve bu niteliği kazanmıştır. Öte yandan, Müslümân sürücü tembel davranmış, iyi bir sürücü olma konusunda gerekli çabayı göstermemiş, hatta aracını zorla çalıştırıp, yolda güçlükle ilerletmiştir. Bu iki sürücünün altındaki araçlar eşit olsa bile, Hans'ın kazanması muhtemeldir. Çünkü o, usta bir sürücü olmak için çaba göstermiştir. Müslümân ise iyi bir sürücü olma yolunda yetersiz kalmıştır. Dolayısıyla, burada Hans'ın dinsizliği veya bâtıl inançları değil, onun kazandığı nitelikler gâlip gelir. Müslümân'ın yenilgisi ise, İslâmiyet'e sâhip olmasına rağmen, gerekli nitelikleri kazanmada başarısız olmasından kaynaklanır. Yâni burada, niteliklerin önemi öne çıkıyor.

Dolayısıyla yine hak kazanmıştır: Yâni Hans hakkın gereğini yerine getirmiş, çalışmış ve üstünlüğü elde etmek için gerekenleri hakkıyla yerine getirerek yeterli bir vasfa sâhip olmuştur. Bu yeterli vasıf da onu gâlip kılmıştır.

Üçüncü nokta: Allâh'ın iki temel kanûnunu vardır: İrâde ve Kelâm.

İlk olarak, Cenâb-ı Hakk’ın 'irâde' sıfatından gelen kanûnlarına bakalım. Bu, Allâh’ın kâinatta belirlediği kanûnlardır. Bu kanûnlara uymanın veya uymamanın sonuçları peşindir. Örneğin, zehir içildiğinde ölüm kaçınılmazdır, çünkü Allâh böyle bir kanûn koymuştur. Panzehir içilirse şifa bulunur. Çok çalışan servet kazanırken, tembellik sefalet getirir.

İkinci olarak, 'kelâm' sıfatından gelen Kur’ân-ı Kerîm'deki kurallar. Kur’ân'ın emir ve yasaklarına uymanın sonuçları daha çok âhirete odaklıdır. Namaz kılan bir insânın mükâfâtı, öncelikle âhirette görülür, dünyâdaki etkileri ikincildir.

Bu iki kanûna uyum, hakikatin ta kendisidir. Çünkü bu kanûnlar, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarından gelir. Bir Müslümân Kur’ân'a uygun hareket ediyorsa, ödülünü mutlaka alır. Bir kâfir de Allâh’ın irâde sıfatından gelen kanûnlara uyuyorsa, o da hak ettiği ödülü alır. Örneğin, bir kâfir Allâh’ın kâinattaki kanûnlarına uygun hareket eder ve bir Müslümân etmezse, kâfirin bu uyumu onu Müslümân üzerinde gâlip kılar.

Bu üçüncü noktayı daha iyi anlamak için örneklerle açıklayalım:

Önce, Allâh’ın 'irâde' sıfatına göre hareket etmeyi örneklendirelim: İstanbul'dan Konya'ya giden Hans ve bir Müslümân yarışıyorlar. Araçları ve vasıfları eşit ancak Hans, Allâh’ın kâinata koyduğu fiziksel kanûnları daha iyi biliyor. Virajları, hava koşullarını ve yolu daha iyi okuyor. Müslümân ise bu konularda eksik kalıyor. Hans, bu kanûnlara uygun hareket ettiği için gâlip gelirken, Müslümân eksik bilgisi sebebiyle yenik düşer.

“Kelâm” sıfatına göre hareket etmeyi örneklendirecek olursak: Hans, yoldaki trafik işâretlerini okuyup onlara uyuyor. Böylece, bilinçsizce de olsa Kur’ân'ın emrettiği düzenli ve disiplinli davranışı sergiliyor. Müslümân ise trafik levhalarını okumaz ve onlara uymazsa, yenilgiye uğrar. Sonuç olarak, Hans'ın gâlibiyeti, doğrudan inancından değil, sâhip olduğu bilgi ve uygulamaların neticesindedir.

Dördüncü nokta: Hakikatin zayıflığı ve güçlendirilmesi gerekliliği.

Zamân zamân, hak, zayıf ellerde kalabiliyor veya güçsüzleşebiliyor. Bu durum, hakikatin bir pırlanta gibi değerli olmasına rağmen yenik duruma düşmesine yol açıyor. Bu nedenle, hakikatin güçlendirilmesi, izâh edilmesi ve ispâtlanması gerekiyor. Böylece, zayıf durumda olan hak, bâtıl karşısında gâlip gelebilir.

Cenâb-ı Hak, musibetleri ve belâları bâzen bir imtihân olarak gönderir. Bu imtihânlar, bâtılı hakka karşı musallat eder; böylece hak, 24 ayar külçe altın gibi saf ve arınmış bir şekilde ortaya çıkar. Allâh, hakikatin ortaya çıkması için ne kadar zorluk gerekiyorsa, o kadarını hakka musallat ediyor. Bu bağlamda, bâtılın hakka geçici olarak gâlip gelmesi, dolaylı bir süreçtir ve bu süreç, hakikatin sonunda daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmasını sağlar. Bu, bâtılın bizzâtihi hakka gâlip gelmesi değil, bilvâsıta bir sürecin parçasıdır.

İslâmiyet çok yüksek hakikatlere sâhiptir. Fakat işte böylesi; vasfı, kullandığı araçları, kanûn ve kurallara uygun hareket edip etmeme sayesinde zayıf olan insânların elinde kalmış. Burada Müslümânlar yenik düşünce elindeki hakikat da İslâmiyet de yenik duruma düşmüş olur. Hakkın uyanması lâzım, elini güçlendirmesi lâzım. Cenâb-ı Hak bâtılı hakka musallat ediyor, başının belâsı yapıyor. Bu durum, onların uyanıp o hakka işte bu vâsıtaları, bu vasıfları, bu kanûnları nazara alarak hareket etmelerini sağlıyor. Ne kadar ihtiyâç varsa o nispette bâtıl hakka musallat oluyor.

Tüm bu noktalardan: Hakikatin araçları ve yöntemleri doğru kullanıldığında nasıl üstün gelebileceğini; sâdece inanca sâhip olmanın yeterli olmadığı, aynı zamânda gerekli beceri ve niteliklere sâhip olmanın da gerektiği; Müslümânların sâdece dini öğretilere değil, aynı zamânda Allâh'ın kâinattaki fiziksel ve ahlâkî kanûnlarına da uymaları gerektiğini; zorlukların ve imtihânların, hakikatin daha saf ve güçlü bir şekilde ortaya çıkması için gerekli olduğu derslerini almaktayız.

Bu dersler, İslâm'ın sâdece bir inanç sistemi değil, aynı zamânda pratik bir yaşam biçimi olduğunu gösteriyor. İnanç, kişisel gelişim, toplumsal etkileşim ve doğal dünyânın anlaşılması üzerine kapsamlı bir bakış açısı sunuyor. Müslümânların, inançlarını günlük yaşamlarında nasıl uygulayacaklarını, zorluklar karşısında nasıl sabırlı ve kararlı olacaklarını ve hem dinî hem de dünyevî kanûnlara nasıl uyacaklarını anlamaları gerekiyor. Bu hem bireysel hem de toplumsal düzeyde başarı ve huzura giden yolu gösteriyor.

Sonuç olarak, Filistin-İsrâil çatışmasının çözümü, sâdece siyâsî ve diplomatik müzâkerelerle değil, aynı zamânda her iki tarafın ve Müslümânların kendi içsel hakikatlerini güçlendirme, geliştirme ve bu hakikatleri daha etkili bir şekilde ifâde etme çabalarıyla da yakından ilişkilidir. İki tarafın da Allâh’ın irâde ve kelâm kanûnlarına olan uyumları, çatışmanın sonucunda belirleyici bir rol oynayacaktır.

Bu, sâdece Filistin ve İsrâil için değil, tüm dünyâ için ibretlik bir ders sunmaktadır: Hakikat ve adâletin korunması ve savunulması, sürekli bir çaba, uyanıklık ve etkili bir ifâde biçimi gerektirir.

DÜNYALARI DEĞİŞTİREN İNSANLAR, DÜNYALARIN DEĞİŞTİREMEYECEĞİ İNSANLAR OLMAK ZORUNDADIRLAR.

"Bu köşe yazısı, sayın Kenan Demirtaş'ın “İrfan Kütüphanesi” adlı Facebook videosundan esinlenerek hazırlanmıştır."

QOSHE - İslâm'ın Gözünden Hak ve Bâtıl: Filistin-İsrâil Çatışmasının Derinlikleri - Salahattin Altundağ
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İslâm'ın Gözünden Hak ve Bâtıl: Filistin-İsrâil Çatışmasının Derinlikleri

4 0
20.11.2023

Son Filistin-İsrâil çatışmaları, birçok kişinin zihninde bazı şüpheler uyandırdı. Bu şüpheler, Kur’ân-ı Kerîm'in İsra Sûresi'nde yer alan, “Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl, zâil olmaya mahkûmdur” gibi âyetlerden ilhâmla bir hüküm olarak ortaya konulan Arapça ifâde edilen “El hakku ya'lu vela yu'la aleyh” – yâni “Hak üstündür ve onun üstünde hiçbir şey yoktur” hakikatinden yola çıkarak, insânlar doğal bir soru sordular:

“Evet İslâm haktır, ama nasıl oluyor da bâzen bir kâfir, bir Müslümâna gâlip geliyor? Neden bâzen bâtıl, hakka üstün geliyor?”

Bu sorunun cevâbı, dört ana noktada toplanabilir:

Birinci Nokta: “Vâsıta” yâni kullanılan araçlar.

İdeal olarak, hakkın kullandığı tüm araçların da hak olması gerekiyor, ancak bu her zamân mümkün olmuyor. Bâzen, kâfirin elindeki hak bir araç, Müslümân'ın elindeki bâtıl bir araca üstün geliyor ve böylece kâfir, Müslümân'a gâlip geliyor.

Bu durumu bir örnekle açıklayalım: Diyelim ki, Hans adında kâfir veya bâtıl bir dine mensûp biri usta bir şofördür. Hans'ın altında, yâni kullanımında, bir yarış arabası varken, bir Müslümân'ın altında ise daha mütevâzı bir araç, örneğin bir Murat 124 bulunsun. İstanbul'dan Konya'ya yapılacak bir yarışta, Hans'ın yarış arabası nedeniyle kazanma ihtimâli yüksektir.

Bu durumda, yarışı kazanan Hans mıdır, yoksa onun altındaki yarış arabası mıdır? Müslümân'ın yenilgisinin sebebi, Müslümân olması mıdır, yoksa kullandığı aracın nitelikleri midir? Eğer araçlar değiştirilse, durum da tersine dönebilir. Yâni, güçlü bir araçla yarışan Müslümân, zayıf bir araçla yarışan Hans'a gâlip gelebilir. Burada dikkât çeken nokta, Hans'ın dinsiz veya bâtıl inançları nedeniyle değil, kullandığı vâsıtanın gücü nedeniyle kazanmasıdır.

Sonuçta hak yine gâlip gelmiştir: Hans hak olanı yapmış ve gâlip gelmiştir.

Müslümân çalışmalı ve hak olan araçları elde etmelidir ki gâlip gelsin. Kim çalışırsa ona çalıştığının karşılığı verilir. Allâh’ın “Âdil” isminin gereği de bunu gerektirir.

İkinci Nokta: Vasıf ve nitelik.

Bir Müslümânın her vasfı ve niteliği, İslâmi öğretilere uygun, yâni hak olmalıdır. Ancak, gerçek hayatta bu durum her zamân böyle olmuyor. Aynı şekilde, bir kâfirin tüm vasıfları ve nitelikleri, kendi inanç sistemi içinde geliştirilmiş olmalıdır, fakat bu da her zamân mümkün olmuyor. Böylece, kâfirin elinde bulunan hak bir vasıf, Müslümânın elindeki bâtıl bir vasfa üstün gelerek, kâfirin Müslümâna gâlip gelmesine neden olabiliyor.

Bu durumu daha anlaşılır kılmak için, önceki örneğimizdeki yarışı tekrar ele alalım: Hans, dünyâ çapında tanınmış, usta bir şoför olmak için yoğun bir şekilde çalışmış ve bu niteliği kazanmıştır. Öte yandan, Müslümân sürücü tembel davranmış, iyi bir sürücü olma konusunda gerekli çabayı göstermemiş, hatta aracını zorla çalıştırıp, yolda güçlükle ilerletmiştir. Bu iki sürücünün altındaki araçlar eşit olsa bile, Hans'ın kazanması muhtemeldir. Çünkü o, usta bir........

© Risale Haber


Get it on Google Play