KÜLTÜR

İlkçağlardan günümüze su, bir meta ve ekonomik güç kaynağı olmanın yanı sıra birçok toplum tarafından kutsanmıştır da. Bu yönüyle tarih birbirinden iddialı su yönetim projeleri ve hidrolik mühendisliği örnekleriyle doludur.

Geçmişi Su Üzerinden Okumak

Suyla geçmişe doğru yol almak aynı zamanda geçmişe bir medeniyet yolculuğudur. Su ile birlikte insanlığın ve dahi doğanın da geçmiş tarihini okursunuz böylece. Çünkü “İlk devletler nehir boylarında kurulmuş, ilk yazı bu devletlerde ortaya çıkmış ve ilk yazılı belgelere buralarda rastlanılmıştır”. (1)

Bir nevi “…kültürel alışkanlıkların izini sürmek” gibidir suyla yolculuğa çıkmak.

Tabii bu iz sürmeyle birlikte suyun iktidarlarla ilişkisinden tutun da hidrolik mühendisliğine, sağlıktan sanatla olan ilişkisine varıncaya dek insanlık vadisinde soluklanıyorsunuz.

Geçmişten günümüze insanlığın gerçekleştirmiş olduğu Neolotik Devrim’den Sanayi Devrimi’ne, oradan da Dijital Devrim’e varıncaya kadar birçok devrimden bahsedilir de suyun direkt veya dolaylı olarak yol açtığı devrimlerden pek bahsedilmez. Yoksa yaşanmadı mı böyle bir devrim? Bunun için biraz da teknik bir konu olan hidrolik mühendisliğinin izini sürmek gerekir. Tabii burada hidrolik mühendisliğinin sosyal yansımaları önemli oluyor haliyle. Kadim uygarlıkların ortaya çıkışını, yükselişini ve nihayetinde batışlarındaki sebepleri biraz da bu gözle irdelemek lazım. Bunun için de yapılması gereken tek şey; antik dünyada uzun bir su yolculuğuna çıkmak olacaktır. Çünkü suyun tarihine yolculuk aynı zamanda insanlık tarihinin izini sürmektir. Bu çerçevede İsviçre kökenli mimar ve öğretim üyesi Jean Robert, Suyun Ekonomi- Politiğini irdelerken şu satırların altını çizmiştir: “Suyun tarihinden söz etmek, yerleşimin tarihinden söz etmektir. Yaşanacak yerlerin hayal edilmesi de suyun hayal edilmesinden farklı değildir. Birçok kültür yaşanacak bir yer ararken toprak ve suyun, hava ve suyun, nem ve kuruluğun ya da ısının durumunu göz önüne almıştır.” (2)

İnsanlığın ilk neşet ettiği Mezopotamya topraklarında geçmişe yapılan böylesi yolcuklarda suyun toplum üzerindeki izlerine rastlamak mümkün… Mesela Levant bölgesi bu yönüyle incelemeye değer bir yerdir. Aynı şekilde Göbeklitepe önümüzde yakın bir kanıt olarak duruyor. Benzer şekilde Eriha, Ohalo, Kudüs, Beyda, Aynu Melllaha, Cave, bunlardan birkaçıdır. İşin doğrusu, Petra bu yönüyle başlı başına bir inceleme konusudur.

Bu ve benzeri yerleşim bölgelerinde muhtemelen tarıma geçişle birlikte suya ihtiyaç artmış ve bununla ilgili su mühendisliği devreye girmiştir. Bu bölgelerde yer alan su yapılarında bu konuda fevkalade bir deneyim yer alıyor. Mesela bugün Ürdün’ün güneyinde, Suudi Arabistan’ın sınırında yer alan el-Cefr çöküntüsünde dünyanın bilinen ilk barajının yapıldığı ile ilgili kalıntılara rastlıyoruz. Yine aynı şekilde Kıbrıs adasında da -ki o zamanlar muhtemelen ada değildi- Neolitik Çağ’a ait ilk kuyulara rastlıyoruz.

Yakın zamanda (Ekim 2020) Hatay’da ortaya çıkan arkeolojik bulgular, Hatay’da yaklaşık 4.500 ila 3.000 yıl önce yaşanan iklimsel değişime nasıl direnildiğini açıkça ortaya koyuyor:

“Bulgular, kuraklığın harap ettiği bir bölge manzarası göstermiyor. Aksine Tayinat’ın Demir Çağı, iklimsel stres döneminde ciddi boyuttaki toplumsal direnci temsil ediyor.” (3)

Avrupa’da Suyun Kullanım Tarihçesi

Bir zamanlar özellikle Avrupa’da pisliklerin (çöp, lağım…) kokusu ölülerin kokusuna karışmış ve bir hayli toplumsal soruna yol açmıştır. Ne evlerde ne de sokaklarda temizlik vardı. Bırakın tuvaleti, evlerde lazımlık bile büyük bir lükstü ve sadece kraliyet saraylarında bulunurdu. Vücut temizliği neredeyse hiç yoktu. Avrupa’da vücut temizliğinin gerekliliği ancak 18’inci yüzyılda keşfedilmeye başlanır. O da çıplak vücudu ıslak süngerle silme şeklindedir. Bunu da sadece kadınlar yapardı. Çünkü kadın demek çıplak vücut demekti o dönem için. Düzenli bir şekilde ve bol suyla yıkanma 19’uncu yüzyılda yerleşir ancak. Önce evlerde lazımlık olarak yerleşmeye başlayan tuvalet ise daha sonraları yaygınlaşmaya başlar. Nedense Avrupa’da tuvaletler hâlâ susuzdur (!)…

Bu süre zarfında şehirde dışkının meydana getirdiği pis kokuya bir de insan vücudunun kokusunun etki ettiği görülür. Bu arada iç çamaşır, kokuyu gidermek amacıyla keşfedilir ve onu da sadece zengin tabaka kullanmaya başlar. Pislikten hastalıklar peyda olmaya başlar ve bunun üzerine çarşaf ve yatak temizliğine -o da sadece hastanelerde- dikkat edilmeye başlanır.

Bu arada Avrupa’da koku öyle bir hal almaya başlar ki insanlar artık vücut kokularına göre sınıflandırılır hale gelir. Yoksulların farklı, varsılların farklı kokusu vardır. Aynı şekilde subaylar, misyonerler, zenciler, yerliler, yabancılar… kokularına göre ayırt edilmeye başlanır. Yaşayanlarıyla birlikte her şehrin kendine özgü kokuları oluşmaya başlamıştır böylece. İş öyle bir noktaya gelmiş ki kent kokusu ile ilgili felsefi akımlar bile türemiştir.

Buna karşılık Doğu’da suyun bir temizlik maddesi olduğundan yola çıkılarak gelişen kişisel ve toplumsal temizlik olgusu çok eskilere dayanır. Mesela Doğu’da henüz 13’üncü yüzyılda İbnu’n Nefis’in (Ö: 687/1288) Küçük Kan Dolaşımı örneğinden yola çıkılarak geliştirilen şehirde su dolaşımı ve dolayısı ile temizliğe etkisi Batı’da ancak dört asır sonra William Harvey (1578-1657) tarafından gündeme getirilmiş ve sonraki yıllarda Batı kentlerinde temizlik amacıyla su dolaşımı yerleşmeye başlamıştır.

Avrupa bu kokulardan kurtulmanın yolunu suda buldu hiç şüphesiz. Ivan Illich’in ifadesiyle, Avrupa’da “…su bundan böyle ‘kokan şey’in temizleme aracı” oldu. Devamla der ki Ivan Illich; “Tarih boyunca suyun tene değme dereceleri bir uygarlıktan diğerine farklılıklar gösterir. 1930 yıllarına değin, Fransa ve İngiltere’nin birçok bölgesinde küçükler asla yıkanmazlardı; anneleri onları tükürükle ıslatılmış bir mendilin kenarıyla silerdi. Birçok yerde, insanların yarısından çoğu yaşamları boyunca banyo yapmamışlardır. Doğduklarında ve ölümlerinden sonra yıkarlardı onları.’ (4-7)

Öyle ki Avrupa’da sabun ancak 19’uncu yüzyılda vücut temizliğinde kullanılır olmuştur. O zamana değin sabun evlerde bir güzellik ürünüydü sadece.

İşin doğrusu suyun bedensel temizlikte kullanılmaya başlanmasıyla şehirlerin temizliği birbiriyle paralel bir seyir takip etmiştir. Konuyu daha da genelleştirerek diyebiliriz ki birey ve toplumların suya atfettikleri önem derecesi ve su ile ilgili gerçekleştirdikleri teknolojik gelişim aynı zamanda uygarlıklarının da gelişimi olmuştur. Nitekim su ile ilgili araştırmalarıyla tanıdığımız Zekai Şen, “Su ile ilgili bilgi ve teknolojilerin gelişmesine paralel olarak medeniyetlerin (de) geliştiklerini söyleyebiliriz” (5-8) tespitinde bulunur.

Nihayetinde beden temizliği de şehir temizlik ve gelişiminin bir cüzüdür ve şehirle benzer fonksiyoneller içerir. Çünkü şehir bir bakıma insan bedeni gibidir ve kan dolaşımında olduğu gibi su borularından oluşan ağ sistemi ile ayaktadır. Geçmişten günümüze küçük ve büyük kan dolaşımı şehirdeki temiz suların gelmesi ve kirlenmiş suların uzaklaştırılmasına bir model olmuştur adeta ve bu model her geçen yüzyıl gelişerek devam etmiştir.

Sümerlerin Yükseliş ve Çöküşünde Su

M.Ö. 5000-1600 yıllarında yaşamış Sümer Uygarlığı’nın yükseliş ve çöküşünde suyun önemli etken olduğunu gözlemliyoruz. Arkeolojik kazılar bu durumu açıkça ortaya koyuyor aslında:“…Sümer Uygarlığının yükselişiyle ilgili olarak, tarım fazlasının getirisini artırmak için su ve ticareti güçlendirecek bağlantılar sağladığından kanallar inşa edilmesi ve tarımsal sulama önemli rol oynamış olabilir. Sümer Uygarlığının çöküşündeyse aşırı sulama nedeniyle tarlaların içinde sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum ve klorinli kimyasal bileşiklerin yer aldığı tuzlarla kontamine olmasının rolü olduğu anlaşılıyor.” (6)

Öyle ki Babillerde su, tarihte yazılı ilk kanun hazırlayıcı olarak bilinen Hammurabi Kanunları’nda yer alacak kadar önemli bir hal almıştır. Hammurabi Kanunları’nın 53’üncü maddesi suyla ilgilidir ve şöyle der: “Biri barajını gereği gibi koruyamayacak kadar tembel olursa, gereği gibi koruyamazsa, barajı yıkılır ve tarlalar sel altında kalırsa, barajı yıkılan kişi para karşılığı satılacak, bu para mahvına sebep olduğu mısırların tazminatı olarak kullanılacaktır.”

İlginçtir ki bu dönemde suyun savaş silahı olarak da kullanıldığını görüyoruz. Yine Babil Kralı abi-Eshuh düşman kuvvetlerin hamlesine karşı Dicle Nehri’nin sularını üzerlerine salmış ve sonuçta çevredeki bütün tarlalar su altında kalmıştır. Böylece düşman kuvvetleri hamlesinin durdurulmasında başarılı olunmuştur. Bundan dolayıdır ki Aristo; “… şehirlerin savaşta güvenli olması için sarnıçlara ihtiyacı vardır” demiş olmalı.

İlk Sifonlu Tuvalet Minos Uygarlığı’nda

Minos Uygarlığı’nda medeniyetin ilk belirtilerinden tuvalete rastlıyoruz. Arkeolojik kazılar neticesinde Konossos’daki zeminde bulunan delik M.Ö. 1800’lere ait olup dünyanın bilinen ilk ‘Sifonlu Tuvaleti’dir aynı zamanda. Öyle ki bu delik daha sonraki yıllarda ‘Kraliçenin Tuvaleti’ olarak da meşhur olmuştur. Bu arada sifonlu klozetin, yani bugün tuvalet ile özdeşleşen WC (Water Closet), 1596 yılında Sir John Harington tarafından bulunduğu iddia edilir. (7)

Phaistos’da yağmur sularının toplanması ve bunun için gerekli sarnıçların yapılmış olması bizi tekrar hidrolik mühendisliğinin önemine götürüyor. Aynı şekilde Mykenai’de toprak ıslahı da mühendislik zekâsının ürünüdür. Bununla birlikte Arkaik dönemde (M.Ö. 750-480) şehir devletlerinin gelişmesini sağlayan altyapının inşa edilmesi teknik bir ilerlemedir. Halk hamamlarının, çeşmelerin ve drenaj sistemlerinin bu dönemde yapılmış olması ise hidrolik mühendisliğinin sayesinde olmuştur hiç şüphesiz.

Mesela Atina’da bu dönemde kil borular ile şehrin dört bir yanına su taşınıyordu. Ayrıca tek tek evlerin çatılarındaki yağmur suyunun yeraltı sarnıçlarında biriktirilip depolanması ve kurak dönemlerde kullanılması da son derece önemlidir.

Yine bu dönemde rastladığımız su pompaları ve su saatleri de suyun hidrolik mühendisliğini irdelemek bakımından kayda değerdir.

Nebati Uygarlığı ya da Hz. Musa’nın Asasıyla Yere Vurup Suyu Fışkırttığı Yer

Kurak bir bölge olmasına rağmen Nebati Uygarlığı’nın (M.Ö. 300-M.S.206) başkenti Petra’daki su cenneti gerçekten hayretler üstüdür. Aynı şekilde Necef Çölü’ndeki su yapıları da hayretleri celbedecek niteliktedir. Kızıldeniz ile Akabe şehri arasında yer alan Humeyme’de yağmur sularını biriktiren sarnıçlar ve bu suları şehre getiren su kanallarını görüyoruz. Bu sulama kanalları sayesinde tarım ve hayvancılığın burada yapıldığına şahit oluyoruz. Kendi dönemi açısından mükemmel bir mühendislik ve su yönetimi örneğidir bu durum.

Humeyme’de uzun süre yaptığı araştırmalar ve kazılar sonucunda Prof. John Oleson, havuzlar, rezervler ve sarnıçların su toplama kapasitesinin köy merkezi için 4.355 metreküp, kırsal bölgeler için 4.315 metreküp olduğu tahmininde bulunmuştur. Oleson, daha sonra insanların ve hayvanların su tüketimine ilişkin tahminlere başvurarak Humeyme’nin kırsal kesiminde yaklaşık 163 kişilik bir nüfus, 163 deve, 1.469 küçükbaş hayvanın yaşadığını; köy merkezindeyse 654 kişi, 20 deve 180 küçükbaş hayvan olduğunu ileri sürmüştür.

Yine arkeolojik kazılar neticesinde Humeyme tecrübesinin Petra kentinde daha ileri boyutlara ulaştığını söylemek mümkündür. Yağmur sularının sarnıç ve depolarda biriktirilmesi yanında özellikle Musa Vadisi’nden şehre kesintisiz 8 kilometrelik su kemerleriyle neredeyse bir nehir büyüklüğünde (genişlik 2,5 m, derinlik 1 m) su getirildiğini görüyoruz. Nitekim Musa Vadisi’nde hâlâ varlığını koruyan pınar bunun bir delili olarak duruyor. Ayrıca Hz. Musa’nın asasıyla yere vurup su fışkırttığı yerin burası olduğu tahmin ediliyor.

Suyun Nebatiler ve tabii Petralılar için bir kutsiyeti vardı o dönemde. Bundan dolayı olsa gerek Büyük Tapınak, Pazar Yeri, Tiyatro ve Konutlar adeta su ile donatılmış gibidir.

Ayrıca arkeolojik bulgular su yolu üzerinde birçok tanrısal motife rastlandığını kaydediyor.

Önemli bir ayrıntı da; “Hareket halindeki suyun müziğinin nebatiler ve konukları için susuzluğu giderme vaadinin ötesinde bir anlamının olması muhtemel” der Steven Mithen.

Suyun Zirvesi: Roma Uygarlığı

Romalılar (M.Ö. 400-M.S. 800) suyun zirvesidir dense yeridir. Su kemerleri, kuyular, su rezervleri, barajlar, sarnıçlar, çeşmeler, kanalizasyon sistemleri, tuvaletler ve belki de en önemlisi hamamlar bütün ihtişamıyla Romalılar döneminin önemli su yapılarıdır. Özellikle Roma’daki Caracalla Hamamları meşhurdur. M.S. 216 yılında açılan bu hamamlarda birkaç milyon tuğla ve 252 sütun kullanılmış. Buranın inşası için 5 yıl boyunca her gün 9.000 işçinin çalıştığı rivayet edilir. Caracalla Hamamları’na günde yaklaşık 8.000 kişi geliyormuş.

Roma’da suyun gösterişli bir şekilde kullanıldığı hamamlar sosyal hayatın kalbi gibidir adeta. Hamamlardaki bu ihtişam o dönemin siyaset, iktidar ve zenginliği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlar. Bazı akademisyenler suyun antik Roma’da tapılası tanrı olarak görüldüğünün ve sağlık ile sanatta kullanıldığının altını çizer. Hamam, Romalılarda öyle bir hal almıştır ki adeta “yemek, içmek, sevişmek ve gülmek kadar hayati öneme” sahip olmuştur.

Hamamın Romalılarda temizliğin ötesinde bir anlam taşıdığını görüyoruz. Müziğin, sanatın, edebiyatın, kısacası kültür hayatının odağında yer alıyordu hamamlar. Bu nedenledir ki Çiçero; “…her gün hamamların açıldığını duyuran gong sesi, okulda konuşan filozofların sesinden tatlıydı” demiş olmalı.

İslam dünyasına hamam kültürü Romalılardan geçmiştir. Daha sonra Osmanlılar tarafından devam ettirilen bu geleneğin bugün Modern Türk Hamamı olarak kısmen de olsa varlığını koruduğunu görüyoruz. Az da olsa İstanbul’da bu hamamlara rastlamak mümkündür.

Antik Roma’da su yönetiminin gayet iyi bir şekilde yapıldığını görüyoruz. M.Ö. 4’üncü yüzyıl sonunda yaklaşık 1 milyon insanın yaşadığı Roma’da her biri adeta bir ırmak gibi olan 11 su kemerinin kente hizmet ettiği kayıtlarda yer alıyor. Roma su yollarının en uzunu ise ilk defa 1996 yılında Hidrolik Mühendisi Prof. Kazım Çeçen’in gündeme getirip haritalandırdığı Vize’den İstanbul’a su taşıyan 551 km uzunluğundaki su yoludur. Bugün hâlâ İstanbul Unkapanı’nda yer alan Valens veya Bozdoğan Kemeri bu uzun su yolunun son halkasıdır. Yine Trakya tarafında Gümüşpınar’da yer alan Kurşunlugerme Su Kemeri bu dönemde İstanbul dışında inşa edilmiş en büyük su kemeridir.

Roma’da su yönetimi ile ilgili en dikkat çekici hususlardan biri de; tahminen M.Ö. 600 civarında inşa edilen dünyanın ilk kanalizasyon sistemlerinden biri olan ve hâlâ kısmen işlevsel olan Büyük Kanalizasyon, yani Cloaca Maxima’nın burada olmasıdır.

Aynı şekilde Fransa’da Gard Irmağı üzerindeki Nimes Su Kemeri’ni taşıyan 275 metre uzunluğunda ve 50 metre yüksekliğindeki Pont du Gard köprüsü görkemiyle insanı büyüler niteliktedir.

Antik Çin’de Su İnancı

Çok geniş bir coğrafyaya yayılan Antik Çin’de (M.Ö.900-M.S.907) su akışını kontrol altına almak amacıyla ciddi bir mühendislik altyapısına ihtiyaç hissedilmiş olmalı. Antik Çin’in yerleşim bölgesinde yer alan kuzeyde Sarı Irmak, orta kesimde ve doğuda Huai ve Yangtze ırmakları, güneyde İnci Irmağı muson rüzgârlarıyla birlikte yaz ve bahar aylarında gelen yağışlarla potansiyel sel baskınlarına açık ırmaklalardır. Bu riski kontrol altına almak amacıyla ırmak setlerle çevrilmiş ve yaklaşık 2.000 yıl zaman zaman yenilenen bu setlerle kontrol sağlanmaya çalışılmıştır.

Çin Seddi de yine bu dönemde böylesi bir endişeyle ama daha çok dış güçlere karşı korunma amacıyla yapılmış olmalıdır.

Sel, Çinlilerin korkulu rüyası olup efsanelerine bile yerleşmiştir. Bu nedenle seli önleme ile ilgili yapılan çalışmalarda mühendisliğin sınırlarının zorlandığını görüyoruz. Öyle ki birçok Çin imparatoru seli önleyemeyen birçok mühendisi kılıçtan geçirip dilim dilim doğramıştır. Böylesi bir endişeyle M.Ö. 2300 yıllarında hüküm sürmüş Çin’in efsanevi liderlerinden Yao’nun kırsal kesimleri su baskınlarından kurtarmak için görevlendirdiği Kun da benzer bir sonla karşılaşır. Hükümdar görevi oğlu Yu’ya tevdi eder. Bu korkuyla 13 yıl aralıksız çalışan Yu, babasının yaptığı gibi ırmakların yataklarını değiştirerek setler inşa etmek yerine, ırmakların yataklarını denize kavuşacak şekilde genişletmeyi tercih eder. Fakat bu öyle pek de kolay olmamıştır. Öyle ki aralıksız çalıştığı 13 yıl boyunca evinin önünden üç defa geçse de eşini ve çocuklarını görmek için içeri girmemiştir. Yu’nun bu görevi sırasında çok çalışmaktan ellerinin nasır tuttuğu, ayak tırnaklarının ise suda çok kalmaktan düştüğü rivayet edilir.

Bu hikâyenin daha sonraki dönemlerde teoremleşen iki tür yaklaşımı doğurduğunu görüyoruz: Konfüçyüsçü Yaklaşım ve Taoist Yaklaşım…

Kun, Konfüçyüsçü yaklaşımı benimserken oğlu Yu, Taoist yaklaşımı benimsemiştir. Kun, Konfüçyüsçü yaklaşım ilkesi çerçevesinde suyun doğal akışını bastırmak, sınırlamak, kontrol etmek amacıyla yüksek setler kurmayı denerken; Taoist yaklaşımı benimseyen Yu ise ırmakların olağan akışını yataklarını derinleştirerek güçlendirme yolunu tercih etmiştir.

Ayrıca yapımına M.Ö. 270 yıllarında başlanan Dujiangyan sulama planı da Antik Çin’e ait en meşhur, en uzun süreli işlerden olup hala hayret kesbedici niteliktedir.

Çin’de 2009 yılında tamamlanarak hizmete giren dünyanın en büyük barajlarından biri olan Üç Boğaz Barajı ise adeta bir mühendislik harikasıdır.

Angkor’da Su Yönetimi

M.S. 802 ile 1327 yılları arasında zirve dönemini yaşayan Khamer uygarlığının merkezi olan Angkor da su yönetimi açısından incelemeye değer bir antik kenttir. Ayrıca burada yer alan Angkor Wat tapınağı, dünya üzerinde yer alan en büyük tapınaklardan biridir. Hâlâ her yıl milyonlarca insan burayı ziyarete gelir.

Tapınaklar kadar olmasa da burada devasa su rezervleri ve hendeklere de rastlamak mümkündür. Bunların en büyüğü ise Batı Baray’dır. Batı Baray, M.S. 11’inci yüzyılda inşa edilen, yaklaşık 48 milyon metreküp su tutan, 8 km uzunluğunda 2 km genişliğinde dikdörtgen şeklinde küçük bir deniz gibidir. Kendi döneminde bir mühendislik dehası olan buradaki rezervlerin akademik dünyayı ikiye bölen; kurak mevsimlerde sulama amaçlı mı yapıldığı yoksa muson yağmurları esnasında selleri kontrol etmek amacıyla mı yapılmış olduğu hususu ayrı bir tartışma konusudur. Tartışma bir yana, bizce önemli olan burada bir mühendislik becerisinin tezahür ettiği hususudur. Bu nedenle olsa gerek bilim dünyası Angkor için ‘hidrolik kent’ tabirini kullanmıştır. Öyle ki Batı Baray Su Rezervi’nin imparatorların tanrıları yüceltmek amacıyla yaptırdığına inananlar da yok değildir. Bu devasa su yapısı birçokları için yeryüzünde bir cennettir adeta.

Kolomb Öncesi Amerika’da Su: Hohokam

Antik dünyada su ile ilgili okumalar yaparken Amerika kıtası hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Bilinçaltımda hep Kolomb sonrası Amerika var her nedense. Oysa bölgede yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bulunan su yapıları Kolomb öncesi Amerika hakkında önemli ipuçları içeriyor.

İşte bunlardan biri M.S. 1-1450 yılları arasında varlığını koruyan Amerika’nın güneybatısında yer alan Hohokamlardır. Zaten kelime olarak ‘gidenler’ veya ‘yok olanlar’ anlamına gelen Hohokamları akademisyenlerin dışında pek duyan olduğunu sanmıyorum. Henüz uygarlıklarını kuramadan yaşanan kuraklık sebebiyle yok olup gitmişler. Geride ne bir dilleri ne de kayıtlı bir tarihlerini bırakmışlar. Ancak yakın zamanda yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bulunan su yapıları, kentin tarihi ile ilgili fikir sahibi olmamıza yardımcı oluyor. Hohokamlar, Gila ve Salt ırmaklarında yüzlerce, belki de binlerce kilometre uzunluğundaki kanallar inşa etmişler ve bu su kanalları sayesinde mısır, balkabağı, fasulye ve pamuk tarlalarını sulamışlar.

Kendilerini tamamen çiftçiliğe adayan Hohokamların uygarlık haline gelmelerine ramak kala yaşanan kuraklık ve seller nedeniyle yok olduklarını görüyoruz. Tabii bu su kanallarını yapmak için ciddi düzeyde bir mühendislik ve işçiliğin oluğunun da altını çizmek gerekir.

Maya Uygarlığında Su

Su, Kolomb öncesi bir Orta Amerika uygarlığı olan Maya Uygarlığı’nın (M.Ö.2000-M.S.1000) hem yükseliş hem de çöküşünde önemli bir etken olmuştur hiç şüphesiz. Arkeolojik bulgular bu hususu teyit ediyor. Gerçi bu uygarlığın nasıl ortaya çıktığı ile ilgili sorular hâlâ tam olarak cevabını bulabilmiş değildir.

Her şeye rağmen Mayaların ihtişamlı tapınaklarının olduğunu, matematiği iyi kullandıklarını ve maddi kültürlerinin iyi olduğunu biliyoruz. Ama buna rağmen çöküşten kurtulamamışlardır. Uzmanlar bu çöküşe sebep en büyük etkenin iklim koşulları olduğunun altını çiziyorlar.

Maya Uygarlığı’nın üç kraliyet merkezinden biri olan Tikal’da -ki günümüzde Guatemala sınırları içinde kalır- son derece büyük tapınaklar, saray, meydan, top sahası idari binaların yanı sıra devasa boyutlardaki su rezervleri de dikkati çeker. İçme, kullanma ve tarımda sulama amaçlı yapılan bu devasa su rezervleri -900.000 metreküp su kapasiteli olduğu tahmin ediliyor- ve bağlantılı su yapıları aslında Mayaların zor iklim koşullarında nasıl bir yaşam mücadelesi verdiklerinin kanıtlarıdır bir bakıma. Çünkü birçok medeniyette olduğu gibi burada da su denetimi, doğrudan yaşam demekti.

Benzer şekilde Maya Uygarlığı’nın en önemli kraliyet merkezlerinden biri olan Edzna’da yer alan yaklaşık 12 kilometre uzunluğundaki bir nehir gibi akan Su Kanalı da buradaki halkın su ile ilgili büyük mücadelesini açıkça ortaya koyuyor. Bu kanalın yapımı için yadsınmayacak düzeyde büyük bir mühendislik ve işçilik söz konusu olsa gerek… Hâlâ burada hidrolik mühendisliği eserleri olan su yapılarının çap ve niteliği tam olarak keşfedilebilmiş değildir.

Aynı şekilde Maya Uygarlığı’nın üçüncü büyük merkezi olan ve bugün Meksika’nın düzlüklerinde ve Guatemala’nın 30 kilometre kuzeyinde yer aldığı tahmin edilen Calakmul’da da arkeolojik kazılar neticesinde bulunan su yapıları ilginç yorumlara yol açmıştır. Burada yaşayan insanlar kent büyürken su gereksinimlerinin sürekli artmasından dolayı olsa gerek 22 kilometrelik bir alan olan kentin iç kısmını aquada’lar, kanallar ve kuru dere yatakları (arroyo) ile birbirine bağlamışlardır. Bu da hiç şüphesiz hidrolik mühendislik zekâsının ürünüdür.

Görüldüğü üzere Maya Uygarlığı’nın üç büyük kraliyet merkezi olan Tikal, Edzna ve Calakmul’daki su yönetimi topoğrafyaya ve iklime göre farklılık arz ediyor. Her şeye rağmen suyun Mayalar için bir takıntı olduğunu söylemek abartı olmasa gerek… Ayrıca müthiş bir su ikonografi örneğini görüyoruz burada.

Örneğin, su ve çamuru iyi bir şekilde birleştirerek ince işçilikli çömlekler yapmışlardır. Bu çömlekler üzerinde de genellikle nilüfer çiçeği figürlerinin olduğunu görüyoruz. Uzmanlar Mayaların nilüfer çiçeğine büyük önem verdiklerini, hatta bazı soyluların kendilerini ‘Ah Nab’, yani ‘nilüfer halkı’ olarak tanımladığını yazar. Öyle ki Kutsal Efendiler en kırılgan çiçek olan nilüferi kraliyet sembolü olarak seçmişlerdir. Muhtemelen iklim koşullarından dolayı burada bol miktarda nilüfer çiçeği yetişmiştir. Mayalarda Kutsal Efendiler tarafından yönetilen su, uygarlıklarını ayakta tutan temel unsur olmuştur hep. Suyun tükenmesi, uygarlıklarının da çöküşü anlamına geliyordu çünkü. Bu nedenle Vernon Scarborough; “Uzun kurak mevsimde hayati ve kıt bir kaynak olarak su, seçkin Mayalar tarafından Klasik Dönem’de iktidarın merkezileşmesi ve denetlenmesi amacıyla kullanılıyordu” demiş olsa gerek.

Buna rağmen Mayaların yok olmasına, yani çöküşüne sebep tek bir hadise olmamakla birlikte en büyük etkenin Richordson Gill’in öne sürdüğü kuraklık, dolayısıyla susuzluk olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü birçok bilim insanının üzerinde uzlaştığı ortak kanı; “…susuzluktan bazı medeniyetlerin yok olduğu” yönündedir. Öyle ki; “…sıkıntının ve acının büyüklüğünden ve bir zamanların verimli topraklarını koruyamamaktan bütün medeniyetler batmıştır.” (8)

Çünkü suyun varlığı hayat; kıtlığı tükeniş, çöküş, yok oluş demektir. Nitekim öyle de olmuş… Yetersiz sulama nedeniyle mahsul azalınca, mecburen içilen pis sular hastalık yayıp salgın başlayınca Kutsal Efendiler de düzeni yeniden tesis için savaşlara girişmiş ve böylece çöküş de gerçekleşmiş olmalı diye tahmin etmeden alamıyor insan kendini.

Hidrolik Şiir: İnka Uygarlığı

M.S. 1200-1572 yıllarında Güney Amerika’da And Dağları’na yakın olan Cuzco şehrinde hüküm sürmüş olan İnkaların günümüzde harabeleri yer alan antik şehri Machu Picchu bugün hem İnkaların hem de kayıp uygarlıkların simgesi durumundadır. UNESCO Dünya Mirası yerleşim yerlerinden biri olan Machu Picchu her gün binlerce turistin ziyaret ettiği antik bir kenttir. İnka kelimesi Keçuva dilinde ‘yönetici’ anlamına gelir. Yine Keçuva dilinde ‘göbek deliği’ anlamına gelen Cuzco ise İnkaların başkenti ve aynı zamanda İnka dünyasının merkezidir.

And Dağları’nın yüksek kesimlerinde Urubamba Irmağı’nın geçtiği vadi başarılı su yönetimi sayesinde zamanla imparatorluğun kalbi haline geldi ve daha sonraları adı ‘kutsal vadi’ olarak tarihe geçti. Kutsal Vadi hâlâ Peru’nun en üretken tarım bölgesidir. İnkalar, tarihin çeşitli dönemlerinde yaşadığı el-Nino felaketi, kuraklıklar, seller, depremler hatta volkanik patlamalara rağmen uzun süre ayakta kalmayı başarabilmiş bir medeniyettir. Bunda da mühendisliklerinin, özellikle de hidrolik mühendisliğindeki başarılarının etkisi büyüktür. Machu Picchu şehri ise bu yönüyle kelimenin tam anlamıyla bir hidrolik mühendisliği harikasıdır.

Yaşadıkları coğrafya itibarıyla su yönetimi başlı başına bir mühendislik olmasına rağmen İnkalar bunu rahatlıkla başarmışlardır. Sadece su temini ve atık suların uzaklaştırılması sitemini kurmakla yetinmemişler aynı zamanda suyun estetiğinden de istifade etmişlerdir. İnkalar akan suyun sesini ve görünümünü birleştirerek çeşmeler ve akarsularda mükemmelleştirmişlerdir.

Başşehir Cuzco’nun 18 kilometre doğusunda dik bir bayır üzerinde yaklaşık 4.000 metre yükseklikte yer alan Tipon’da bu durumu yakından görmek mümkündür. Nefes kesici su yolları, su kemerleri, çeşmeleri, yapay şelaleleri, yeraltı kanalları ile insanı büyüleyen Tipon aynı zamanda İnkaların ‘su bahçesi’ olarak bilinir. İnkaların inşa ettiği kanallardan hâlâ su akmaktadır. Akan suların canlılık veren sesini, Tipon üzerine önemli araştırmalarda bulunan Kennety Wright ‘hidrolik şiir’ olarak tanımlar. Ancak İnkaların bu ihtişamı uzun sürmemiş ve İspanyolların askeri fethi büyüyü bozmuştur.

Suyun Neticesi

Netice itibarıyla dün antik dünyada olduğu gibi bugün de modern-dijital dünyada su hâlâ birey-toplum için en önemli ihtiyaç maddesidir.

Bundan dolayı; “Petra’yı ziyaret ettiğinizde Nebatilerin başarılarını takdir etmek istiyorsanız kayalara yapılmış gösterişli mezarların yanı sıra pek göz önünde olmayan su kanalı ve kanalizasyonlara da dikkat edin. Roma’ya gittiğinizde kentin dışına çıkıp Parco degli Acquedotti’yi görün, Arizona’daysanız Phoenix’teki Kanal Parkı’nda Hohokam’ın muadillerini arayın. Aynı şekilde İstanbul’a gittiğinizde sadece Ayasofya’yı gezmekle kalamayın, Yerebatan ve Aetius sarnıçlarını da görün ama Bizanslıların başarısını tam anlamıyla takdir etmek için Kurşunlugerme’ye gidin’(9) demiş olmalı S. Mithen.

Şu da bir gerçektir ki bugün küresel bir su kriziyle karşı karşıyayız. Uzmanlar tatlı su kaynaklarındaki tükenişin 2050’de dünya nüfusunun yüzde 75’ini etkiler hale geleceğini öngörüyor. Nüfusun artışıyla birlikte sınır tanımayan bir şehirleşme, doğanın hunharca tahrip edilmesi ve yaşanan küresel iklim değişikliği bu krizin başlıca tetikleyici unsurlarıdır.

İlkçağlardan günümüze su, bir meta ve ekonomik güç kaynağı olmanın yanı sıra birçok toplum tarafından kutsanmıştır da. Bu yönüyle tarih birbirinden iddialı su yönetim projeleri ve hidrolik mühendisliği örnekleriyle doludur.

Sonuç olarak yazı akışında da ifade edildiği gibi tarımsal sulamadaki başarılarıyla uygarlık haline gelen Sümerlerden çölün ortasında bir vaha yaratan Nebatilere, sifonlu tuvaletin mucidi Minoslulardan Roma İmparatorluğu’nun hamamlarına, Konstantinopolis’in şehirlerarası su kemerlerinden Çin’in su kanallarına dünyanın dört bir yanına uzanan küresel su problemi günümüzün de en önemli problemlerinden biri olarak önümüzde duruyor.

Kaynaklar

  1. Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, Vedat Durmazuçar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s:23.
  2. Suyun Ekonomi-Politiği, Jean Robert, Ütopya Yay., s: 57.
  3. Tim Harrison, Toronto Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Yakın ve Orta Doğu Medeniyetleri Bölümü Başkanı, https://www.indyturk.com/node/265966/bi̇li̇m/arkeolojik-çalışmalar-hatayda-iklim-değişikliğine-nasıl-direnildiğini-ortaya.
  4. H2O, Ivan Ilich, AFA Yayınları, 1991, s:71.
  5. Kur’an-ı Kerim ve Su Bilimi, Zekai Şen, Su Vakfı Yayınları, s:73.
  6. Antik Dünyada Su ve İktidar-Susuzluk, Steven Mithen, KÜY Yayınları, s: 65.
  7. Sifon, W. Godding Carter, KÜY Yayınları, s:22.
  8. Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, Vedat Durmazuçar, IQ Kültür SaNat Yayıncılık, s:31.
  9. Antik Dünyada Su ve İktidar-Susuzluk, Steven Mithen, KÜY Yayınları, s: 300.

YUSUF TOSUN

1972 Adıyaman Kâhta doğumludur. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş, yüksek lisansını Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde yapmıştır. Yazın dünyasına deneme, öykü, mektup, günlük, biyografi türlerinde katkıda bulunmuştur. Bengisu Yayınları, Çıra Yayınları, Birey Yayınları ve Yarın Yayınları aracılığıyla yayımlanan eserlerinin yanı sıra çeşitli dergi, gazete ve sanal mecralarda yazıları yer almıştır. Birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görevi bulunmaktadır. Anadolu Yazarlar Birliği Genel Başkanı olup evli ve iki çocuk babasıdır.

TÜM YAZILARI

YUSUF TOSUN

1972 Adıyaman Kâhta doğumludur. İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş, yüksek lisansını Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde yapmıştır. Yazın dünyasına deneme, öykü, mektup, günlük, biyografi türlerinde katkıda bulunmuştur. Bengisu Yayınları, Çıra Yayınları, Birey Yayınları ve Yarın Yayınları aracılığıyla yayımlanan eserlerinin yanı sıra çeşitli dergi, gazete ve sanal mecralarda yazıları yer almıştır. Birçok sivil toplum kuruluşunda aktif görevi bulunmaktadır. Anadolu Yazarlar Birliği Genel Başkanı olup evli ve iki çocuk babasıdır.

TÜM YAZILARI

ÜYE OLUN

İLGİLİ YAZILAR

The post Suyun İzi, Medeniyetin Yüzü appeared first on PERSPEKTİF.

QOSHE - Suyun İzi, Medeniyetin Yüzü - Yusuf Tosun
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Suyun İzi, Medeniyetin Yüzü

14 1
21.04.2024
KÜLTÜR

İlkçağlardan günümüze su, bir meta ve ekonomik güç kaynağı olmanın yanı sıra birçok toplum tarafından kutsanmıştır da. Bu yönüyle tarih birbirinden iddialı su yönetim projeleri ve hidrolik mühendisliği örnekleriyle doludur.

  • YUSUF TOSUN
  • 21 Nisan 2024

Geçmişi Su Üzerinden Okumak

Suyla geçmişe doğru yol almak aynı zamanda geçmişe bir medeniyet yolculuğudur. Su ile birlikte insanlığın ve dahi doğanın da geçmiş tarihini okursunuz böylece. Çünkü “İlk devletler nehir boylarında kurulmuş, ilk yazı bu devletlerde ortaya çıkmış ve ilk yazılı belgelere buralarda rastlanılmıştır”. (1)

Bir nevi “…kültürel alışkanlıkların izini sürmek” gibidir suyla yolculuğa çıkmak.

Tabii bu iz sürmeyle birlikte suyun iktidarlarla ilişkisinden tutun da hidrolik mühendisliğine, sağlıktan sanatla olan ilişkisine varıncaya dek insanlık vadisinde soluklanıyorsunuz.

Geçmişten günümüze insanlığın gerçekleştirmiş olduğu Neolotik Devrim’den Sanayi Devrimi’ne, oradan da Dijital Devrim’e varıncaya kadar birçok devrimden bahsedilir de suyun direkt veya dolaylı olarak yol açtığı devrimlerden pek bahsedilmez. Yoksa yaşanmadı mı böyle bir devrim? Bunun için biraz da teknik bir konu olan hidrolik mühendisliğinin izini sürmek gerekir. Tabii burada hidrolik mühendisliğinin sosyal yansımaları önemli oluyor haliyle. Kadim uygarlıkların ortaya çıkışını, yükselişini ve nihayetinde batışlarındaki sebepleri biraz da bu gözle irdelemek lazım. Bunun için de yapılması gereken tek şey; antik dünyada uzun bir su yolculuğuna çıkmak olacaktır. Çünkü suyun tarihine yolculuk aynı zamanda insanlık tarihinin izini sürmektir. Bu çerçevede İsviçre kökenli mimar ve öğretim üyesi Jean Robert, Suyun Ekonomi- Politiğini irdelerken şu satırların altını çizmiştir: “Suyun tarihinden söz etmek, yerleşimin tarihinden söz etmektir. Yaşanacak yerlerin hayal edilmesi de suyun hayal edilmesinden farklı değildir. Birçok kültür yaşanacak bir yer ararken toprak ve suyun, hava ve suyun, nem ve kuruluğun ya da ısının durumunu göz önüne almıştır.” (2)

İnsanlığın ilk neşet ettiği Mezopotamya topraklarında geçmişe yapılan böylesi yolcuklarda suyun toplum üzerindeki izlerine rastlamak mümkün… Mesela Levant bölgesi bu yönüyle incelemeye değer bir yerdir. Aynı şekilde Göbeklitepe önümüzde yakın bir kanıt olarak duruyor. Benzer şekilde Eriha, Ohalo, Kudüs, Beyda, Aynu Melllaha, Cave, bunlardan birkaçıdır. İşin doğrusu, Petra bu yönüyle başlı başına bir inceleme konusudur.

Bu ve benzeri yerleşim bölgelerinde muhtemelen tarıma geçişle birlikte suya ihtiyaç artmış ve bununla ilgili su mühendisliği devreye girmiştir. Bu bölgelerde yer alan su yapılarında bu konuda fevkalade bir deneyim yer alıyor. Mesela bugün Ürdün’ün güneyinde, Suudi Arabistan’ın sınırında yer alan el-Cefr çöküntüsünde dünyanın bilinen ilk barajının yapıldığı ile ilgili kalıntılara rastlıyoruz. Yine aynı şekilde Kıbrıs adasında da -ki o zamanlar muhtemelen ada değildi- Neolitik Çağ’a ait ilk kuyulara rastlıyoruz.

Yakın zamanda (Ekim 2020) Hatay’da ortaya çıkan arkeolojik bulgular, Hatay’da yaklaşık 4.500 ila 3.000 yıl önce yaşanan iklimsel değişime nasıl direnildiğini açıkça ortaya koyuyor:

“Bulgular, kuraklığın harap ettiği bir bölge manzarası göstermiyor. Aksine Tayinat’ın Demir Çağı, iklimsel stres döneminde ciddi boyuttaki toplumsal direnci temsil ediyor.” (3)

Avrupa’da Suyun Kullanım Tarihçesi

Bir zamanlar özellikle Avrupa’da pisliklerin (çöp, lağım…) kokusu ölülerin kokusuna karışmış ve bir hayli toplumsal soruna yol açmıştır. Ne evlerde ne de sokaklarda temizlik vardı. Bırakın tuvaleti, evlerde lazımlık bile büyük bir lükstü ve sadece kraliyet saraylarında bulunurdu. Vücut temizliği neredeyse hiç yoktu. Avrupa’da vücut temizliğinin gerekliliği ancak 18’inci yüzyılda keşfedilmeye başlanır. O da çıplak vücudu ıslak süngerle silme şeklindedir. Bunu da sadece kadınlar yapardı. Çünkü kadın demek çıplak vücut demekti o dönem için. Düzenli bir şekilde ve bol suyla yıkanma 19’uncu yüzyılda yerleşir ancak. Önce evlerde lazımlık olarak yerleşmeye başlayan tuvalet ise daha sonraları yaygınlaşmaya başlar. Nedense Avrupa’da tuvaletler hâlâ susuzdur (!)…

Bu süre zarfında şehirde dışkının meydana getirdiği pis kokuya bir de insan vücudunun kokusunun etki ettiği görülür. Bu arada iç çamaşır, kokuyu gidermek amacıyla keşfedilir ve onu da sadece zengin tabaka kullanmaya başlar. Pislikten hastalıklar peyda olmaya başlar ve bunun üzerine çarşaf ve yatak temizliğine -o da sadece hastanelerde- dikkat edilmeye başlanır.

Bu arada Avrupa’da koku öyle bir hal almaya başlar ki insanlar artık vücut kokularına göre sınıflandırılır hale gelir. Yoksulların farklı, varsılların farklı kokusu vardır. Aynı şekilde subaylar, misyonerler, zenciler, yerliler, yabancılar… kokularına göre ayırt edilmeye başlanır. Yaşayanlarıyla birlikte her şehrin kendine özgü kokuları oluşmaya başlamıştır böylece. İş öyle bir noktaya gelmiş ki kent kokusu ile ilgili felsefi akımlar bile türemiştir.

Buna karşılık Doğu’da suyun bir temizlik maddesi olduğundan yola çıkılarak gelişen kişisel ve toplumsal temizlik olgusu çok eskilere dayanır. Mesela Doğu’da henüz 13’üncü yüzyılda İbnu’n Nefis’in (Ö: 687/1288) Küçük Kan Dolaşımı örneğinden yola çıkılarak geliştirilen şehirde su dolaşımı ve dolayısı ile temizliğe etkisi Batı’da ancak dört asır sonra William Harvey (1578-1657) tarafından gündeme getirilmiş ve sonraki yıllarda Batı kentlerinde temizlik amacıyla su dolaşımı yerleşmeye başlamıştır.

Avrupa bu kokulardan kurtulmanın yolunu suda buldu hiç şüphesiz. Ivan Illich’in ifadesiyle, Avrupa’da “…su bundan böyle ‘kokan şey’in temizleme aracı” oldu. Devamla der ki Ivan Illich; “Tarih boyunca suyun tene değme dereceleri bir uygarlıktan diğerine farklılıklar gösterir. 1930 yıllarına değin, Fransa ve İngiltere’nin birçok bölgesinde küçükler asla yıkanmazlardı; anneleri onları tükürükle ıslatılmış bir mendilin kenarıyla silerdi. Birçok yerde, insanların yarısından çoğu yaşamları boyunca banyo yapmamışlardır. Doğduklarında ve ölümlerinden sonra yıkarlardı onları.’ (4-7)

Öyle ki Avrupa’da sabun ancak 19’uncu yüzyılda vücut temizliğinde kullanılır olmuştur. O zamana değin sabun evlerde bir güzellik ürünüydü sadece.

İşin doğrusu suyun bedensel temizlikte kullanılmaya başlanmasıyla şehirlerin temizliği birbiriyle paralel bir seyir takip etmiştir. Konuyu daha da genelleştirerek diyebiliriz ki birey ve toplumların suya atfettikleri önem derecesi ve su ile ilgili gerçekleştirdikleri teknolojik gelişim aynı zamanda uygarlıklarının da gelişimi olmuştur. Nitekim su ile ilgili araştırmalarıyla tanıdığımız Zekai Şen, “Su ile ilgili bilgi ve teknolojilerin gelişmesine paralel olarak medeniyetlerin (de) geliştiklerini söyleyebiliriz” (5-8) tespitinde bulunur.

Nihayetinde beden temizliği de şehir temizlik ve gelişiminin bir cüzüdür ve şehirle benzer fonksiyoneller içerir. Çünkü şehir bir bakıma insan bedeni gibidir ve kan dolaşımında olduğu gibi su borularından oluşan ağ sistemi ile ayaktadır. Geçmişten günümüze küçük ve büyük kan dolaşımı şehirdeki temiz suların gelmesi ve kirlenmiş suların uzaklaştırılmasına bir model olmuştur adeta ve bu model her geçen yüzyıl gelişerek devam etmiştir.

Sümerlerin Yükseliş ve Çöküşünde Su

M.Ö. 5000-1600 yıllarında yaşamış Sümer Uygarlığı’nın yükseliş ve çöküşünde suyun önemli etken olduğunu gözlemliyoruz. Arkeolojik kazılar bu durumu açıkça ortaya koyuyor aslında:“…Sümer Uygarlığının yükselişiyle ilgili olarak, tarım fazlasının getirisini artırmak için su ve ticareti güçlendirecek bağlantılar sağladığından kanallar inşa edilmesi ve tarımsal sulama önemli rol oynamış olabilir. Sümer Uygarlığının çöküşündeyse aşırı sulama nedeniyle tarlaların içinde sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum ve klorinli kimyasal bileşiklerin yer aldığı tuzlarla kontamine olmasının rolü olduğu anlaşılıyor.” (6)

Öyle ki Babillerde su, tarihte yazılı ilk kanun hazırlayıcı olarak bilinen Hammurabi Kanunları’nda yer alacak kadar önemli bir hal almıştır. Hammurabi Kanunları’nın 53’üncü maddesi suyla ilgilidir ve şöyle der: “Biri barajını gereği gibi koruyamayacak kadar tembel olursa, gereği gibi koruyamazsa, barajı yıkılır ve tarlalar sel altında kalırsa, barajı yıkılan kişi para karşılığı satılacak, bu para mahvına sebep olduğu mısırların tazminatı olarak kullanılacaktır.”

İlginçtir ki bu dönemde suyun savaş silahı olarak da kullanıldığını görüyoruz. Yine Babil Kralı abi-Eshuh düşman kuvvetlerin hamlesine karşı Dicle Nehri’nin sularını üzerlerine salmış ve sonuçta çevredeki bütün tarlalar su altında kalmıştır. Böylece düşman kuvvetleri hamlesinin durdurulmasında başarılı olunmuştur. Bundan dolayıdır ki Aristo; “… şehirlerin savaşta güvenli olması için sarnıçlara ihtiyacı vardır” demiş olmalı.

İlk Sifonlu Tuvalet Minos Uygarlığı’nda

Minos Uygarlığı’nda medeniyetin ilk belirtilerinden tuvalete rastlıyoruz. Arkeolojik kazılar neticesinde Konossos’daki zeminde bulunan delik M.Ö. 1800’lere ait olup dünyanın bilinen ilk ‘Sifonlu Tuvaleti’dir aynı zamanda. Öyle ki bu delik daha sonraki yıllarda ‘Kraliçenin Tuvaleti’ olarak da meşhur olmuştur. Bu arada sifonlu klozetin, yani bugün tuvalet ile özdeşleşen WC (Water Closet), 1596 yılında Sir John Harington tarafından bulunduğu iddia edilir. (7)

Phaistos’da yağmur sularının toplanması ve bunun için gerekli sarnıçların yapılmış olması bizi tekrar hidrolik mühendisliğinin önemine götürüyor. Aynı şekilde Mykenai’de toprak ıslahı da mühendislik zekâsının ürünüdür. Bununla birlikte Arkaik dönemde (M.Ö. 750-480) şehir devletlerinin gelişmesini sağlayan altyapının inşa edilmesi teknik bir ilerlemedir. Halk hamamlarının, çeşmelerin ve drenaj sistemlerinin bu dönemde yapılmış olması ise hidrolik mühendisliğinin sayesinde olmuştur hiç şüphesiz.

Mesela Atina’da bu dönemde kil borular ile şehrin dört bir yanına su taşınıyordu. Ayrıca tek tek evlerin çatılarındaki yağmur suyunun yeraltı sarnıçlarında biriktirilip depolanması ve kurak dönemlerde kullanılması da son derece önemlidir.

Yine bu dönemde rastladığımız su pompaları ve su........

© Perspektif


Get it on Google Play