“Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerlere, şeref ve itibar”a onur, deniliyor. Kişisel değerler ise, “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet ve izzetinefis” [1] olarak açıklanıyor. Diğer bir ifade ile kişisel değerler, insanın kendine olan saygısını, haysiyetini ve izzetinefsini ifade ederken; onur da başkalarının bu kişisel değerler sebebiyle insana gösterdiği saygıyı ifade ediyor. İoanna Kuçuradi ise onuru, kişinin kendi imgesine uygun davranması, kendi imgesine uygun yaşaması bilinci ve böyle yaşamaktan dolayı kendine layık gördüğü belirli bir muamele beklentisine uygun biçtiği değer,[2] olarak tanımlıyor. Bu tanımlara göre Müslüman için onur, Allah’a inanma, bütün samimiyeti ve benliği ile O’nun buyruklarına teslim olma anlamına geliyor. Bu teslimiyet de Kur’an’da “iman ve amel-i salih” kavramları ile ifade ediliyor. Dolayısıyla kendisiyle, ailesiyle, insanlarla, daha da önemlisi inandığı değerlerle barışık olmaya ve bir ahenk içinde yaşamaya onur, buna sahip olan insana onurlu, sahip olmayana da onursuz deniliyor. Daha açık bir ifade ile Müslüman için onur, iman etmeyi ve imanının gerektirdiği kulluk, insanlık ve halifelik görevlerini lâyıkı ile yerine getirmeyi ifade ediyor. Zira imandan yoksun bir onur, insanlar nezdinde bir değer ifade etse de, Allah katında bir değer ifade etmiyor.

Bu nedenle gerçek onur, Allah katında onurlu olmanın şartlarına ve kurallarına riayet etmekten geçiyor. Ancak böyle bir onur, hem Allah katında hem de insanlar nezdinde bir değer ifade ediyor. Dolayısıyla Müslümanın Allah katındaki değeri de kulluk görevlerini yerine getirmesi, insanî değerlere sahip olması ve doğru işi doğru biçimde yapmasına bağlı bulunuyor.

Nitekim “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref tamamıyla Allah’a aittir (İzzet ve şeref yalnızca O’na inanmakla kazanılır). Unutmayın, Allah katına yükselen; O’nun katında değerli olan şey güzel söz; tevhid inancıdır. İyi ve yararlı işler de tevhid inancıyla yücelir, anlam kazanır. (İzzet ve şerefe, ancak tevhid inancıyla, iyi ve yararlı işler yapmakla ulaşılır). Sinsice tuzaklar kuranlar (seni ve getirdiğin dini yok etme hesapları yaparak izzet ve şeref kazanmak isteyenler) içinse şiddetli bir azab vardır. Kurdukları tuzaklar da boşa çıkacaktır”[3] ayeti, bu değeri açıklıyor.

Şüphesiz her Müslüman, mensubu olduğu İslâm ile onur duyar. Ancak bu mensubiyet, onuru korumak için yeterli olmuyor, ayrıca ilimde, kültürde, sanatta, edebiyatta, felsefede, sanayide, tarımda ve askerî alanda güçlü olmayı da gerektiriyor. Nitekim Müslümanların, güçlü oldukları dönemlerde onurlarını korudukları ve bu uğurda canlarını ve mallarını feda ettikleri; fakat güçlerini kaybettikleri dönemlerde ise saygınlıklarını yitirdikleri biliniyor. Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışı; Moğol istilası; Haçlı seferleri, Yunan mezalimi ve Gazze’de yaşananalar da ise itibar kaybı görülüyor. Nitekim Endülüs Emevî Devletinin son Sultanı Ebu Abdullah’ın, 1492 yılında Gırnata’yı İspanyollara teslim edip ayrılırken hıçkırıklarla ağladığı, bunun üzerine annesinin, “Ağla oğlum! Zamanında savunamadığın vatanın için şimdi kadınlar gibi ağla!..” dediği de unutulmuyor.

1920 yılının Temmuz ayında Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine Mehmet Akif, hissettiği derin acıyı ve utancı “Bülbül” adlı şiiri ile dile getirir. Eşref Edib de “Üstad, Taceddin Dergâhı’nda bu şiiri yazarken (9 Mayıs 1337) Yunan ordusu Yalova Gemlik civarında Müslüman köylerini yakıyor, İzmit’te çoluk çocuğu bir haneye doldurarak ateş ediyor, birçok Müslümanların burun ve kulaklarını kesiyordu. Gonaris, İngiliz gazetelerine vuku bulan beyanlarında: ‘Biz ehli salib harbi yapıyoruz!’ diyordu” [4] bilgisini vererek tarihe bir not düşer. Akif, bu şiirinde,

“Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
Selahaddin-i Eyyubil’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!”

Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” diyerek feryat eder.

Ne var ki böyle bir mateme ve çaresizliğe düşmemeleri için Allah Teâlâ, mümin kullarını asırlar önce uyarmış ve şöyle demişti:

“Allah’a ve Elçisine itaat edin, aranızda çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa gücünüzü devletinizi kaybedersiniz. Zorluklara karşı sabredin. Bilin ki, Allah sabredenlerle beraberdir. Siz sakın, gurur kibir ve halka gösteriş için yurtlarından çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyan (inançsız) kimseler gibi olmayın. Bilin ki, Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilmektedir”.[5]

“Ey iman edenler! Aranızda dininden dönmek isteyenler varsa bilsinler ki, Allah onların yerine başka bir millet getirecektir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü ve merhametli, düşmanlara karşı ise başları dik ve güçlüdürler. Onlar Allah yolunda savaşırlar, kendilerini kınayanların kınamalarına aldırmazlar. Bu Allah’ın bir lutfudur, onu dilediğine verir. Bilin ki, Allah Vâsi’dir; nimet ve ihsanı boldur, Alîm’dir; nimetini kime ihsan edeceğini iyi bilir”[6].

“O halde ey müminler! Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırabilmeniz için elinizden geldiğince güç kuvvet, savaş atları hazırlayın. Sizin Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı tam olarak verilir ve siz aslâ haksızlığa uğramazsınız.” [7]

Bu ayetler, Müslümanlardan birlik ve beraberliklerini korumalarını, gurur ve kibre kapılmamalarını, Allah’ı sevmelerini, müminlere karşı alçak gönüllü, düşmanlarına karşı güçlü olmalarını ve bunun için de kuvvet hazırlamalarını istemektedir.

Ayette zikredilen “Kuvvet hazırlayın” emri, geneldir ve bütün çağları kapsamaktadır. Zira her çağın kendine göre savaş araç ve gereçleri vardır ve Allah Teâlâ da Müslümanlardan bunu talep etmektedir. Zira askeri ve ekonomik gücü olmayan bir milletin caydırıcı olması, mümkün değildir. Nitekim “Hazır ol cenge, istersen sulhu salâh” sözü, bu gerçeğin bir ifadesidir. Bu nedenle savaşları önlemenin en etkili yolu, düşmana karşı daima hazırlıklı olmak ve caydırıcı tedbirler almaktır.

Son ayette savaş atlarından da söz edilmesi, atın o dönemin en iyi savaş aracı olması sebebiyledir. Yoksa ayet, atlarla yetinilerek başka savaş araç ve gereçleri üretmemek ve elde etmemek anlamında değildir. Bu nedenle bu ifadenin günümüze yansıyan anlamı, “maksadı gerçekleştirmede en etkili silahlar ile diğer araç ve gereçler, askerî eğitim, savunma ve savaş stratejisi gibi savunma ve zafer için gerekli olan her türlü askerî güç ve imkanlar” [8] demektir. Zira böyle bir anlam, “kuvvet hazırlayın” emriyle de tam bir uyum içindedir. Ne var ki Müslümanların, çağın gerektirdiği savaş araç ve gereçlerine yeteri oranda sahip olamadıkları da bir gerçektir. Bu nedenle Müslümanlar, sen ben kavgalarını ve tefrikayı bırakıp Allah katında onurlu olmanın ve onurlu kalmanın yollarını aramak, onurlarını zillete dönüştürecek davranışlardan kaçınmak, her türlü saldırıya karşı hazırlıklı ve güçlü olmak zorundadır. Dolayısıyla Müslümanların şu ilahî mesaja kulak vermeleri ve gereğini yapmaları, büyük önem arz etmektedir.

“Koyduğumuz kural gereği) bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah o toplumun durumunu değiştirmez. (Fakat hak ettiği için) bir topluluğun başına bir azab getirmeyi dilerse de artık onu geri çevirebilecek hiçbir güç yoktur. O zaman onların Allah’tan başka hiçbir dost ve yardımcıları olmayacaktır.” [9] Çünkü sünnetullah böyle işlemektedir.

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] TDK Türkçe Sözlük, Onur maddesi.

[2] İoanna Kucuradi, Etik, Ankara 1988, s.162

[3] Fatır,35/10.

[4] Eşref Edib, Mehmed Âkif: Hayatı-Eserleri. İstanbul 1960, s.170.

[5] Enfal 8/46-47

[6] Maide, 5/54

[7] Enfal 8/60.

[8] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2003, 2 / 553.

[9] Rad 13/11

QOSHE - MÜSLÜMAN ONURUNU NASIL KORUR? - Prof. Dr. Celal Kırca
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

MÜSLÜMAN ONURUNU NASIL KORUR?

10 20
04.11.2023

“Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerlere, şeref ve itibar”a onur, deniliyor. Kişisel değerler ise, “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet ve izzetinefis” [1] olarak açıklanıyor. Diğer bir ifade ile kişisel değerler, insanın kendine olan saygısını, haysiyetini ve izzetinefsini ifade ederken; onur da başkalarının bu kişisel değerler sebebiyle insana gösterdiği saygıyı ifade ediyor. İoanna Kuçuradi ise onuru, kişinin kendi imgesine uygun davranması, kendi imgesine uygun yaşaması bilinci ve böyle yaşamaktan dolayı kendine layık gördüğü belirli bir muamele beklentisine uygun biçtiği değer,[2] olarak tanımlıyor. Bu tanımlara göre Müslüman için onur, Allah’a inanma, bütün samimiyeti ve benliği ile O’nun buyruklarına teslim olma anlamına geliyor. Bu teslimiyet de Kur’an’da “iman ve amel-i salih” kavramları ile ifade ediliyor. Dolayısıyla kendisiyle, ailesiyle, insanlarla, daha da önemlisi inandığı değerlerle barışık olmaya ve bir ahenk içinde yaşamaya onur, buna sahip olan insana onurlu, sahip olmayana da onursuz deniliyor. Daha açık bir ifade ile Müslüman için onur, iman etmeyi ve imanının gerektirdiği kulluk, insanlık ve halifelik görevlerini lâyıkı ile yerine getirmeyi ifade ediyor. Zira imandan yoksun bir onur, insanlar nezdinde bir değer ifade etse de, Allah katında bir değer ifade etmiyor.

Bu nedenle gerçek onur, Allah katında onurlu olmanın şartlarına ve kurallarına riayet etmekten geçiyor. Ancak böyle bir onur, hem Allah katında hem de insanlar nezdinde bir değer ifade ediyor. Dolayısıyla Müslümanın Allah katındaki değeri de kulluk görevlerini yerine getirmesi, insanî değerlere sahip olması ve doğru işi doğru biçimde yapmasına bağlı bulunuyor.

Nitekim “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref tamamıyla Allah’a aittir (İzzet ve şeref yalnızca O’na inanmakla kazanılır). Unutmayın, Allah katına yükselen; O’nun katında değerli olan şey güzel söz; tevhid inancıdır. İyi ve yararlı işler de tevhid inancıyla yücelir, anlam kazanır. (İzzet ve şerefe, ancak tevhid inancıyla, iyi ve yararlı işler yapmakla ulaşılır). Sinsice tuzaklar kuranlar (seni ve getirdiğin dini yok etme hesapları yaparak izzet ve şeref kazanmak isteyenler) içinse şiddetli bir azab vardır. Kurdukları tuzaklar da boşa çıkacaktır”[3] ayeti, bu değeri açıklıyor.

Şüphesiz her Müslüman, mensubu olduğu İslâm ile onur duyar. Ancak bu mensubiyet, onuru korumak için yeterli olmuyor, ayrıca ilimde, kültürde, sanatta, edebiyatta, felsefede, sanayide, tarımda ve askerî alanda güçlü olmayı da gerektiriyor. Nitekim Müslümanların, güçlü oldukları dönemlerde onurlarını korudukları ve bu uğurda canlarını ve mallarını feda ettikleri; fakat güçlerini kaybettikleri dönemlerde ise saygınlıklarını yitirdikleri biliniyor. Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışı; Moğol istilası; Haçlı seferleri, Yunan mezalimi ve Gazze’de yaşananalar da ise itibar kaybı görülüyor. Nitekim Endülüs Emevî Devletinin son Sultanı Ebu........

© Mir'at Haber


Get it on Google Play