DİNÎ İLİMLERDE BİR GELECEK TASAVVURU OLUŞTURULABİLİR Mİ?

İslami kültürümüzü, sadece tekrar etmek, yüceltmek ve günümüze taşımak, çağdaş problemlerimizi çözmeye yetmemektedir. Zira geçmişten günümüze intikal eden İslamî kültür, büyük oranda “Epistemik Cemaat” kültürünü yansıtmaktadır. Bu durumun, günümüzde cemaatçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar ile cemiyetçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar arasında “Gelenekçi Müslüman” ve “Yenilikçi Müslüman” ayırımına sebep olduğu da bilinen bir olgudur. Nitekim cemaatçi toplum modelini benimseyen Müslümanlar, cemaat liderinin karizmatik kişiliğine ve otoritesine dayalı bir bilgiyi, İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görürken; cemiyetçi toplum modelini benimseyen ve bu modeli savunan Müslümanlar, sadece Kur’an’î bilgiye dayalı ilke ve prensipleri İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görmektedirler.

Böyle bir görünüm arz eden dinî anlayışlara dayalı dinî ilimler için bir gelecek tasavvuru mümkün olabilir mi ? sorusu, haklı olarak akla gelmektedir. Ancak iyi analiz edilip değerlendirildiğinde bu sorunların, iki ana kulvarda odaklandığı görülüyor. Bu ana kulvarlardan birisi gelenekçilik, diğeri ise geleneksizliktir. Gelenekçilik, “inançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya öğreti”; geleneksizlik ise bir geleneğe sahip olmama demektir. Elbette ki dinin bir geleneği olacaktır, hatta olmalıdır. Zira gelenek, dinin ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlarından oluşan bir birikimidir. Bu birikimde bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler olduğu gibi olmayanları da mevcuttur. Çünkü geleneği oluşturan, yorumları yapanların da bizim gibi insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarına ki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarına göre yorumlarda bulunduklarını dikkate almak ve bu hususu asla gözden ırak tutmamak gerekiyor. Buradaki ana sorunun ise geleneği, gelenekçiliğe dönüştürme çabası ve ona ideolojik bir nitelik kazandırma anlayışı olduğu görülüyor.

Benzer şekilde geleneksizliğin de en az gelenekçilik kadar sorunlu olduğu anlaşılıyor. Çünkü geleneği olamayan bir dinin, müntesiplerine birlik adına vereceği bir şeyi olmadığı anlamına geliyor. Bu nedenle gelenek ile gelenekçiliği ve geleneksizliği bir birinden ayırt etmek gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir ayırımın yapılmayışı, dinî ilimlerde düşünce ve tavır sorunları oluşturuyor.

Zira bir tarafta gelenekçilik ile dinî yorumların mutlaklaştırıldığı ve yorumlardaki değişimin önüne set çekildiği; diğer tarafta ise dinî yorumlarda geleneksizliğe giden anlayışlara yol açıldığı, dolayısıyla da köksüzlüğe ve öksüzlüğe kapı aralandığı görülüyor. “Köksüzlüğün öksüzlük” olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu nedenle geleneğin tesirini ve yorum biçimini mutlaklaştırmak da, geleneği ve tarihsel formları aşıp dinî metinlerin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırmak da ; bir bilgi objesi olan dinin yorumunu, bir inanç objesi olarak kabul etmek ve din gibi algılamak da ; dinî metinleri iç ve dış bağlamlarından kopararak çağdaş anlayışlara uygun gelecek tarzda yorumlamak da yorumun değeri ve anlama yöntemleri açından sorunlu bir görünüm arz ediyor.

Bunun için de, dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı, parçacı/atomik düşünce yöntemlerinin ve mutlakçı anlayışlarının terk edilerek, bunların yerine analitik, sorgulayıcı ve eleştirel düşünce yöntemlerinin geliştirildiği ve kullanım alanlarının genişletildiği bir düzeye ulaşılması için çaba göstermek icap ediyor. Mesela ilmihal kitaplarında ele alınan konuların, iman, ibadet ve ahlak şeklinde bir sıralamaya tabi tutuldukları biliniyor. Ancak böyle bir sıralama, Kur’an’ın nüzulüne ve bu nüzule göre dini tebliğ eden Hz. Peygamberin uyguladığı tebliğ yöntemine ve bilgi hiyerarşisine uygun düşmüyor. Zira Mekkî ayetlerdeki muhtevada imanî ve ahlakî konuların, Medenî ayetlerde ise ibadet ve muamelatla ilgili konuların daha çok öne çıktığı görülüyor.

Buna göre sıralamanın, iman, ahlak, ibadet ve muamelat şeklinde olması dinî referanslarımızı doğru anlama açısından önem arz ediyor. Dolayısıyla Kur’an, sünnet ve içtihat hiyerarşisinin ve değerler sistematiğinin bozulmaması için azamî özenin gösterilesinde gereklilikten ziyade bir zorunluluk bulunuyor. Çünkü bilgi hiyerarşisine riayet edilmeden elde edilen bilgi parçacıkları, fikir üretmede zenginleştirici bir unsur olarak gerekli olsalar da değerler sistemini altüst ediyor. Zira bilgileri rastgele üst üste yığmakla fikir üretilemiyor, Bu bilgileri bir araya getirme şeklinde bile bilgiden bağımsız sistematik düşünceye ve yönteme ihtiyaç bulunuyor.

Mesela Rab ismi, Kur’an’da mevcut olduğu halde, Tirmizî’ nin rivayet ettiği esmau’l hüsna listesinde yer almıyor. Bu da Kur’an’da yer alan bir bilginin dışlanması anlamına geliyor. Bunun da dini anlayışların oluşumunda ve bu oluşumların dinî ilimlere yansıtılmasında ciddî sorunlar oluşturduğu görülüyor. Bunların başında ise rivayetlerin “iman objesi” olarak algılanması sorunu yer alıyor. Zira iman objesi olan tek kaynak Kur’an’dır. Çünkü Kur’an tenzile imanı önerir, rivayetlere imanı değil. Bu nedenle Kur’an, hem iman objesi, hem de bir bilgi objesidir; rivayetler ise sadece bilgi objesi olabilirler, iman objesi değil. Çünkü imanda sorgulama yoktur, sadece tasdik vardır. Oysa rivayetler, tarih boyunca sürekli sorgulanmışlar, senet ve metin kritiğine tabi tutulmuşlardır.

Rivayetler konusunda bir başka sorunda, aynı konuda veya aynı alanda nakledilmiş en az iki veya daha çok rivayet mevcut ise, bu rivayetlerden birinin tercih edilip diğerlerinin dikkate alınmaması tavrıdır. Bundan da daha vahimi tercih edilen rivayetin mutlaklaştırılmasıdır. Mesela Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ile İbn Hişam’ın Siyer’inde art arda nakledilen ve birbirinden farklı iki rivayet yer almaktadır. Bu rivayetlerden birincisi, Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı kuralına referans yapılan bir içeriğe sahip olmasına rağmen, ikincisinde ise böyle bir referans bulunmamaktadır. Bu iki rivayetten hangisi doğrudur? Doğru dediğimiz rivayetteki tercih kriterimiz nedir veya ne olmalıdır? Bu sorulara makul cevap vermeden rivayetlerden birini tercih etmek ne kadar doğru bir yaklaşım tarzıdır? Bu da gösteriyor ki rivayetlerin dinî anlayışlardaki kullanımında yöntem ve anlama sorunları söz konusudur.

Her alanda olduğu gibi dini ilimlerde de branşlaşmanın sağladığı bir çok faydanın yanında, meslek körlüğü denilen olumsuzlukları da bulunuyor. Bu olumsuzluklardan azamî ölçüde korunmak için, dinî ilimlerde interdisipliner anlayışa geçilmesi gerekiyor. Bunun için de din eğitim ve öğretiminin interdisipliner yaklaşımlarla yeniden kurgulanmasında zorunluluk bulunuyor. Zira günümüzde dinî ilimlerdeki ana problemin, konulara interdisipliner bir bakış açılarıyla yaklaşılmamış/yaklaşılamamış olmasında görülüyor. Bunun çözümü de , interdisipliner yaklaşımları kullanarak, dini bütün boyutlarıyla ele almak; her bir ilim dalının katmanlarından bir şeyler alarak günümüzün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bilgiler üretebilmektir.

Tıpkı evliliğin acı tarafları olsa da, bekarlığın hiçbir şeyi olmayışı gibi, düşünce üretmenin yanlışları olsa da, düşüncesizliğin hiçbir şeyi yoktur. Bu nedenle düşünce üretmekten korkulmamalıdır. Zira üretimde bulunmadan geleneği aynen muhafazaya kalkışmak, geleneği dondurmak demektir. Buna karşılık doğru olan ve devam etmesi gereken geleneği muhafaza etmeden yeniyi, sadece yeni olduğu için savunmak ise dini düşünceyi yozlaştıran bir yola girmek demektir. Her iki durumda da dini düşünce, hayatın dışında kalmaya mahkum olacak demektir. Çünkü düşünce süreci, bilgiyi malzeme olarak kullansa bile ancak fikirlerle ilerleyebiliyor. Düşünmeyi bilmeyenler, ideolojik kalıplar arasında istedikleri kadar gezinseler ve bilgi depolasalar da fikir üretemiyorlar. Zira tenkitsiz analiz, sezgisiz sentez olamadan doğru bir değerlendirme de söz konusu olamıyor. Bu nedenle düşünce üretemeyenlerin, başkalarının ürettikleri düşünceleri de yeterince anlayamadıkları, eleştiride bulunamadıkları ve akıl süzgecinden geçiremedikleri, daha da önemlisi üretilen düşüncelerin somutlaşan ürünlerini ve enstrümanlarını kullanamadıkları da müşahede ediliyor.

Bunun da ilk adımı, eğitim sisteminde zihniyet ve yöntem değişimine gidilmesidir. Geçmişten bugüne intikal eden eğitim sisteminde talebe, sadece bilgi alan bir obje konumunda olmuştur. Oysa dini ilimler açısından iyi bir gelecek tasavvuru için talebenin, hem bilgi alan, hem de bilgi elde eden bir konuma getirilmesi gerekmektedir. Sadece hocanın konuştuğu talebenin ise dinlediği aktarmacı ve ezberci yöntem ile talebeye interdisipliner bir bakış açısı kazandırmak mümkün değildir. Çünkü böyle bir yöntemde talebe, sanki lokantaya gelmiş bir müşteri, hoca da bir lokantacı konumundadır. Talebenin bilgi elde etmek için çaba göstermediği bir eğitim ve öğretim yönteminin, sorunlara çözüm üretemeyeceği de herkesin bildiği bir konudur. Bu nedenle dinî ilimlerde mevcut sorunlara çözüm getirecek yeni yöntemlere ve tasavvurlara ihtiyaç bulunmaktadır.

Bu tasavvurlar da yeni bir İslâm medeniyeti projesinin alt yapısını oluşturacak mahiyette de olmalıdır. Zira Müslümanların mazide ortaya koyduğu vakıf medeniyeti, işlevselliğini tam olarak yitirmemiş olsa da, Batı’nın teknoloji medeniyeti karşında çaresizdir. Bununla birlikte bilim ve teknolojiye olan katkılarını bir yana bırakacak olursak Batı medeniyetinin, teknolojiyi kullanmadaki sorumsuzluğu ve sömürgeci zihniyeti, ahlaken çürümekte ve insanî değerleri gittikçe erozyona uğratmaktadır. Nitekim dün Birinci ve İkinci Cihan Savaşları sırasında, bugün de Gazze’de, insanlığa karşı işlenen suçlar, bunun birer göstergesidir. Bu nedenle insanlık, yeni bir medeniyet anlayışına ve projesine muhtaçtır. Bu amaçla Müslümanlar, sahip oldukları potansiyel ile ilk dönemlerde olduğu gibi ayırım yapmadan ilimlere yönelmeli ve yeni bir medeniyet anlayışı ve projesi oluşturmak için çaba göstermelidir. Bu, tarihin Müslümanlara yüklediği bir sorumluluktur. Konuya bir de bir de bu açıdan bakmakta yarar bulunmaktadır.

Prof. Dr. Celal Kırca

YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ

MİRATHABER.COM – YOUTUBE

QOSHE - DİNÎ İLİMLERDE BİR GELECEK TASAVVURU OLUŞTURULABİLİR Mİ? - Prof. Dr. Celal Kırca
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

DİNÎ İLİMLERDE BİR GELECEK TASAVVURU OLUŞTURULABİLİR Mİ?

5 0
02.01.2024

DİNÎ İLİMLERDE BİR GELECEK TASAVVURU OLUŞTURULABİLİR Mİ?

İslami kültürümüzü, sadece tekrar etmek, yüceltmek ve günümüze taşımak, çağdaş problemlerimizi çözmeye yetmemektedir. Zira geçmişten günümüze intikal eden İslamî kültür, büyük oranda “Epistemik Cemaat” kültürünü yansıtmaktadır. Bu durumun, günümüzde cemaatçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar ile cemiyetçi bir toplum modelini benimseyen Müslümanlar arasında “Gelenekçi Müslüman” ve “Yenilikçi Müslüman” ayırımına sebep olduğu da bilinen bir olgudur. Nitekim cemaatçi toplum modelini benimseyen Müslümanlar, cemaat liderinin karizmatik kişiliğine ve otoritesine dayalı bir bilgiyi, İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görürken; cemiyetçi toplum modelini benimseyen ve bu modeli savunan Müslümanlar, sadece Kur’an’î bilgiye dayalı ilke ve prensipleri İslâmî hayatı için gerekli ve bağlayıcı görmektedirler.

Böyle bir görünüm arz eden dinî anlayışlara dayalı dinî ilimler için bir gelecek tasavvuru mümkün olabilir mi ? sorusu, haklı olarak akla gelmektedir. Ancak iyi analiz edilip değerlendirildiğinde bu sorunların, iki ana kulvarda odaklandığı görülüyor. Bu ana kulvarlardan birisi gelenekçilik, diğeri ise geleneksizliktir. Gelenekçilik, “inançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya öğreti”; geleneksizlik ise bir geleneğe sahip olmama demektir. Elbette ki dinin bir geleneği olacaktır, hatta olmalıdır. Zira gelenek, dinin ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlarından oluşan bir birikimidir. Bu birikimde bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler olduğu gibi olmayanları da mevcuttur. Çünkü geleneği oluşturan, yorumları yapanların da bizim gibi insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarına ki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarına göre yorumlarda bulunduklarını dikkate almak ve bu hususu asla gözden ırak tutmamak gerekiyor. Buradaki ana sorunun ise geleneği, gelenekçiliğe dönüştürme çabası ve ona ideolojik bir nitelik kazandırma anlayışı olduğu görülüyor.

Benzer şekilde geleneksizliğin de en az gelenekçilik kadar sorunlu olduğu anlaşılıyor. Çünkü geleneği olamayan bir dinin, müntesiplerine birlik adına vereceği bir şeyi olmadığı anlamına geliyor. Bu nedenle gelenek ile gelenekçiliği ve geleneksizliği bir birinden ayırt etmek gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir ayırımın yapılmayışı, dinî ilimlerde düşünce ve tavır sorunları oluşturuyor.

Zira bir tarafta gelenekçilik ile dinî yorumların mutlaklaştırıldığı ve yorumlardaki değişimin önüne set çekildiği; diğer tarafta ise dinî yorumlarda geleneksizliğe giden anlayışlara yol açıldığı, dolayısıyla da köksüzlüğe ve öksüzlüğe kapı aralandığı görülüyor. “Köksüzlüğün öksüzlük” olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu nedenle geleneğin tesirini ve yorum biçimini mutlaklaştırmak da, geleneği ve tarihsel formları aşıp dinî metinlerin ilk okunuş ve anlayış biçimini mutlaklaştırmak da ; bir bilgi objesi olan dinin yorumunu, bir inanç objesi olarak kabul etmek ve din gibi algılamak da ; dinî metinleri iç ve dış bağlamlarından kopararak çağdaş anlayışlara uygun gelecek tarzda yorumlamak da yorumun değeri ve anlama yöntemleri açından sorunlu bir görünüm arz ediyor.

Bunun için de, dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı,........

© Mir'at Haber


Get it on Google Play