Dünün sebepleri, bugünün sonuçlarıdır; bugünün sonuçları da geleceğin sebepleri olacaktır. Bugün İslâm alemi neden perişan, birlikten ve güçten yoksun bir durumda. Bunun sebeplerini iyi tahlil edip anlayabilirsek şayet, gelecek için olumlu adımlar atabilme imkanı da elde etmiş oluruz. Aksi takdirde gelecek nesillere kötü bir miras bırakacak, dolayısıyla onlar da bugün bizim söylediklerimizi, söylemeye devam edecek, demektir. Zira sorunların sebepleri doğru teşhis edilmedikçe, çözümleri de bulunamamaktadır. Tıpkı hastalığa doğru teşhis konulmadan tedavisinin yapılamadığı gibi.

Müslümanlar, ilk yüz yıllarda anlam arayışlarında olmuş ve buna bağlı bir de medeniyet kurmuşlar; orta dönemde hakikat arayışına girişmişler ve bunun çabası içinde olmuşlar; son asırlarda ise Batı ilimde, teknolojide, sanatta gelişip, çeşitli yollarla güç elde etme arayışında olurken; İslâm alemi atalarından kendilerine intikal eden fikrî mirasla yetinmişler ve onunla öğünmekten ve onu tekrar etmekten başka bir işle de meşgul olmamışlardır. Daha da önemlisi farklı işlerle meşgul olmak isteyenleri hem susturmuşlar, hem de ilim adına yapılan olumlu işlere engel olmuşlardır.

Halil İnalcık, “Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” isimli kitabında bu konu ile ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur:

“Taşköprülüzâde, daha 1540’larda skolastik ilahiyat ve matematiğin medrese ulaması arasında eski itibarını yitirdiğinden ve ilim düzeyinin düştüğünden yakınır. Kuramsal ilimler üzerine kitapların rağbet görmediğinden, ulemanın da yalnız basit el kitapları okuduktan sonra kendilerini alim saydıklarından şikayet eder. Onlar, kelam ve Kur’an tefsiri gibi ilimlere değil, yalnızca İslâm hukukunun dünyevî yanlarına ya da şiir, inşa ve fıkra gibi “hoppalıklara” önem veriyorlardı. Gerçekte, bu yararlı sanat ve ilimler, kadılık gibi dünyevî makamlar elde etmek bakımından değer taşıyordu”[1] der.

Galata’da 1577’de Takiyyüddin Mehmed tarafından kurulan rasathanenin 1580’de bir grup yeniçeri tarafından yok edilişini de yana yakıla anlatan Halil Hoca, “1767’de Ali Paşa’nın kitaplarına el konulduğu zaman şeyhülislamın, koleksiyonda bulunan felsefe, astronomi, tarih üstüne yazılmış yapıtların kütüphanelere konulmasını yasaklayan bir de fetva çıkarttığını yazar.

Fahri Unan da sunduğu bir tebliğde, “Osmanlı medreseleri arasında seçkin bir yeri bulunan Sahn-ı Seman medreselerinde ders vermiş olan yaklaşık 1200 civarındaki ilim adamını değerlendirdiğimizde, karşımıza ilgi çekici neticeler çıkmaktadır. Mesela, 1470’ten, yani söz konusu medreselerin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar geçen süre içerisinde Sahn’da müderrislik eden toplam 290 kişiden sadece 118’i ( = % 40.7) pek çoğu bir risaleden öte gitmeyen yekun 520 eser yazarken; XVII. yüzyıl boyunca 648 ilim adamından yalnız 60’ı ( = % 9.3) irili-ufaklı toplam 118 eser ortaya koyabilmişti. XVIII. yüzyılın ortalarına kadar Sahn müderrisliği eden toplam 253 kişiden ise, ancak 16’sının ( = % 6.4) benzer nitelikte eserler yazdıklarını görüyoruz” [2] bilgisine yer verir.

O dönemlerde ele alınan konuların içeriği hakkında bir fikir edinebilmek için de Katip Çelebi’nin “Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l Ehakk” isimli eserine bir göz atmak, yeterli olacaktır. Katip Çelebi 17. Yüzyılda (1609-1659) yaşamış, bir bilim ve fikir adamıdır, ansiklopedik bir ilmî kişiliğe sahiptir. Bu nedenle onun fikir ve düşünceleri, o dönem için önem arz etmektedir. Zira bu kitabın önemi, Katip Çelebi’nin fikir ve düşüncelerini yansıttığı kadar, hatta ondan daha fazla o dönemde toplum hayatında sorun olarak gözüken dinî problemler hakkında bize bir fikir vermiş olmasından dolayıdır. Onun ele alıp açıkladığı bu problemler, ayrıca bize 20.yüzyılın sonlarıyla 21. Yüzyılın başlarında yaşanan dinî problemler arasında bir mukayese yapma imkanı da sunar.Söz konusu bu kitapta ele alınan konular şunlardır:

“Aklî ilimlerin lüzumu, Hızır’ın hayatı, teganni, raks ve deveran, tasliye ve tarziye, tütün, kahve, afyon şurubu ve diğer keyif verici maddelerin kullanılması, Resullah’ın anne ve babası, Fir’avn’un imanı, Şeyh Muhiddin b. Arabî’nin durumu konusunda vaki olan ihtilaf, Yezid’e lanet okuma, bid’at, kabir ziyaret, Regaib, Berat ve Kadir Gecesi namazları, musafaha, inhinâ, iyiliği emir ve kötülükten men etme, millet, rüşvet, Ebussud Efendi ile Birgili Muhammed Efendi, Sivasî Efendi ile Kadızâde Efendi, nimeti dile getirme ve tavsiyeler”.[3]

Mehmet Akif Koç, yaptığı bir söyleşide Katip Çelebi ile ilgili şu bilgiyi de yer veriyor: “Katip Çelebi çok büyük bir kafadır. Ve kendi döneminde medrese ulemasıyla sürekli takışmıştır. Cihannüma diye bir eseri var, medreseye eleştiride bulunuyor. Düşünün ki, yazdığı tarih 1650’ler. Cihannümâ’da diyor ki, “Siz böyle devam ederseniz bir gün düşman Çanakkale boğazına gelecek” diyor, kelimesi kelimesine. “Böyle devam ederseniz” dediği şey ne biliyor musunuz? Medrese ulemasına, fen bilimleriyle din bilimlerini ayırırsanız demek istiyor. Ve yaklaşık 250 sene sonra Çanakkale boğazına düşman geldi. Bize ne olduysa son 400 senede oldu.[4]

Katip Çelebi ile aynı dönemde yaşamış olan Koçi Bey (17.Yüzyıl) de dönemi ile ilgili sorunlara şöyle temas eder:

“İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmek gerekir. Kadılık yolunda vasıta, bilgidir Yaş ve sene, soy ve sop değildir. Şimdi adaletle iş gördükleri vakit, makamı eskilere verirler. Halbuki eskilik, Allah yanında kadılığa sebep değildir. Şeriat seccadesi, bilgin ve adil olanlara gerekir. Medreseler dahi ilmî incelikler çıkarmağa kâdir olanlara gerekir. Bir cahilin, sırf eskidir diye bir bilginin önüne geçirilmesi haksızlıktır. Bilgi ve diyaneti olunca, genç de olsa zarar vermez.”[5] Bu konuda “ Beşik Ulemalığı” nı ve meydana getirdiği sorunları da gözden ırak tutmamak gerekiyor.

Katip Çelebi ve Koçi Bey’den sonra yaşadığı bilinen İbrahim Müteferrika (ö.1747)’nın ilk matbaayı kuran kişi olduğu biliniyor. Erhan Afyoncu, “Müteferrika Matbaasında hangi kitap ne kadar satıldı? ” başlıklı yazısında, toplam 16 kitabın adından ve toplam 6.700 adet basıldığından söz ederek, bu kitapların 6 ile 18 yıl aralığında 5.261 adedinin satıldığı bilgisini verir.[6]

Osmanlı Devleti, Viyana kuşatmasına kadar Batı kültürü ile askeri alanlardaki temasları hariç, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda herhangi bir temas içinde olmamış ve buna da ihtiyaç duymamıştır. Zira Bernard Lewis’in ifadesiyle “Klâsik çağların Müslümanlığı için Frenk Avrupa, kendisinden güneşli İslâm dünyasının öğreneceği hiçbir şeyi olmayan, pek az korkacağı bir dış barbarlık ve imansızlık kaynağı”[7]dır. Ne var ki Osmanlı ordularının Batı orduları karşısındaki devamlı yenilgileri, Osmanlı devlet adamlarına, önce Batı’nın askeri alandaki, daha sonra da teknik ve kültürel alanındaki üstünlüğünü kabule zorlamış, neticede Osmanlı Devletinin kurumlarının yenilenmesi ve bunun için de Batı’nın bazı kurumlarının alınması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu maksadın hasıl olabilmesi içinde millî eğitimde gerekli değişikliklerin yapılması ve Batı programlarıyla Batı usullerinin kabul edilmesi cihetine gidilmiştir. Bunun içinde Batı’dan öğretmenler getirilmiş, yüksek okulların öğretiminde yabancı dil öğrenmek mecburiyeti konmuş ve Avrupa’ya ayrıca öğrenciler gönderilmiştir. Bu faaliyetler nihayetinde Avrupa ile aracısız bir bağlantı sağlamakta etkili olmuşlardır.[8

Avrupa ile aracısız bu bağlantı, zamanla Batı düşüncesinin ve değerlerinin, Doğu değerlerinin yanında yer almasını ve yerleşmesini sağlamıştır.[9] Bunu Bernard Lewis, “Batı ile yapılan temas neticesinde Türkler, Hıristiyanlığı, Hıristiyan fikirlerini ve Avrupa uygarlığını reddetmekle beraber yine de Hıristiyan Avrupa’da iktibas edecek, taklit edecek ve benimseyecek kadar yararlı ve çekici pek çok şey buldular”[10] şeklinde açıklamaktadır.

Avrupalılar, Osmanlı toplumunda görülen çok kadınla evlilik, tesettür, mesturiyet (saklanma) ve cariyeliği İslam dininin kadınlara değer vermeyişinin bir ispatı gibi algıladıklarından eleştirilerini de bu konulara odaklaştırmışlardır. Nitekim Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi’in yazdığı yazılarda sigorta, faiz, tesettür, heykel, suret (resim) musiki, taaddüd-i zevcat, kumar ve içki gibi konulara temas ettiği görülmektedir.

O dönemden bu güne ne değişti? Diye soracak olursak, Türkiye İstatistik Kurumunun 2022 yılına ilişkin verilerine bakmak yeterli olacaktır. Yazılı medya ve uluslararası standart kitap numarası istatistiklerine (ISBN) göre son bir yılda yayımlanan kitap sayısı 69 bindir. Bu sayı ABD’de 300 binin, Çin’de ise 400 binin üzerindedir. Yılda ders kitapları hariç basılan kitaplar Amerika’da 72 000; Almanya’da 65 000; İngiltere’de 48 000; Fransa’da 39 000; Brezilya’da 13 000 ve Türkiye’de 6 031 seviyesindedir.

Türkiye’de toplumun düzenli kitap okuma oranı% 0.1, kitap toplum yaşamında önem sıralamasında 235 sırada, toplumun % 75’i kitap okumuyor,% 40 hiç kütüphaneye gitmemiş. Kütüphaneye gidenlerin önemli bir kısmı da okul kitabı veya ders kitabı için gitmiş. Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 7. Türkiye’de de yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. Japonya’da 1 kişi yılda ortalama 25 kitap okurken, Türkiye’de 6 kişi 1 kitap okuyor.[11] Müslümanların inandığı kitap, “ oku”, zira “bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” dediği halde, okuyarak bilgilenmemelerini, nasıl ve ne ile izah edebiliriz?

Yıllar önce okuduğun bir yazıda, Osmanlı Devleti ile Japonya’nın aynı dönemlerde Batılılaşmaya başladığı, Japonların bunu başardığı, fakat Osmanlının başaramadığı; gerekçe olarak da Japonların, önce ekonomilerini düzelttikten sonra sosyal alanda devrim yapmayı tercih ettikleri; Osmanlı’nın ise önce sosyal alanda devrim yapmayı, sonra ekonomisini düzeltmeyi amaçladıkları, dolayısıyla Osmanlı’nın başarılı olamadığı, fakat Japonya’nın başarılı olduğu anlatılıyordu. Kimin yazdığını ve nerede okuduğumu net hatırlamadığım bu bilgiyi, Fakültemizde verdiği bir konferans sonrasında Japon bilim insanı Prof. Dr. Yoshiko Oda Hanım’a aktarmış ve bu konudaki görüşünü sormuştum. O da bana “ Kısmen doğru, biz Batı’yla temasa geçmeden önce eğitime çok önem verdik, yıllarca halkımızı her konuda eğittik, ondan sonra Batı’ya talebe gönderdik” demiş, eğitimin ve bilgi birikiminin önemine dikkat çekmişti.

Mehmet Kaplan’ın bu konudaki düşüncesi ise şöyledir: “Türkiye’de birbiriyle çatışan değerler, din ile ilim veya felsefe değil, bir sahifede özetlenen, hatta bazen beş altı cümle ile hülasa olunan basit, son derece basit, insanın ne kalbini, ne kafasını doyuran ideolojiler ve sloganlardır. Dünya da bir sahifelik, yahut birkaç cümlelik bir iman üzerine hiçbir medeniyet kurulmamıştır. İptidaî kavimlerin bâtıl inançları, çok daha derin, kompleks ve beşerîdir. Bizi bu kolaylık ve sığlık mahvedecektir. Dinî ifrat nasıl mutlak surette maddî kuvvetin ret ve inkarı şeklinde tecelli etmiş ise, ilmî ifrat da dinin ret ve inkarı şeklinde tezahür etmiştir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e gelinceye kadar din ile ilim arasında bir uzlaştırma yapılmaya çalışılmış, felsefî kültür noksanlığı sebebiyle buna muvaffak olunamamıştır. Zira dinden doğrudan doğruya ilim ve tekniğe geçilemez. Arada bir felsefî bir merhale geçirmek şarttır.”[12]

“Yenilik her şeyden önce üslupta gösterir. Yunus ve Mevlana İslamiyet’i yeni bir şekilde yaşayarak, yeni bir üslup yaratmışlardır. Akif’in üslubunun yeni olması da dini yeniden yaşamasından dolayıdır. Şahsen eski üslupla, basmakalıp dinî bir yazı gördüm mü okumaya lüzum görmüyorum. Çünkü bu, onu yazanın, dini yeniden yaşamadığını gösteren en açık delildir. Türkiye’de bugün yeni üslupla yazılmış dinî bir edebiyat yoktur. Bu da gösterir ki medrese devam ediyor. Fakat şunu unutmayalım: İslamiyet’i öldüren basmakalıp fikirleri tekrar ediş olmuştur. Yenilenmeyen şey, kabuk bağlar, katılaşır, ölür.” [13]

Prof. Dr. Celal Kırca

YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BU LİNKİ ZİYARET EDİNİZ

[1] Halil İnalcık, Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, İstanbul 2014, s.149.

[2] Fahri Unan, Medrese-Yönetim İlişkileri ve Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Meselesi, Söğüt Osmanlı Sempozyumu ( VII 1992 Söğüt), 1993, s. 2

[3] Katip çelebi, Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l Ehakk, Sad. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, İstanbul 2001.

[4] M.Akif Koç, Neden Alim Yetiştiremiyoruz, İktibas, 22 Mart 2019.

[5] Koçi Bey Risalesi, Zuhruri Danışman, Devlet Kitapları, İstanbul 1972, s. 29.

[6] Erhan Afyoncu, Sabah, 10.10.2021.

[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çeviren, Metin Kıratlı, Ankara 1970, s.35.

[8] Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1970, 5/184. Hamid İnayet, Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, Çeviren, Hicabi Kırlangıç, İstanbul 1991, s.37-42.

[9] Karal, Osmanlı Tarihi, s.5/184.

[10] Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.42.

[11] İsmail Orhan Sönmez, Dünya genelinde kitap okuma oranları ve Türkiye, Balıkesir Posta Gazetesi, 19 Haziran 2023.

[12] Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, İstanbul 1970, s.127-128

[13] Nesillerin Ruhu, s.145.

QOSHE - BİR DURUM ANALİZİ: DÜŞÜNÜRLERİN DÜŞÜNCELERİ - Prof. Dr. Celal Kırca
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

BİR DURUM ANALİZİ: DÜŞÜNÜRLERİN DÜŞÜNCELERİ

7 15
18.11.2023

Dünün sebepleri, bugünün sonuçlarıdır; bugünün sonuçları da geleceğin sebepleri olacaktır. Bugün İslâm alemi neden perişan, birlikten ve güçten yoksun bir durumda. Bunun sebeplerini iyi tahlil edip anlayabilirsek şayet, gelecek için olumlu adımlar atabilme imkanı da elde etmiş oluruz. Aksi takdirde gelecek nesillere kötü bir miras bırakacak, dolayısıyla onlar da bugün bizim söylediklerimizi, söylemeye devam edecek, demektir. Zira sorunların sebepleri doğru teşhis edilmedikçe, çözümleri de bulunamamaktadır. Tıpkı hastalığa doğru teşhis konulmadan tedavisinin yapılamadığı gibi.

Müslümanlar, ilk yüz yıllarda anlam arayışlarında olmuş ve buna bağlı bir de medeniyet kurmuşlar; orta dönemde hakikat arayışına girişmişler ve bunun çabası içinde olmuşlar; son asırlarda ise Batı ilimde, teknolojide, sanatta gelişip, çeşitli yollarla güç elde etme arayışında olurken; İslâm alemi atalarından kendilerine intikal eden fikrî mirasla yetinmişler ve onunla öğünmekten ve onu tekrar etmekten başka bir işle de meşgul olmamışlardır. Daha da önemlisi farklı işlerle meşgul olmak isteyenleri hem susturmuşlar, hem de ilim adına yapılan olumlu işlere engel olmuşlardır.

Halil İnalcık, “Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” isimli kitabında bu konu ile ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur:

“Taşköprülüzâde, daha 1540’larda skolastik ilahiyat ve matematiğin medrese ulaması arasında eski itibarını yitirdiğinden ve ilim düzeyinin düştüğünden yakınır. Kuramsal ilimler üzerine kitapların rağbet görmediğinden, ulemanın da yalnız basit el kitapları okuduktan sonra kendilerini alim saydıklarından şikayet eder. Onlar, kelam ve Kur’an tefsiri gibi ilimlere değil, yalnızca İslâm hukukunun dünyevî yanlarına ya da şiir, inşa ve fıkra gibi “hoppalıklara” önem veriyorlardı. Gerçekte, bu yararlı sanat ve ilimler, kadılık gibi dünyevî makamlar elde etmek bakımından değer taşıyordu”[1] der.

Galata’da 1577’de Takiyyüddin Mehmed tarafından kurulan rasathanenin 1580’de bir grup yeniçeri tarafından yok edilişini de yana yakıla anlatan Halil Hoca, “1767’de Ali Paşa’nın kitaplarına el konulduğu zaman şeyhülislamın, koleksiyonda bulunan felsefe, astronomi, tarih üstüne yazılmış yapıtların kütüphanelere konulmasını yasaklayan bir de fetva çıkarttığını yazar.

Fahri Unan da sunduğu bir tebliğde, “Osmanlı medreseleri arasında seçkin bir yeri bulunan Sahn-ı Seman medreselerinde ders vermiş olan yaklaşık 1200 civarındaki ilim adamını değerlendirdiğimizde, karşımıza ilgi çekici neticeler çıkmaktadır. Mesela, 1470’ten, yani söz konusu medreselerin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar geçen süre içerisinde Sahn’da müderrislik eden toplam 290 kişiden sadece 118’i ( = % 40.7) pek çoğu bir risaleden öte gitmeyen yekun 520 eser yazarken; XVII. yüzyıl boyunca 648 ilim adamından yalnız 60’ı ( = % 9.3) irili-ufaklı toplam 118 eser ortaya koyabilmişti. XVIII. yüzyılın ortalarına kadar Sahn müderrisliği eden toplam 253 kişiden ise, ancak 16’sının ( = % 6.4) benzer nitelikte eserler yazdıklarını görüyoruz” [2] bilgisine yer verir.

O dönemlerde ele alınan konuların içeriği hakkında bir fikir edinebilmek için de Katip Çelebi’nin “Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l Ehakk” isimli eserine bir göz atmak, yeterli olacaktır. Katip Çelebi 17. Yüzyılda (1609-1659) yaşamış, bir bilim ve fikir adamıdır, ansiklopedik bir ilmî kişiliğe sahiptir. Bu nedenle onun fikir ve düşünceleri, o dönem için önem arz etmektedir. Zira bu kitabın önemi, Katip Çelebi’nin fikir ve düşüncelerini yansıttığı kadar, hatta ondan daha fazla o dönemde toplum hayatında sorun olarak gözüken dinî problemler hakkında bize bir fikir vermiş olmasından dolayıdır. Onun ele alıp açıkladığı bu problemler, ayrıca bize 20.yüzyılın sonlarıyla 21. Yüzyılın başlarında yaşanan dinî problemler arasında bir mukayese yapma imkanı da sunar.Söz konusu bu kitapta ele alınan konular şunlardır:

“Aklî ilimlerin lüzumu, Hızır’ın hayatı, teganni, raks ve deveran, tasliye ve tarziye, tütün, kahve, afyon şurubu ve diğer keyif verici maddelerin kullanılması, Resullah’ın anne ve babası, Fir’avn’un imanı, Şeyh Muhiddin b. Arabî’nin durumu konusunda vaki olan ihtilaf, Yezid’e lanet okuma, bid’at, kabir ziyaret, Regaib, Berat ve Kadir Gecesi namazları, musafaha, inhinâ, iyiliği emir ve kötülükten men etme, millet, rüşvet, Ebussud Efendi ile Birgili Muhammed Efendi, Sivasî Efendi ile Kadızâde Efendi, nimeti dile getirme ve tavsiyeler”.[3]

Mehmet........

© Mir'at Haber


Get it on Google Play