Bilindik hikâyedir. Zamanın Yavuz Sultan Selim’i “Merdüm-i dîdeme bilmem ne fusûn etti felek / Eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek / Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” dizelerini söyledikten bir müddet sonra yakın arkadaşı Hasan Can’a ‘Ne haldayım Hasan Can?’ diye sorar. Malum olduğu üzere padişahın sırtında şirpençe çıkmış, onu acıyla kıvrandırmaktadır. Bu acıya şahit olan ve çıban sıkmak gibi önemli bir görevi icra eden Hasan Can; “Allah’a kavuşmak zamanıdır devletlüm, kendinizi Allah’a bırakınız” yanıtını verir. Hünkâr gülümser ve; “Ya bunca zamandır sen beni kiminle sanırdın? Allah’a bağlılığımızda bir kusur mu gördün?” diye sitem eder. Bu noktada bestesi Yesâri Asım Arsoy’a, güftesi Fitnat Sağlık’a ait hüzzam makamında ‘Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır’ şarkısı girse, insan havsalasında mezkûr sahnenin daha bir canlılık kazanacağı söylenebilir. Ama işte kurgusal bir görsel metin gibi değildir, öyle olmaz. Mevzuun süreğinde Hasan Can ‘yok estağfurullah’ mı demiştir, padişahın gönlünü mü yapmıştır bilinmez ama kısa süre sonra Yavuz Sultan Selim’in de her ölümlü gibi dâr-ı bekâya irtihal eylediği bilinir.

Bu kurgu şimdiki zamanın bir yavuz hırsızına yorulsa herhalde şöyle cereyan eder: Yakın arkadaşı olmayan, uzak arkadaşlarını da bozuk para gibi harcayan bir yavuz; “Ne haldayım Hakan Can?” diye sorar. Sırtında çıban, şirpençe bir yana sivilce bile çıkmadığından rahatı pek yerindedir. Onun her nevi acımasızlığına şahit olan, ses çıkarmak şöyle dursun adeta çanak tutan yalakası, reel politik ve küresel menfaat peşinde koşturma yöntemlerini iyi bildiğinden; “Vakit Siyonizm’e yaklaşma, Yahudi’yle hemhal olma vakti başkanım” diye yanıt verir. Bunun üstüne yavuzluktan taviz vermektense insanlıktan çıkmayı çoktan göze almış olan ve zaman zaman ekonomist titrini her sıfata tercih eden şahıs, ev sahibini bastırma istidadının gereğini de yerine getirircesine; “Sen bizi bu zamana kadar kiminle bilirdin bre densiz!” diye bağırır. O noktada inceden ‘Uri ahim, uri ahim’ şarkısı çalar ama insanlar bunu ‘ürek sazın çalarman’ diye duyumsar. Ne söylenirse söylensin, hep duymak, bilmek, görmek istediğine kitlendiği gibi ne çalanı, ne çalınanı, ne hamuduyla götürülen develeri umursar. Zaten bundan böyle nasıl geçineceğini dert etmekten bir başka sıkıntıya sıra da gelmez.

Berber kapısından girmeyi günah-ı kebâirden addeden ve hatta inancına en büyük hakaret zanneden, sakalı göbeğinde şalvarlı şaltaklı insanlar, çıkıp gözlerinin içine bakan müritlerinin karşısında İsrail’le yapılan ticareti savunur. Bunlara göre güya o ticaret hacmi Filistin halkı dolayısıyla genişler, gemicikler Müslüman halkın ihtiyacını giderip onlardan satın aldıklarını falan taşır. Yedi buçuk milyon Filistinli aç mı kalsındır?! Oğlanların, yandaşların, işbirlikçilerin gemicikleri Aşdod Limanı’na sırf Filistin halkını beslemek için seyrüsefer eyliyordur! Demek Filistin halkı da coğrafyanın tüm insanları gibi demir, çelik, beton, kablo, dikenli tel, silah parçalarıyla beslenmekte; enerji nakli, jet yakıtı, helikopter modernizasyonuyla doymaktadır! Bu arada mütemadiyen bombalanan Gazze şehirlerinde çoluk çocuk açlıktan kırılır ama gözlerini yumabilen gerçeği rüyasında görecek değildir. Görmemek nasıl ki kâfirlere izafe edilirse göz yummak bir deyim olarak semitistlere hasredilebilir.

Neticede Yahudi’yle ticaret daha bir hevesle devam eder. Ticaret dediğin ne üç aylar dinler, ne Ramazan ve ne de Şevval… Limana çekilmiş gemicik, doldurulup boşaltılmak üzere oradadır. Yemenli bir mücahidin hışmına uğramamışsa durmasının âlemi yoktur! Daha bir iştiyakla ticarete sarılan Yahudi yardakçıları, onbeş yıl evvel yaptıkları göstermelik atarın hâlihazırda meyvesini yeme derdindedir. Öyle ya, başka kim ‘van minit’ ya da ‘tu dakaik’ demiş olabilir?! Elbette herhangi bir işbirlikçiye Yahudi’yle birlikteliği için mutluluklar dilenmez. Bundan böyle yürek dolusu ‘Allah birlikte haşr etsin!’ diye dua edilir. Hem de bu mübarek günlerde ta kalpten gelerek, divana durduktan sonra samimiyetle el açıp aminler eşliğinde Allah’tan istenir. Müslüman’ın zaferi nasıl ki Yahudi’nin kahrolmasıyla mümkünse işbirlikçileri kahredilmediği müddetçe düşman ancak abat olur. Yahudi ne denli lanete layıksa işbirlikçisi için de aynı kahır dilenir.

QOSHE - Asrın mürüvveti - İshak Koç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Asrın mürüvveti

6 0
19.03.2024

Bilindik hikâyedir. Zamanın Yavuz Sultan Selim’i “Merdüm-i dîdeme bilmem ne fusûn etti felek / Eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek / Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” dizelerini söyledikten bir müddet sonra yakın arkadaşı Hasan Can’a ‘Ne haldayım Hasan Can?’ diye sorar. Malum olduğu üzere padişahın sırtında şirpençe çıkmış, onu acıyla kıvrandırmaktadır. Bu acıya şahit olan ve çıban sıkmak gibi önemli bir görevi icra eden Hasan Can; “Allah’a kavuşmak zamanıdır devletlüm, kendinizi Allah’a bırakınız” yanıtını verir. Hünkâr gülümser ve; “Ya bunca zamandır sen beni kiminle sanırdın? Allah’a bağlılığımızda bir kusur mu gördün?” diye sitem eder. Bu noktada bestesi Yesâri Asım Arsoy’a, güftesi Fitnat Sağlık’a ait hüzzam makamında ‘Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır’ şarkısı girse, insan havsalasında mezkûr sahnenin daha bir canlılık kazanacağı söylenebilir. Ama işte kurgusal bir görsel metin gibi değildir, öyle olmaz. Mevzuun süreğinde Hasan Can ‘yok estağfurullah’ mı demiştir, padişahın gönlünü mü yapmıştır bilinmez ama kısa süre sonra Yavuz Sultan Selim’in de her ölümlü gibi dâr-ı bekâya irtihal eylediği bilinir.

Bu kurgu şimdiki zamanın bir yavuz hırsızına yorulsa herhalde şöyle cereyan eder: Yakın arkadaşı olmayan, uzak arkadaşlarını da bozuk para gibi harcayan bir yavuz; “Ne haldayım Hakan Can?” diye sorar. Sırtında çıban,........

© Milli Gazete


Get it on Google Play