menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Şeyma Hatice Bozoğlu yazdı – Modern İslam mı, klasik dindarlığın diplomatı mı: Fethullah Gülen (2)

29 8
15.11.2025

Bir önceki yazıda, ilk dönem Gülen cemaatinin kadın bedeni ve kadınların gündelik hayatı üzerindeki tasarrufundan yola çıkarak, bu yapının modern bir İslam yorumu değil, klasik dindarlığın sıkı bir versiyonu olduğunu tartıştım. Kadınların örtüsünden ev içi rollerine, “Hoca” hitabından dantel eldivene uzanan o dar dünyanın, modernlikle değil, katı bir ahlak rejimiyle kurulduğunu anlatmaya çalıştım.

Bu yazıda ise kamerayı biraz daha geri çekip, şu rahatsız edici soruya dönmek istiyorum:

Madem ortada bu kadar klasik bir dindarlık vardı, o hâlde Fethullah Gülen Türkiye’de ve kısmen de dünyada neden “modern”, “ılımlı” ve “diyalog yanlısı” bir figür olarak kodlandı?

2000’lerin Türkiye’sinde “modernleşme gündemi” tek bir failin yönettiği homojen bir süreç değildi. Aksine, birbiriyle rekabet eden fakat aynı anda birbirine eklemlenen üç farklı modernleşme stratejisi işliyordu:

1. Bürokratik modernleşme: 1990’ların ekonomik krizinin ardından uluslararası sisteme uyum sağlamak ve AB normlarını içselleştirmek zorunda olan teknokratik-bürokratik hat.

2. Siyasal modernleşme: AK Parti’nin devlet içinde yeni bir iktidar elitini inşa etmeye dönük stratejisi.

3. Seküler askerî–yargısal çekirdek: Bu iki odakla da mesafeli duran ve süreci yönetmek yerine frenlemeye çalışan geleneksel devlet çekirdeği.

Bu üç odak arasında hiçbir zaman tam bir uyum olmadı; ancak aynı prototipe duyulan ihtiyaç hepsini görünmez bir ortak zeminde buluşturdu:

Eğitimli, disiplinli, küresel dil bilen, bürokratik işleyişi kavrayan ve aynı anda dini meşruiyet de taşıyan bir insan profili.

Türkiye’de devlet ile yeni iktidarın bu “hibrit kadro” ihtiyacı, Eisenstadt’ın “çoklu moderniteler” yaklaşımıyla da uyumludur: Modernlik tekil bir Batı modeli değil; toplumların kendi kültürel havzalarından ürettikleri çoğul modernleşme biçimleridir.¹

Ancak ne devlet bürokrasisinin ne de hükümetin, bu profili kendi içinden hızla üretecek kurumsal kapasitesi vardı. İşte Gülen tam da bu yapısal boşlukta devreye girdi. Onun okullarında yetişen, muhafazakâr aile kökleriyle batı eğitimini harmanlamış kuşak, devletin elinde olmayan bir insan kaynağı sunuyordu.² Böylece iktidarın açıkça talep etmediği, fakat işlerine de yarayan bir role cemaat yerleşti:

Boşluk dolduran dış kaynak — insan gücü taşeronu.

Gülen’in kendi söyleminde modernliğe dair güçlü bir teolojik açılım yoktu; fakat dışarıya verilen görüntü bunun tam tersine işaret ediyordu:
Kravatlı bürokratlar, yabancı dil bilen........

© Medyascope