menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Nihat Altan | Ortadoğu’nun yeni jeopolitik mimarisi, Türkiye’nin stratejik sıkışması ve çözüm sürecinin tarihsel zorunluluğu – 1

19 11
23.12.2025

Ortadoğu, dünyanın herhangi bir yerinde, iktidara gelenlerin kendi ülkesinden sonra haritasını masalarına açtıkları sancılı coğrafyadır.

Ortadoğu, son 30 yılda küresel sistemin en hızlı dönüşen, güç dağılımının en kırılgan olduğu ve jeopolitik rekabetin en yoğun yaşandığı bölge haline gelmiştir. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden başlayarak, “Arap baharı” ile devlet otoritelerinin çöküşü, vekâlet savaşları, IŞİD gibi radikal örgütlerin yükselişi, 15 yıllık iç savaştan sonra Suriye’de Esad hanedanlığının devrilmesi, İsrail-İran, Suudi-İran rekabetinin sertleşmesi ve ABD-Rusya-Çin arasındaki büyük güç mücadelesi, bölgesel mimariyi kökten değiştirmiştir. Bu yeni mimari, Türkiye’yi hem fırsatlar hem de risklerle çevrili stratejik bir alana sıkıştırmıştır.

Soru şudur: Türkiye, bu yeni mimaride yerini alabilecek midir?

Türkiye, kendisine dün’ü kaybettiren ideolojik ve siyasal tutumunda ısrar mı edecektir yoksa geçmişin hatalarından ders çıkarıp yeni yüzyılın bu karmaşık atmosferinde “uygar” bir yönelimi mi tercih edecektir? Bu sorulara verilecek cevaplar, çıkar çatışmalarının; herkes açısından günlük siyasetin, ucuz kayıkçı kavgalarının ötesinde olmak zorundadır. Zira nasıl tanımlanırsa tanımlansın, 100 yıl önce kurulan rejimin mevcut hal ile devam etme takati kalmamıştır. Sadece rejimin de değil, toplumu oluşturan hiçbir kesimin; Kürtlerin, Türklerin, kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin de kalmamıştır. 100 yıldır ötelenen, yok sayılıp görmezden gelinen sorunlar, toplumu çürütmüş, deyim yerindeyse toplumsallıktan eser bırakmamıştır…

***

Bir ülkenin en ağır meseleleri sadece tarihin görünür katmanlarında değil, esas olarak toplumun bilinçaltında saklıdır. Türkiye’nin Kürt meselesi de tam olarak böyledir… “Kürt sorunu” denilen mesele, yüzyıl boyunca inkâr edilmiş, güvenlikçi politikalarla bastırılmış, toplumun en ufak, en insani talepleri dahi yok sayılıp görmezden gelinerek ötelenmiş, ama tüm bunlara rağmen, talepler hiçbir zaman yok olmamıştır. Aksine her baskılama girişiminin ardından daha karmaşık ve daha derin bir yapıya dönüşüp tarihsel bir olgu haline gelmiştir. Bu nedenle bugün Kürt meselesi üzerine düşünmek, yazmak ve konuşmak, yalnızca belirli bir etnik topluluğun yaşadıklarını anlatmak değildir: Bir yanıyla Türkiye’nin kuruluş zihniyetini, devlet-toplum ilişkisini, modernleşme macerasını, demokrasiyle kurduğu gergin ve çelişkili ilişkiyi, hatta devlet aklının bütün zaaflarını çözümlemek anlamına gelirken, öte yandan da yeni yüzyılın yeni düzleminde nasıl yer alabileceğini konuşmaktır…

Kuşkusuz ki, bu konuyu ele almak, tek bir perspektifle mümkün değildir. Zira en iyi niyetli olanın dahi halen de “Kürt sorunu” olarak tanımladığı, zihinlere Kürtlerin sorun olduğu şeklinde yerleştirilen mesele; tarihsel, sosyolojik, ekonomik, kültürel, ideolojik, jeopolitik, hatta psikolojik katmanlara sahiptir.

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, bu mesele, Türkiye’nin kolektif vicdanına gömülü bir yaradır; Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, Cumhuriyetin kuruluşu ile sürekli kanayan, zaman zaman görünür olup ülkeyi sarsan, dönem dönem üzeri örtülen, ama asla kapanmayan bir yara. Çünkü Kürt meselesi dediğimiz mesele, sadece kültürel bir hak talebi değil; kolonyal bir idari mirasın, merkezileşmiş ulus-devlet inşasının, ekonomik eşitsizliğin, militarizmin, kimlik mühendisliğinin ve demokrasi krizinin ürünüdür. Dolayısıyla Kürt meselesi, Türkiye’nin hem aynasıdır hem de geleceğinin kader çizgisidir.

Kürt meselesini anlamak için önce şunu kabul etmek gerekir: Bu mesele, ne tek bir isyan tarihine, ne tek bir örgütün ortaya çıkışına ve ne de tek bir siyasi hatanın sonucuna indirgenebilir. Tam tersine, hem Osmanlı’nın son dönemindeki merkezileşme çabalarının, hem Cumhuriyet’in homojenleştirme politikasının hem de Soğuk Savaş paradigmasının iç içe geçtiği uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Mesele; devlet aklının şekillendirdiği “ulusal birlik” idealinin, coğrafyanın çok kimlikli toplumsal gerçekliğiyle çelişmesiyle başlar ve bu çelişme zamanla bir kimlik problemine, siyasal taleplere, ardından silahlı çatışmaya, nihayetinde ekonomik ve toplumsal yıkıma dönüşür…

Bu mesele, bir yandan Cumhuriyet’in modernleşme iddiasıyla şekillenen “yeni insan” ve “yeni toplum” idealinin sınırlarını görünür kılarken; diğer yandan devlet ile toplum arasındaki güven ilişkisinin nasıl çöktüğünü, Cumhuriyet hukuku dışında bırakılan Kürtlere karşı şiddetin nasıl kurumsallaştığını göstermektedir. Tam da bu nedenle, Türkiye’nin demokrasi serüveninde her kırılma anı (darbeler, krizler, otoriterleşme dönemleri) mutlaka Kürt meselesiyle bir şekilde kesişmek zorunda kalmıştır…

Fakat sadece bu değildir: Kürt meselesi, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısındaki eşitsizliklerin en sert biçimde görünür olduğu alandır. Bölgesel kalkınma farkları, devlet politikalarının yarattığı bağımlılık ilişkileri, zorunlu göçler, kent varoşlarında oluşan devasa yoksulluk havuzları ve daha da sayılabilecek diğer şeyler… Tüm bunlar, meselenin sadece siyasal bir sorun olmadığını; aynı zamanda ekonomik, sosyal, sınıfsal, mekânsal ve kültürel dönüşüm meselesi olduğunu gösterir.

Her meselede olduğu gibi, bu meseleyi çözmek için de elbette öncelikle tarih ile yüzleşmek gerekir. Çünkü yüzleşilmemiş tarih, dün olduğu gibi, bugünün aklını da zehirler. Türkiye uzun yıllar bu zehirle yaşamak zorunda bırakıldı. Resmî anlatılar, devlet aklının yarattığı suskunluk, tabu hâline getirilen kelimeler ve kimlikler her tartışmayı daha başlamadan boğdu. Oysa yüzleşme olmadan iyileşme olmaz. Hakikate ulaşmak için yüzleşmek en........

© İlke TV