menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Nihat Altan | 1990’lar: Toplumsal çürüme ve bir ulusun hafıza kaybı

15 1
wednesday

Ortadoğu’nun yeni jeopolitik mimarisi, Türkiye’nin stratejik sıkışması ve çözüm sürecinin tarihsel zorunluluğu – 2

1990’lar, Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır; çünkü bu dönem, yalnızca çatışmanın yoğunlaştığı bir süreç değil, devletin kendi iç hukukundan, kendi demokratik iddiasından, kendi vatandaşını koruma yükümlülüğünden sistematik biçimde uzaklaştığı bir zihniyet değişiminin adıdır. Çatışmanın görünmeyen boyutu, asıl olarak devlet aklının içindeki bölünmelerde, bürokrasinin derin katmanlarında ve “olağanüstü hâl” rejiminin yarattığı sınırsız yetki alanlarında gizlidir. 1990’larda devlet, Kürt sorununu “çözülmesi gereken bir toplumsal mesele” olarak değil, “yok edilmesi gereken bir güvenlik problemi” olarak kodladı; işte bu kodlama, bir ülkenin yönetim mantığını kökten çarpıttı, hukuku askıya aldı ve karanlık bir düzenin kurumlaşmasına yol açtı.

Kürt coğrafyasında uygulanan OHAL, yalnızca idari bir statü değildi; hukukun askıya alınmasının kurumsal adıydı. Valilerin, jandarma komutanlarının, korucuların tek bir sözle köy boşaltabildiği; faili meçhullerin soruşturulmadığı; gözaltına alınan insanların kaybolduğu; ev baskınlarının, işkencenin, zorla göç ettirmenin “güvenlik önlemi” gibi sunulduğu bir rejim oluştu. Bu rejimin yarattığı en büyük tahribat, devletin hukuki meşruiyetini bizzat kendi eliyle aşındırmasıydı. Hukuk, devlet için “engel” olarak görülmeye başlandı ve böylece devlet aklının içindeki yasadışı damarlar güçlendi. Bu damar, yalnızca Kürt coğrafyasında değil, Ankara’da, İstanbul’da, devletin merkezinde de büyüdü.

Devlet içindeki “karanlık yapılar; JİTEM, kontrgerilla ağları, illegal operasyon birimleri, siyaset-mafya ilişkilerinden beslenen paramiliter çetelerin ortaya çıktığı dönem tam olarak bu atmosfere dayanır. Bu yapılara zemin hazırlayan şey ise devlet aklının ideolojik-siyasal bir tercihte bulunmasıydı. Hesap verme mekanizmalarının tamamen devre dışı bırakılması bu nedenleydi. Ancak savaşın görünen ve görünmeyen yüzünde faaliyet gösteren bu yapılar, kendilerini “devleti koruyan güçler” olarak sunarken, gerçekte devletin hukuk dışı yöntemlerle kendi vatandaşına karşı şiddet uyguladığı yapısal çürümeyi temsil ediyorlardı. Devlet aklı, “olağanüstü” gerekçelerle sınırlarını genişlettikçe, etik sınırlarını da yok etti. Böylece bir ülkenin geleceğini karartan bir mekanizma doğdu.

Bu mekanizmanın sonuçları yıkıcıydı. 17 bini aşkın faili meçhul cinayet, yüzlerce zorla kaybedilme, binlerce işkence vakası, 3000’e yakın köyün boşaltılması, dört milyonu aşkın insanın yerinden edilmesi, çatışmanın yalnızca askeri değil, toplumsal bir yıkım haline geldiğini gösteriyordu. Kürt coğrafyasında geceleri elektriklerin kesildiği, beyaz Torosların sokaklarda dolaştığı, insanların sabah kalktıklarında bir gazetecinin, bir aydının, bir siyasetçinin cansız bedenini bulduğu bir dönem yaşandı. Bu cinayetleri işleyenlerin büyük bölümü hiçbir zaman yargılanmadı; çünkü onları koruyan şey sadece silahları değil, devletin kendisiydi. Fail meçhuller, aslında “faili bilinen ama korunmuş” cinayetlerdi. Ve bu koruma, devlet aklının içindeki çürümenin resmiydi.
Medya yalanlarla beslendi; linç kültürü normalleşti; milliyetçi öfke kamusal alanı belirledi; siyasetçiler oy için çatışmayı körükledi. Büyükşehirlerin varoşlarına........

© İlke TV