Dürüstçe söylemek gerekirse, birkaç yıl öncesine kadar yaptığım gibi sinemada film izlemeyi ve eleştiri yazmayı artık cazip bulmuyorum. Duygularımın bu şekilde yön değiştirmesinin sebeplerinden bir 20-25 yıl boyunca neredeyse her sabah film seyretmemin verdiği doymuşluk var. Bir diğer önemli sebep, bu kadar çok film seyrettikten sonra insanın izlediği filmlerin senaryosunu nerdeyse kendi yazmış gibi öngörmesi hatta pek çok diyalogu filmdeki oyuncuyla beraber telaffuz etmeye başlaması olabilir. Durum böyle olunca bir filmin ne anlattığı kadar nasıl anlattığı, orijinal sahneler ve diyaloglar içerip içermediği, kendinden önceki filmlerden ödünçlediklerine zekice katkı yapıp yapamadığı vazgeçilemez bir talep haline geliyor. Zaten sinema yazarlığı veya film eleştirmenliği işi, filmleri deşifre edip okuyucusuyla paylaşmak değil midir? Eleştirmenliği zevkle yapabilmek için en az bir yıl boyunca 300 yabancı, 50-60 civarında da yerli film izlemek gerekiyor ki, artık bunu zaman israfı olarak görmeye başladım. Neden mi?

Narkissos hikâyesinin bilmeyeniniz yoktur. Türkçemize Nergis diye geçen bu isimle ilgili bir darbı mesel gibi tekrarlanan bir hikâyedir. Ancak günün birinde öyle bir yazar çıkar, öyle bir anlatır ki onu, beyninizde havai fişekler ışılıyor sanırsınız. Paulo Coelho’nun Simyacı kitabından nakledeyim:

“Bir kervancını getirdiği kitabı eline aldı Simyacı. Kapağı yoktu kitabın, ama yine de yazarın kim olduğunu anladı: Oscar Wilde’dı yazarı. Kitabın sayfalarını karıştırırken bir öyküye rastladı.

Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş.

Ama kendi yazdığı öyküyü böyle bitirmiyordu Oscar Wilde. Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas’ların onu bir acı gözyaşı kavanozuna dönmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde.

Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş:

***

Güneşin altında söylenmemiş hiçbir şey yoktur, sözü de bize çok şey anlatır ama sözü alıp, özüne öz katmak onu yeniler. Sinema sanatında da anlatılmadık bir hikâye kalmadı. İşte bu yüzden, “Ben bu filmi seyrettim!” çıkışını çok duyarız ama bazı senaryocular ve yönetmenler bu sanatta söylene söylene, çekile çekile basmakalıp hale gelmiş hikâyelere öyle bir nefes üflerler ki, adeta yepyeni bir hikâye seyrediyormuş gibi olursunuz. Tıpkı Narkissos söylencesinde olduğu gibi.

Günümüz sinema sanatında artık dâhiyane ve sanatkârane biçimde yenilenmiş filmlere rastlamak çok güçleşti. Teknoloji marifetiyle yaratılan görsel etkilerin, ilk çekimleri gişede hâsılat rekoru kıran filmlerin yeniden çevriminin ve daha birçok ticari atraksiyonun giderek etkisini kaybedeceği konusunda sanıyorum hemen herekse hem fikirdir. O halde sinema sanatçıları sürümden kazanmak ucuzluğundan kurtulup nitelikli, uzun soluklu ve derinlikli hikâyeleri yepyeni sinematografik buluşlarla bir sinema anlayışında buluşmalı.

Günümüz sinema sanatı, sermaye yapısı ve uluslararası dağıtım boyunduruğu nedeniyle dünyaya efendilik taslayanların “karanlık ideolojilerine” ve “kapkara kasalarına” hizmetten kurtarılmalı. İşte bu sebeple bağımsız sinemacılara büyük bir iş düştüğü aşikârdır: Onlar, eserlerini benzersiz kılmalıdırlar.

Artık benzersiz sanat eserlerine rastlamak deveye hendek atlatmaktan daha zor hale geldi. Pek çoğumuz bıkkın eski sinemaseverler olarak, koltuklarda ıkına sıkıla oturup, “Film bitse de ışığa kavuşsak” diyoruz çünkü filmlerdeki karanlığa kayış, sinemanın geleceğini katrana çeviriyor…

Ben ve benim gibiler, tıpkı suya düşüp ölen Narkissos’un ardından, “Onun gözlerinde kendimi görüyordum” diyen göl gibi, can çekişen “has sinemanın” arkasından “Onda benzersiz hikâyeler izliyorduk! Diye ağıt yakıyoruz.

Ağıt yakıyoruz çünkü Narkissos’a her sabah hayranlıkla baktığı zamanlar “tatlı su” olan gölün, onun sulara düşüp ölmesinden sonra, “acı bir gözyaşı kavanozuna” dönüşmesi gibi, sinema salonlarının da sanatsız bir sinema sahnesine dönüşmüş olmasıdır!

QOSHE - Onun Gözlerinde Kendimi Görüyordum! - Coşkun Çokyiğit
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Onun Gözlerinde Kendimi Görüyordum!

34 0
21.04.2024

Dürüstçe söylemek gerekirse, birkaç yıl öncesine kadar yaptığım gibi sinemada film izlemeyi ve eleştiri yazmayı artık cazip bulmuyorum. Duygularımın bu şekilde yön değiştirmesinin sebeplerinden bir 20-25 yıl boyunca neredeyse her sabah film seyretmemin verdiği doymuşluk var. Bir diğer önemli sebep, bu kadar çok film seyrettikten sonra insanın izlediği filmlerin senaryosunu nerdeyse kendi yazmış gibi öngörmesi hatta pek çok diyalogu filmdeki oyuncuyla beraber telaffuz etmeye başlaması olabilir. Durum böyle olunca bir filmin ne anlattığı kadar nasıl anlattığı, orijinal sahneler ve diyaloglar içerip içermediği, kendinden önceki filmlerden ödünçlediklerine zekice katkı yapıp yapamadığı vazgeçilemez bir talep haline geliyor. Zaten sinema yazarlığı veya film eleştirmenliği işi, filmleri deşifre edip okuyucusuyla paylaşmak değil midir? Eleştirmenliği zevkle yapabilmek için en az bir yıl boyunca 300 yabancı, 50-60 civarında da yerli film izlemek gerekiyor ki, artık bunu zaman israfı olarak görmeye başladım. Neden mi?

Narkissos hikâyesinin bilmeyeniniz yoktur. Türkçemize Nergis diye geçen bu isimle ilgili bir darbı mesel gibi tekrarlanan bir hikâyedir. Ancak günün birinde öyle bir yazar çıkar, öyle bir anlatır ki onu, beyninizde havai fişekler ışılıyor sanırsınız. Paulo Coelho’nun Simyacı kitabından nakledeyim:

“Bir kervancını getirdiği kitabı eline aldı Simyacı. Kapağı yoktu kitabın, ama yine de yazarın kim olduğunu........

© Yeniçağ


Get it on Google Play