Siyasi iletişim, pazarlama iletişimi ve diğer tüm iletişim süreçlerinden farklı bir teknikle çalışmaz. Hepsindeki ortak yan, itibarın yönetilmesi, bunun sonucunda elde edilecek tanınma ve beğeninin gelişmesi sayesinde hedef kitlenin ikna edilmesi, nihayetinde de o ürün, hizmet ya da fikrin benimsenerek satın alınmasına dayanır.

İkinci önemli nokta ise itibarın delege edilemeyişidir. Yani, “Al benim itibarımı sen yönet” denilemez… Aynen namusun devredilemeyeceği gibi…

Üçüncü kritik nokta; itibarı kimin yöneteceğidir… Bunun sorumluluğu konusunda hiçbir teorik tartışma ve itiraz yoktur… İtibar, en üst düzeydeki kişi tarafından yönetilir. Tıpkı kriz yönetimi ve kriz iletişiminin yönetiminde olduğu gibi…

Cumhur İttifakı’na ve Özgür Özel’in son uydurduğu kavram olan “Türkiye İttifakı”na bir göz atalım… Bilindiği üzere Özel, “Türkiye İttifakı partilerin ittifakı değil, kitlelerin ittifakıdır” demişti. Yani partilerin onayını almayacak, bu partilerin tabanları ise “Tıpış tıpış” CHP adaylarına oy verecekti. Aç tavuk kendini arpa ambarında sanırmış misali… Bu “Tıpış tıpış” ifadesini ne zaman duysam, aklıma hep CHP’nin seçim hezimetleri gelir…

Cumhur İttifakı cephesinde; itibar yönetimi konusunda AK Parti’nin ve MHP’nin herhangi bir sorunları yok… Onlarda olduğu gibi Yeniden Refah Partisi ve Büyük Birlik Partisi cephelerinde de bir değişiklik görünmüyor. Uyum üst düzeyde…

Özgür Özel’in Türkiye İttifakı dediği tarafta ise CHP’den başlayıp sosyal paydaşlarına kadar uzanan bir kaos sürüp gidiyor… CHP’nin itibarından kim sorumlu? Partinin itibarını kimin yönetmesi lazım? Tabii ki seçilmiş genel başkan; yani Özgür Özel… Oysa, parti içi iktidar tamamen bölünmüş durumda… 2028’de Cumhurbaşkanlığına hazırlanan Ekrem İmamoğlu, esas liderin kendisi olduğunu, Özel’in ise partinin yöneticisi olarak işlev gördüğünü algılatmak için elinden geleni yapıyor…

CHP’nin itibarı, CHP ödenekli belediye kanallarına terk edilmiş durumda. İtibar yönetiminin yumuşak karnı ise PKK’nın parlamentodaki temsilcisi DEM’e (eski HDP) dair alacağı pozisyonla ilgili…

Ülkenin bölünmez bütünlüğünü ve milli bağımsızlığını bir zamanlar varoluş nedeni olan kabul eden CHP, bazı belediye başkanlıklarını ele geçirmek için her türlü yola başvurmayı, bu arada DEM ile de iş tutmayı Özgür Özel vasıtasıyla mübah kılmaya çalışıyor. İmamoğlu ise bu konuda hüküm ve karar cümleleri kurmaktan kaçınıp, kendini korumaya çalışıyor.

Manzara şu; AK Parti ve Cumhur İttifakı, itibar yönetimi konusunda sağlam bir duruşa sahipken; muhalefet, ‘yamalı bohça’ gibi dağılmış durumda… Tüm bunlar avantaj gibi gözükse de AK Parti adına en tehlikeli durumlardan biridir… Araştırmalar da AK Parti adaylarını pek çok şehirde ve Türkiye’nin genelinde 10 puan civarında önde göstermiyor mu?.. “Bundan iyisi Şam’da kayısı” diye düşünülebilir ama kazın ayağı öyle değil…

Bu öyle bir duygu yaratır, öyle bir güven verir ki; sonunda tepetaklak olur ama başınıza ne geldiğini anlayamazsınız bile. Aslında ama aynı zamanda karmaşık bir nedeni vardır bunun… Seçmen kararını; rasyonel (akılcı) kanıtlara dayanak değil, irrasyonel (duygusal) kanaatlerine dayanarak verir… İşte o irrasyonel durum CHP yöneticilerine “Tıpış tıpış” dedirtmektedir…

Bu, “Tıpış tıpış”ı engellemenin yolu, irrasyoneli yönetmekten; yani söyleme karşı, kanıt değil, söylem geliştirmekten geçer… ‘Kazandıran artistik hareketler’ dediğimiz de budur zaten… Teknik hareketlerde, yani projelerde başarılı olamazsanız başkanlığı rüyanızda bile göremezsiniz. Ancak teknik hareketleri üstün başarıyla tamamlasanız dahi söyleme, artistik hareketlere takılırsanız iktidara yaklaştığınızı zannedersiniz ama iktidar aslında sizden uzaklaşmaktadır…

“Üç kişiye acı; cahiller arasındaki alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene.”

Şeyh Edebali

* MNG Kargo, zeytinyağı, bal ve kaşar başta olmak üzere gıda ürünlerini, yerel üreticilere ve satıcılara destek olmak için Türkiye içinde “avantajlı fiyatlarla” taşıdığını açıklamış (Berkay Karakaya, Walther Kranz). Bu türden aksiyonlara Anglosaksonlar, “Cause related marketing” (toplumsallık odaklı pazarlama) diyorlar. Sıklıkla karıştırıldığı ‘kurumsal sosyal sorumluluk’ (KSS) çalışmalarından farkı, ticari bir beklentiye cevap vermelerinin amaçlanması ve temelde bir pazarlama faaliyeti olmalarıdır. KSS’de ise doğrudan ticari fayda güdülmez.

* Haftada dört gün çalışma sistemi dün Almanya’da test edilmeye başlanmış. Yüksek enerji maliyetleri, faiz oranları ve derin işgücü eksikliği nedeniyle durgunlaşan ekonomisini canlandırmak için verimliliği artırdığı, tükenmişlik sendromu ve stresi de azalttığı söylenen ‘haftada dört gün çalışma sistemine’ ülke çapında 45 şirket katılmış. 6 ay sürecek denemede, üç günlük hafta sonunun çalışanları daha mutlu, daha sağlıklı ve daha üretken yapıp yapmayacağı analiz edilecekmiş. Pandemiden bu yana çalışma saatleri zaten birbirine girmiş vaziyette… Bu sayede belki biraz olsun disiplin altına alınabilir.

* Kültür ve değerlerimizde yeri olmamasına rağmen hayatımıza nüfus ettiğini gördüğümüz Sevgililer Günü’nün bir sakıncası da çiftler arasında sorunlara neden olmasıymış. Moodist Hastanesi’nden Klinik Psikolog Semanur Konuk Düzgün, 14 Şubat’a yüklenen anlam ve beklentilerin faklı olmasının, kutlamanın bir zorunluluğa dönüşmesinin ilişkilerdeki çatışmaları kaçınılmaz hâle getirdiğini belirtmiş. Üstelik ilişkilerde yaşanan çatışmaların yüzde 67’sinin bir çözümü de yokmuş (Eda Sağlam). Sevginin ifade edilmesinden çok, bir tüketim çılgınlığı ve gösteriş yarışına dönmüş bu tür ‘özel günlere’ temkinle yaklaşmak iyi bir fikir sanki… Çünkü işin sonunda Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var…

QOSHE - Tıpış tıpış - Ali Saydam
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Tıpış tıpış

25 16
03.02.2024

Siyasi iletişim, pazarlama iletişimi ve diğer tüm iletişim süreçlerinden farklı bir teknikle çalışmaz. Hepsindeki ortak yan, itibarın yönetilmesi, bunun sonucunda elde edilecek tanınma ve beğeninin gelişmesi sayesinde hedef kitlenin ikna edilmesi, nihayetinde de o ürün, hizmet ya da fikrin benimsenerek satın alınmasına dayanır.

İkinci önemli nokta ise itibarın delege edilemeyişidir. Yani, “Al benim itibarımı sen yönet” denilemez… Aynen namusun devredilemeyeceği gibi…

Üçüncü kritik nokta; itibarı kimin yöneteceğidir… Bunun sorumluluğu konusunda hiçbir teorik tartışma ve itiraz yoktur… İtibar, en üst düzeydeki kişi tarafından yönetilir. Tıpkı kriz yönetimi ve kriz iletişiminin yönetiminde olduğu gibi…

Cumhur İttifakı’na ve Özgür Özel’in son uydurduğu kavram olan “Türkiye İttifakı”na bir göz atalım… Bilindiği üzere Özel, “Türkiye İttifakı partilerin ittifakı değil, kitlelerin ittifakıdır” demişti. Yani partilerin onayını almayacak, bu partilerin tabanları ise “Tıpış tıpış” CHP adaylarına oy verecekti. Aç tavuk kendini arpa ambarında sanırmış misali… Bu “Tıpış tıpış” ifadesini ne zaman duysam, aklıma hep CHP’nin seçim hezimetleri gelir…

Cumhur İttifakı cephesinde; itibar yönetimi konusunda AK Parti’nin ve MHP’nin herhangi bir sorunları yok… Onlarda olduğu gibi Yeniden Refah Partisi ve Büyük Birlik Partisi cephelerinde de bir değişiklik görünmüyor. Uyum üst düzeyde…

Özgür Özel’in Türkiye İttifakı dediği tarafta ise CHP’den başlayıp sosyal paydaşlarına kadar uzanan bir kaos sürüp gidiyor… CHP’nin itibarından kim sorumlu? Partinin itibarını kimin yönetmesi lazım? Tabii ki seçilmiş genel başkan; yani Özgür Özel… Oysa, parti içi iktidar tamamen bölünmüş durumda… 2028’de Cumhurbaşkanlığına hazırlanan Ekrem İmamoğlu, esas liderin kendisi olduğunu, Özel’in ise partinin yöneticisi olarak işlev gördüğünü algılatmak için elinden geleni yapıyor…

CHP’nin........

© Yeni Şafak


Get it on Google Play