Cehaletin olduğu yerde ne sanat olurdu ne ziraat ne de ticaret… Açlığın, yokluğun, hastalıkların gayyası bu idi işte!

Kapkara yüzü ile her yerde karşımıza çıkıyordu bu menhus cehalet.

Dinmeyen acı mı, aşılmaz dağ mı, sıkı sıkıya örülmüş içinden çıkılmaz ağ mı, çöl mü, Ergenekon mu, yapışık, yılışık, her hâle bürünen bir yüz mü, ağır, kaba bir bakış mı, çekilmez söz mü, kapının önünden gitmeyen ejderha mı, kapanmayan yara mı, daha mı, daha mı, daha mı?!

Evden sokağa, sokaktan caddelere arz-ı endamı vardı. Bir yanı ifrat bir yanı tefritti.

Her yanı israf, kafası karışık, elinden bir şey alınmaz, yenmez birine benziyordu. Tiksinti vericiydi. Görür görmez bir yerlere kaçmak isterdiniz. Onun geçtiği yerlerin izini sürenler huzur yüzü görmezdi, görmeyecekti, görmüyordu zaten.

Onu tanıdığımda perişanlığımın adını koydum. Yolsuz, arsız, umarsız, tımarsız, hırsız, yüzsüz, sözsüz, vakitli vakitsiz bir çırpınışın fotoğrafıydı. Beyazı yoktu, rengi yoktu karalıktan, karanlıktan başka.

Evet… bu cehaletin mührü diplomalara da vuruluyordu nicedir. Sağında gurur, solunda tembellik ile…

Onu tavsif etmekten kendimi alamıyorum; o kadar şöhretli ve “cazibeli” ki… anlata anlata “bitiremiyorum!”

Çok pis bir leke… Çıkmasına çıkar mı bilmem de çok uğraştırır. Yapışkan, sıvışkan, mendebur, kasvetli, uçurumlarım uçurumu, cehennem çukuru…

Bu cehalet çukurunda ne vardı ki böyle; yakamızı bırakmayan?

Kabalık…

Fukaralık…

İnat…

Kavga…

Yalan…

Cinnet…

Hastalıkların her biri…

Bakamayış…

Duyamayış…

Doyamayış… Aç gözlülüğün çekilmez hafifliği…

Vesvese, takıntı, kuruntu, bulanıklık…

Karanlık…

Darılmak, daraltmak, bunaltmak…

Sisli puslu yollar, zamanlar…

Daire-i fâside… (Kısır, kusur, kesir, küsur döngüler…)

Gürültü, gevşeklik, gevezelik…

Yaşanmayan mekanlar, dar zamanlar…

Cimrilik…

Hakkına razı olmayış…

Had bilmezlik…

Üstüne lâzım olmayan şeylere vukuf olmak…

-Sözü zaten yok da- sesini yükseltmek…

Ne hâlden ne dilden anlamak…

Her zamanı bir bilmek…

Yol, iz bilmemek…

Yolsuzluk, arsızlık, sırıtıklık…

Yol vermeyişlik…

Denizin ve göğün mavisini, karaların yeşilini başka renklere boyamak…

Korkular, korkutmalar…

Bin bir ömrüne yeter de artar paralar biriktirip gitmek…

Gökyüzünü, güneşi kapatan evler yapmak…

Hakikate sırt dönmek hattâ savaş açmak…

Gökyüzüne küsmek…

Nefeslerinin farkında olmamak…

Bastığı yeri bilmemek, baktığını görmemek…

Gündüz güneşe; gece aya, yıldızlara -ve de geceye bile- göz kırpmamak…

İsraf, israf, israf ile abi, kardeş olmak…

Bunca kimliksizliğine rağmen cehalete “insan” kimliği verenlerin olduğu yerde hayatı bulmanın yollarını bulacaktık.

Yoksa…

Yoksa cehaletin cenderesinde, cehenneminde kıvranmak düşerdi hissemize…

***

CEHALET AĞA’YA KÖTÜLEME

-Cehaletin noktalama işaretleri, imlâsı, dostluğu, tebessümü, kitap alacak parası, iyi olacak yarası... kısacası/uzuncası insanlıkla arası yok mudur; yoktur.-

Ah, cehalet!

Ah, ürktüğüm, korktuğum en kötü fotoğraf…

Noktan yok; susmayı bilmezsin.

Virgülün yok; her şey bit pazarı…

Soru işaretin yok; her şeyi bilirsin!

Hayretin yok çünkü ünlemsizsin.

Seni görünce bütün bakışlarım üç nokta…

Söyleşemem seninle.

Ölmezsin; yaşamadın ki!

Dostluğun yok; dillerin diken…

Tebessümlük şeylere kahkaha atarsın.

Kitapsız yatar; kitapsız kalkarsın.

Sağın solun yok; bütün yönler aynı sana.

Bu dediklerimi de anlamazsın.

Kuşlar çığlık atar; d/uymazsın.

Bırak bir demet kır çiçeğini;

Baharı bile kucaklamazsın.

Sen simsiyah…

Sen ki sen ah!

Sen en pis bir şeysin…

Ne kadar çabalasan da kabasın…

Seni görmek ölmek demek…

İğrenmek neyse… o demek…

Seninle yemek yenmez…

Yola çıkılmaz…

Alışveriş… hiç…

Senin her yanın it kırığı, postal bağı…

Yediğin içtiğin ağı…

Sana galip gelmek fermana mahsus…

Hiçbir dağ yüklenemez senin yükünü.

Sen de hak yok, hukuk yok…

Ezip geçersin her şeyi.

Geceler bile senden korkar.

Eşkiyalar yolunu değişir.

Hırsızlar bile seni çalmaz.

Senden bir tek cahiller usanmaz.

Tiksindiğim üç şeyin başısın.

Sen anasısın onların…

Biri zaruret denilen fukaralık…

Öteki… kavga denilen ihtilaf…

Ama sevinme!

Sen kimsin, be!

Utanmaz, arlanmaz, kepaze!

Sanatı görünce delik delik kaçarsın.

Marifet denilen ilim iklimi…

Fabrikaların bereketli çarkı…

Çarkına tükürür senin.

Muhabbet ve şûra gelince…

Ne kavga ne gürültü…

Her kafadan bir ses…

Ne enfes bilsen…

Bütün ırklar önce insan…

Her telden şarkılar orda…

Millet akort eder gitti geldileri…

Hürriyet Bestesi vurulur;

Âlem durulur.

Ey, afralı tafralı Cehalet Ağa!

Yürrüüü; anca gidersin cehennemin dibi dibine.

Ne bu senden çektiğimiz, ne!

Seni abus, seni kâbus, seni buz, seni bus bus seni!

QOSHE - Cehalet cehenneminde yüz yıl… Ân diyarı (9) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Cehalet cehenneminde yüz yıl… Ân diyarı (9)

4 1
20.01.2024

Cehaletin olduğu yerde ne sanat olurdu ne ziraat ne de ticaret… Açlığın, yokluğun, hastalıkların gayyası bu idi işte!

Kapkara yüzü ile her yerde karşımıza çıkıyordu bu menhus cehalet.

Dinmeyen acı mı, aşılmaz dağ mı, sıkı sıkıya örülmüş içinden çıkılmaz ağ mı, çöl mü, Ergenekon mu, yapışık, yılışık, her hâle bürünen bir yüz mü, ağır, kaba bir bakış mı, çekilmez söz mü, kapının önünden gitmeyen ejderha mı, kapanmayan yara mı, daha mı, daha mı, daha mı?!

Evden sokağa, sokaktan caddelere arz-ı endamı vardı. Bir yanı ifrat bir yanı tefritti.

Her yanı israf, kafası karışık, elinden bir şey alınmaz, yenmez birine benziyordu. Tiksinti vericiydi. Görür görmez bir yerlere kaçmak isterdiniz. Onun geçtiği yerlerin izini sürenler huzur yüzü görmezdi, görmeyecekti, görmüyordu zaten.

Onu tanıdığımda perişanlığımın adını koydum. Yolsuz, arsız, umarsız, tımarsız, hırsız, yüzsüz, sözsüz, vakitli vakitsiz bir çırpınışın fotoğrafıydı. Beyazı yoktu, rengi yoktu karalıktan, karanlıktan başka.

Evet… bu cehaletin mührü diplomalara da vuruluyordu nicedir. Sağında gurur, solunda tembellik ile…

Onu tavsif etmekten kendimi alamıyorum; o kadar şöhretli ve “cazibeli” ki… anlata anlata “bitiremiyorum!”

Çok pis bir leke… Çıkmasına çıkar mı bilmem de çok uğraştırır. Yapışkan, sıvışkan, mendebur, kasvetli, uçurumlarım uçurumu, cehennem çukuru…

Bu cehalet çukurunda ne vardı ki böyle; yakamızı bırakmayan?

Kabalık…

Fukaralık…

İnat…

Kavga…

Yalan…

Cinnet…

Hastalıkların her biri…

Bakamayış…

Duyamayış…

Doyamayış… Aç gözlülüğün çekilmez hafifliği…

Vesvese, takıntı, kuruntu, bulanıklık…

Karanlık…

Darılmak, daraltmak, bunaltmak…

Sisli puslu yollar, zamanlar…

Daire-i fâside… (Kısır, kusur, kesir, küsur........

© Yeni Asya


Get it on Google Play