Babamın bakışları korkutur, canımı alır; anneminkiler de -o değilden bana yönelişi- içimi titretirdi. Şöyle bir kaşlarını yıkar, dudaklarını büzer, gözlerini siyah bulutlara büründürür: “Onu yap da bak göreyim; ne yapıyorum sana!” dediklerini işitir gibi olurdum.

Birbirlerinin önüne geçecek teşebbüslerde bulunmazlardı pek.

*

Her halükarda korkan, ürken, sinen, çekinen, tırsıp pırsan, uyuşan, büzüşen biri olarak varlığım buhar olur uçardı.

Artık her emre amade idim.

*

“Aliii!” diye babamın sesini bir yerlerden duyunca elim ayağıma dolanırdı. Hangi emir, hangi azar, hangi suskun ama sert bakışlar üstümde gezinecek bilemezdim.

*

Babam çalışmaktan bağrına basmaya fırsat bulamadı beni.

Fukaralık babadan oğula bir miras gibi devroluyordu. Durmadan koşmalıydık.

*

Fukaralığın ve cehaletin kol gezdiği bir yerde ve zamanda dünyaya gelmişim.

Herkes şaşkın ve perişan… Herkes derken bir eli yağda bir eli balda olanlar hep var; o ayrı…

*

Bir de işin “Devlet Baba” tarafı vardı; o nerelerdeydi?

Onun varlığını gören oldu mu; bilmiyorum. Hizmetçiye ve paraya ihtiyacı olduğunda ortaya çıkıyor sonra kayboluyordu.

Yakup Kadri (bile) bu durumu dayanamayıp Yaban’da anlatmış.

Sen ne yaparsan yap; yabansın. yabancısın devlete. Askere git, yaralan, aç kal, öl; farketmez. Annem ve babam devlete çok benziyordu.

Devletin müşfik eli belki de nicedir kayıptı! Belki de yüzlerce yıldır…

*

Küçükken birine su verdiğimizde büyükler: “Allah, su gibi devlet versin.” derlerdi; birinci e’yi o, ö karışımı çıkararak. Biz küçükler de anlamazdık ama yine de alışkanlık icabı amin, derdik.

*

Su neydi, neyi temsil ederdi; devlet kimdi, nasıl bir şeydi; bilmezdik tabii.

*

Su gibi temiz, şeffaf, parlak, berrak, akıcı; yerine göre de serin, soğuk, ılık, sıcak ol mu demek istiyorlardı; yoksa onlarda mı ne dediğini pek bilmiyorlardı; burası hep muamma olarak kalacaktı.

*

“Devlet…” niye bu cümlede boy gösteriyordu?

Devlet… bu bildiğimiz -ya da bilmediğimiz- olan değilmiş meğer! Saadet, baht açıklığı, zenginlik ve daha öteki anlamlarda imiş meğer.

*

O zaman devletin olduğu her yerde “saadet” yoktu ama saadetin, adaletin, insanca yaşamanın, tebessümün, her anlamda zenginliğin olduğu her yerde “devlet” var demekti.

O büyüklerimiz de “o devleti” göremeden çekip gittiler.

*

Bizler kimlerdik peki?

Sorularımız bir kenarda birikip duracak mıydı?

Diplomalarımız pek bir işe yaramayacak mıydı?

*

Okumaktan mütevellit daha yaşının otuz beşinde, yolun yarısında gözlerinden olan Cemil Meriç: “Düşünenlerin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede adam yetişmez.” diyecekti.

*

Devletin düşünenlerle arası niye hep açıktı?!

Nazım’dan da hoşlanmadı, Said Nursî’den de… Öteki işine gelmeyenlerden de…

Niye?

*

Devletin kelime hazinesi, doksana yaklaşan ömrünü -Birinci Cihan Harbi ve esaret yılları dahil- kitaplara veren Said Nursî’den daha mı çoktu ki sorguya çekip durdu bu hazineyi de işime yarar mı diye aklına bile getirmedi.

Namık Kemal de, Fikret de ve daha kimler devletin amansız hışmından kurtulamadı. Kelimelerin paslandığı yerde insanlık uslanmazdı.

*

Babamın bana sert bakışlarında işte bu gereksiz işlerin payı yok muydu? İnsanların elinde avucunda ne var ne yok al; sokağa sal’ın fotoğrafları acılı ve gözyaşılı oluyordu. Babamı rahat bırakmamışlardı ki o da bana sarılsındı.

QOSHE - Başlamadan biten aşklar - Ân diyarı (8) - Ali Hakkoymaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Başlamadan biten aşklar - Ân diyarı (8)

3 0
14.01.2024

Babamın bakışları korkutur, canımı alır; anneminkiler de -o değilden bana yönelişi- içimi titretirdi. Şöyle bir kaşlarını yıkar, dudaklarını büzer, gözlerini siyah bulutlara büründürür: “Onu yap da bak göreyim; ne yapıyorum sana!” dediklerini işitir gibi olurdum.

Birbirlerinin önüne geçecek teşebbüslerde bulunmazlardı pek.

Her halükarda korkan, ürken, sinen, çekinen, tırsıp pırsan, uyuşan, büzüşen biri olarak varlığım buhar olur uçardı.

Artık her emre amade idim.

“Aliii!” diye babamın sesini bir yerlerden duyunca elim ayağıma dolanırdı. Hangi emir, hangi azar, hangi suskun ama sert bakışlar üstümde gezinecek bilemezdim.

Babam çalışmaktan bağrına basmaya fırsat bulamadı beni.

Fukaralık babadan oğula bir miras gibi devroluyordu. Durmadan koşmalıydık.

Fukaralığın ve cehaletin kol gezdiği bir yerde ve zamanda dünyaya gelmişim.

Herkes şaşkın ve perişan… Herkes derken bir eli yağda bir eli balda olanlar hep var; o ayrı…

Bir de işin “Devlet Baba” tarafı vardı; o nerelerdeydi?

Onun varlığını gören oldu mu; bilmiyorum. Hizmetçiye ve paraya ihtiyacı olduğunda ortaya........

© Yeni Asya


Get it on Google Play