Diğer

Konuk Yazar

12 Şubat 2024

Dünyada ne değişti? Geçen hafta kafamı bu aralar bu sorunun meşgul ettiğini yazmış, konuyu kapitalizm, özellikle de tekno-feodalizm ve gözetim kapitalizmi ekseninde tartışmaya çalışmıştım. Yazı yeterince uzayınca değişimin insan ayağını bu haftaya bırakmıştım. Şimdi gelin madde madde hayatımızda nelerin nasıl değiştiğine bakalım. Ve bu defa şu soruyu soralım: Tüm bunlar olurken yaşadığımız duygular, korkularımız, kaçıp saklanma isteğimiz çok normal değil mi?

Evet, artık kendimize ait bir özel alanımız yok. Kamusal alan ile özel alan internetin sağladığı olanaklar sayesinde birleşmiş durumda. Ne yiyoruz, ne içiyoruz? Kiminle görüşüyoruz? Ne hissediyoruz? Her şeyimiz ama her şeyimiz göz önünde. Üstelik bundan pek kaçış da yok. Yani mesele “E benim Instagram’ım yok ki” ile kısıtlı değil. Dijital ortamdaki her türlü izimiz bir dataya dönüşüyor ve bu data tüketim endüstrisinin oligarkları tarafından itinayla arşivleniyor.

Sadece bu bile insanı bozguna uğratabilir. Beş “like”ınızla oy vereceğiniz partiyi kestirmeye çalışan bir algoritmadan bahsediyoruz. Geçenlerde trafiğin yoğun olduğu bir saatte motosikletimle trafiğe çok takılmadan eve döndüm. Algoritma eve dönüş hızımdan dolayı yürümediğimi ama trafiğe takılmadığım için araba kullanmadığımı algıladı. “Bu olsa olsa motosiklet kullanıyor olabilir” dedi. Motordan indiğim anda indirimdeki motosiklet eldivenlerini duyuran bir mesaj aldım. Bu çok ama çok ürkütücü…

Geçen yazıda da belirttiğim gibi özel hayatımızı veriye çeviren yeni nesil şirketler belli ki bunu giderek artan bir derinlikte yapmaya devam edecek. Devletlerin de işine gelen bu duruma dair yasal birtakım önlemler alınması da zor görünüyor.

Her an gözetlendiğimiz bir dünyada kısa vadede bize rahat yüzü yok anlayacağınız.

Bilgi artık her yerde. Erişimi çok ama çok kolay. Üstelik neredeyse her türlü bilgi. Sınırsız. Lakin bilginin kendisi öylesine bir tüketim nesnesine dönüşmüş durumda ki, o bilgiyi sadece tüketebiliyoruz, işleyemiyoruz. Bugün iletişimden anladığımız şey, her yönden üzerimize doğru akmakta olan bilgiyi -zihnimizin açık olduğu bir günümüzdeysek- sadece algılayabilmekten ibaret.

O bilginin üzerine düşünmek, Habermas’ın kamusal alanı tarif ederken söylediği gibi rasyonel ve eleştirel bir tartışmadan geçirmek mümkün değil. Kamusal alanda tartışılmış, meşruiyetini bu tartışmalardan alan bilgiyle değil, daha çok “like” alan yoruma dayalı tercihlerle yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.

Böyle bir dünyada “Yok ya, bu böyle olmamıştır”, “Olur mu canım, o şunu dememiştir” gibi bir kestirme kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü neyin doğru olduğunun bilgisine sahip değiliz. Birbiriyle çelişen iki bilgi aynı anda doğru olabiliyor ve biz de bu çelişkiye rağmen her ikisine de inanmaya devam edebiliyoruz.

İşte tam da buna “post-truth” çağı deniyor. Eğlenceye dönüşen bilginin özgül ağırlığını kaybettiği o lanetli çağ…

Her şeyi öğrenebiliyoruz, her yere bakabiliyoruz. Fakat doğruluğundan emin olamıyoruz. O zaman elimizde tek ihtimal kalıyor: İnanmak. Oysa bilginin inanmak ya da inanmamakla bir ilişkisi yok ki… Söyleyen kim, sahip olduğu tezi hangi verilerle savunuyor, eğitimi ne… Bunların hiçbir önemi yok. O kadar büyük bir bilgi akışına maruz kalıyoruz ki, bir değerlendirme sürecine zamanımız yok. Tercih yapıyoruz. Kimin daha “doğru” olduğunu seçiyoruz.

Bize bilgiyi aktaranların kim olduğuyla ilgilenmek için de zaman yok. Bir bilgiyi savunanların sayısı o insanların aslında kim olduklarından daha önemli. Niceliğin niteliği mağlup ettiği noktadayız.

Biri bize doğruyu söylesin istiyoruz evet, ama o “birinin” kim olduğuna değil, kaç kişi olduğuna göre karar veriyoruz. Artık kanaat önderlerimiz yok. Ayrıca kanaat önderlerinin de insan olduğuna şahit oluyoruz. Özel alanın ifşası nedeniyle bu insanların da senin benim gibi olduklarına canlı tanık olup, böyle bir durumda o insanlara inanmak için bir neden bulamıyoruz.

Tam da bu yüzden herkes kaybolmuş gibi… Herkes bir beklenti içinde: Biri çıksın ve doğru yolu göstersin. Ama o “biri” kim? İşte onu bilemiyoruz.

Bilgiye erişimimiz de benzer bir şekilde özgür iradeyle değil, arama motorlarının bize sunduklarıyla kısıtlı. Örneğin yine geçen yazıda gözetim kapitalizmi diye tarif ettiğim bu yeni dönemde neyi ne kadar tüketebileceğimize Google karar veriyor. Bir bilgi orada yoksa, gerçekte de yok. Çünkü ona erişimimiz yok.

Her şey çok. Çok ve hızlı! Çok hızlı internet. Çok sayıda film. Çok sayıda kitap. Okumaya gerek yok çünkü sesli. Sesli ama sesi de hızlandıralım, çok hızlı dinleyelim. Hızla ileri saralım. Kısaltalım. Özetleyelim. Keselim. Biçelim. Çünkü zaman yok!

Bu, insanın başa çıkabileceği bir hız değil artık.

Kendimizi sürekli bir şeyleri anlamaktan, bir şeylerin bilgisine sahip olmaktan geri kalmış hissediyoruz. Hep bir eksiklik duygusu içindeyiz. Bir yerlere yetişemiyor, bir şeyleri anlamıyor, birilerini yakalayamıyoruz. Bu durumun bir ismi de var artık: FOMO. Yani Günceli Kaçırma Korkusu (Fear Of Missing Out).

Var oluşunun anlamını bile bilemeyen bir canlı için bu kadar çok eksiklik duygusuna iyi gelebilecek tek şey kaçıp saklanmak. Ve psikoloji diliyle söylersek “regrese olmak”. Yani bir canlının daha az gelişmiş bir haline dönmesi. Mesela çocukluğuna… O yüzden deli gibi çalışarak kazandığımız parayı bizi bu dünyadan koparabilecek her türlü şeye harcıyoruz. Özellikle de oyunlara… Basbayağı çocukluğumuza dönmek, oradaki gibi bizi dış dünyadan yalıtan oyunlar oynamak istiyoruz. Çünkü olup bitenle yetişkin bir aklın başa çıkabilmesi mümkün değil.

Bu nedenle sürekli terapistlerdeyiz. Sürekli mutsuzuz. Sürekli bir takım sorularımızın cevapsız kaldığı hissiyle yaşıyoruz.

Aslında bu başlığa “teknolojik değişim” de diyebilirdim. Özellikle sadece cep telefonu demeyi tercih ettim. Cep telefonu, daha doğrusu telefon özelliklerini yitirmiş ve her an yanımızda taşıyabildiğimiz mikro bilgisayarlar gelmiş geçmiş en büyük ve tarihin akışına en büyük etki yapan icat olabilir.

Yukarıdaki maddelerin tamamında cep telefonunun katkısı diğer her türlü teknolojik gelişmeden daha büyük. Cep telefonumuz yaşamımızı gerçek ve sanal olarak ikiye bölen, bize alternatif ve paralel evren sunan bir “tavşan deliği."

Gerçekte kendimizi korkak, çirkin, aptal buluyor olmamızın önemi yok artık. Travmalarımızda dövülen kişiliğimize ihtiyacımız da yok. Alternatif bir “persona”ya sahip olabilir, onu gündelik reflekslerimizden sakınabilir, Alice’in Harikalar Diyarı’na günün her saati yolculuk yapabiliriz.

O delikte, her zaman olduğumuzdan daha cüretkâr, daha kaba, daha şiddet yanlısı, daha öfkeli olabiliriz. Hatta tüm öfkemizi orada kusup rahatlayabilir, can acıtabilir, insanların hayatlarını değiştirebiliriz.

Bunu yapabiliyorsak, yani bu imkânımız varsa neden yapmayalım? İnsanın içindeki irini kendini, kimliğini sakınarak akıtabileceği bir mecrada kim bunu niçin yapmasın ki?

Korkan ve korkusunu rahatlıkla öfkeye dönüştürebileceği bir mecra bulan insanın sosyal medya trollerine dönüşmesi çok doğal değil mi?

İnsan hep savaştı. Önce doğaya, sonra kendine karşı… Fakat savaş tarihte hiçbir zaman cephede olan biri için bile bu kadar göz önünde olmadı. Cephede bile düşmanı gördüğünüz an silahın size doğrultulduğu o andır. Oysa şimdi öyle mi? Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz coğrafyaların kanlı savaşlarına canlı tanık oluyoruz.

Çocukların ölümlerini görüyoruz. Dev füzelerin binaları yerle bir edişlerine, zehirli gazların insanları kavurmasına, kafaların koparılmasına küçük bir ekrandan eşlik ediyoruz.

Savaş planlarına canlı yayınlarda dahil oluyor, sosyal medyadan akıl veriyoruz. Hobi olarak füzelerin modellerini ve hasar güçlerini hesaplıyor, bilgisayar simülasyonlarıyla insanlığın üzerine sanal bombalar bırakıyoruz. Bu akıl alır bir şiddet pornografisi değil. Bir insanın bunca şiddete maruz kalıp akıl sağlığını koruması mümkün değil.

“Doktorlar görmez, terapistler duymaz aslında” derlerdi öğrenciliğimizde. Yoksa yaşayamazlar. Şahit oldukları onca acıya yabancılaşmazlarsa her şeyden önce kendilerine, daha sonra hizmet ettikleri insanlara yardımcı olamazlar. Biz de aynısını yapıyoruz. Her akşam Gazze’deki bebeklerin üzerine atılan bombaları izliyor, sonra yaşamımıza gördüğümüz her şeyi unutarak devam etmeye çalışıyoruz.

İnsanlığın topraklarının yabancılar tarafından her an işgal edilebileceğine inanması için çok ama çok neden var. Çünkü oluyor. Görüyoruz. Buna şahit olan bir insanın keskin bir sirkeye dönüşmesinden daha doğal ne olabilir? Ve tabii küpüne zarar vermesinden…

***

Tüm bunlardan sonra “İnsanlık neden popülist ve sağcı liderler tarafından yönetilmek istiyor” sorusunu bir kez daha düşünelim.

Her şey hızla değişiyor. Birileri birilerini öldürüyor. Sizse korkuyorsunuz, olup bitenden hiçbir şey anlamadığınızı düşünüyorsunuz, birileri tarafından öldürülme sırasının yakında size de gelmesinden endişeleniyorsunuz. Korkunuz öfkeye dönüştüğünde onu kusabileceğiniz bir paralel evreniniz var ve orada “sizden” olanlarla birlik olup “ötekiye” karşı durabiliyorsunuz (ya da siz öyle sanıyorsunuz).

Üstüne üstlük bu yeni dünyada hiçbir şey üretmeyen ama bir şeyleri birilerine kiralayan insanlar (bkz. Geçen yazı tekno-feodalizm) giderek zenginleşirken siz giderek fakirleşiyorsunuz.

Bu halde bir insanın muhafazakarlaşmasını; geçmişe, o iyi bildiği günlere sarılmasını; popülist bir geçmiş anlatısı üzerinden kendini tarif etmeye çalışmasını yadırgamamak gerekir diye düşünüyorum. Bugün dünya nüfusunun yüzde 72’si o veya bu şekilde otoriter yönetimler altında yaşamayı tercih ediyor.

Geniş halk kitlelerinin geçmişe, o parlak günlere referans veren ve bu referans üzerinden “milli bir birlik” söylemi oluşturan liderlerin etrafında toplanmayı tercih etmesi, kendisini ve bu zor durumu yönetecek otoriter bir lidere ihtiyaç duyması size de anlaşılabilir gelmiyor mu?

Bugün “sol hareketler” tüm bu olup biteni tarif ederek bir çözüm önerisi sunmadıkça, konsantrasyonunu insanın dünyayı anlama çabasına yoğunlaştırmadıkça bu devran pek değişebilir gibi görünmüyor. Dünyada tam da bu eksende “sol popülizm” tartışmaları devam ediyor.

Tabii bir de ayrı bir yazı konusu olan göç meselesi var. Yukarıda saydıklarımızın üzerine, anlamakta güçlük çektiğimiz bu dünyada tanımadığımız birtakım insanların yaşam alanlarımıza göz diktiği bilgisine sahibiz.

Kültürümüz değişiyor, dilimiz değişiyor, önceliklerimiz değişiyor ve ekonomik olarak birileri çok zenginleşirken birileri giderek fakirleşiyor.

Dünyanın en zengin yüzde 1’i 1980’de toplam gelirin yüzde 10’una sahipken bugün yüzde 19’una sahip. Yani iki katına… Ve aradaki fark bizim cebimizden çıktı.

Bu çok korkutucu bir tablo. Farkındayım. Fakat bu korkutucu tablodan bizim ne çıkardığımız önemli.

Tecrübelerimizle biliyoruz ki, her şey karşıtıyla var oluyor. Umutsuzluğun hüküm sürdüğü yerde umut, savaşın kol gezdiği coğrafyalarda barış, kötünün hâkim olduğu bir dünyada iyi daha değerli hale geliyor. Kötü olduğu sürece iyi de hep olacak ve insanı iyinin hala bir yerlerde var olmaya devam ettiği inancı koruyacak.

Önceki yazıyı bitirirken yazdığım şeyi tekrar edeceğim: Eski ölüyor, yeni ise henüz tam olarak doğmadı. Şimdi canavarlar zamanı…

Ve o canavarları alt edecek kahramanların içimizden çıkacağını bilmenin tesellisiyle hayata tutunabiliriz.

Tutunmalıyız.

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

Öncelikle popülist sağın saldırdığı gerçekten sol mu? Burayı bir düzeltmemiz gerekiyor

Çok farklı etnik kökenden insanın bir arada yaşadığı ABD’de bugün artık eşitsizliklere karşı “uyanık/woke” olmakla itham edilmek pek çok insan için hakaret anlamına geliyor

Her şey hem canımızı yeteri kadar sıkacak kadar monoton ve lüzumsuz, hem de canımız her sıkıldığında bulabildiği her delikten üzerimize yağacak kadar bol ve geçici

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Kaçıp saklanmak istememiz çok normal değil mi? Şimdi canavarlar zamanı (2) - Eray Özer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kaçıp saklanmak istememiz çok normal değil mi? Şimdi canavarlar zamanı (2)

22 1
12.02.2024

Diğer

Konuk Yazar

12 Şubat 2024

Dünyada ne değişti? Geçen hafta kafamı bu aralar bu sorunun meşgul ettiğini yazmış, konuyu kapitalizm, özellikle de tekno-feodalizm ve gözetim kapitalizmi ekseninde tartışmaya çalışmıştım. Yazı yeterince uzayınca değişimin insan ayağını bu haftaya bırakmıştım. Şimdi gelin madde madde hayatımızda nelerin nasıl değiştiğine bakalım. Ve bu defa şu soruyu soralım: Tüm bunlar olurken yaşadığımız duygular, korkularımız, kaçıp saklanma isteğimiz çok normal değil mi?

Evet, artık kendimize ait bir özel alanımız yok. Kamusal alan ile özel alan internetin sağladığı olanaklar sayesinde birleşmiş durumda. Ne yiyoruz, ne içiyoruz? Kiminle görüşüyoruz? Ne hissediyoruz? Her şeyimiz ama her şeyimiz göz önünde. Üstelik bundan pek kaçış da yok. Yani mesele “E benim Instagram’ım yok ki” ile kısıtlı değil. Dijital ortamdaki her türlü izimiz bir dataya dönüşüyor ve bu data tüketim endüstrisinin oligarkları tarafından itinayla arşivleniyor.

Sadece bu bile insanı bozguna uğratabilir. Beş “like”ınızla oy vereceğiniz partiyi kestirmeye çalışan bir algoritmadan bahsediyoruz. Geçenlerde trafiğin yoğun olduğu bir saatte motosikletimle trafiğe çok takılmadan eve döndüm. Algoritma eve dönüş hızımdan dolayı yürümediğimi ama trafiğe takılmadığım için araba kullanmadığımı algıladı. “Bu olsa olsa motosiklet kullanıyor olabilir” dedi. Motordan indiğim anda indirimdeki motosiklet eldivenlerini duyuran bir mesaj aldım. Bu çok ama çok ürkütücü…

Geçen yazıda da belirttiğim gibi özel hayatımızı veriye çeviren yeni nesil şirketler belli ki bunu giderek artan bir derinlikte yapmaya devam edecek. Devletlerin de işine gelen bu duruma dair yasal birtakım önlemler alınması da zor görünüyor.

Her an gözetlendiğimiz bir dünyada kısa vadede bize rahat yüzü yok anlayacağınız.

Bilgi artık her yerde. Erişimi çok ama çok kolay. Üstelik neredeyse her türlü bilgi. Sınırsız. Lakin bilginin kendisi öylesine bir tüketim nesnesine dönüşmüş durumda ki, o bilgiyi sadece tüketebiliyoruz, işleyemiyoruz. Bugün iletişimden anladığımız şey, her yönden üzerimize doğru akmakta olan bilgiyi -zihnimizin açık olduğu bir günümüzdeysek- sadece algılayabilmekten ibaret.

O bilginin üzerine düşünmek, Habermas’ın kamusal alanı tarif ederken söylediği gibi rasyonel ve eleştirel bir tartışmadan geçirmek mümkün değil. Kamusal alanda tartışılmış, meşruiyetini bu tartışmalardan alan bilgiyle değil, daha çok “like” alan yoruma dayalı tercihlerle yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.

Böyle bir dünyada “Yok ya, bu böyle olmamıştır”, “Olur mu canım, o şunu dememiştir” gibi bir kestirme kullanmaya çalışıyoruz. Çünkü neyin doğru olduğunun bilgisine sahip değiliz. Birbiriyle çelişen iki bilgi aynı anda doğru olabiliyor ve biz de bu çelişkiye rağmen her ikisine de inanmaya devam edebiliyoruz.

İşte tam da buna “post-truth” çağı deniyor. Eğlenceye dönüşen bilginin özgül ağırlığını kaybettiği o lanetli çağ…

Her şeyi öğrenebiliyoruz, her yere bakabiliyoruz. Fakat doğruluğundan emin olamıyoruz. O zaman elimizde tek ihtimal kalıyor: İnanmak. Oysa bilginin inanmak ya da inanmamakla bir ilişkisi yok ki… Söyleyen kim, sahip olduğu tezi hangi verilerle savunuyor, eğitimi ne… Bunların hiçbir önemi yok. O kadar büyük bir bilgi akışına maruz kalıyoruz ki, bir değerlendirme sürecine zamanımız yok. Tercih yapıyoruz. Kimin daha “doğru” olduğunu seçiyoruz.

Bize bilgiyi aktaranların kim olduğuyla ilgilenmek için de zaman yok. Bir bilgiyi savunanların sayısı o insanların aslında kim olduklarından daha önemli. Niceliğin niteliği mağlup ettiği noktadayız.

Biri bize doğruyu söylesin istiyoruz evet, ama o “birinin” kim olduğuna değil, kaç kişi olduğuna göre karar veriyoruz. Artık kanaat önderlerimiz yok. Ayrıca kanaat önderlerinin de insan olduğuna şahit oluyoruz. Özel alanın ifşası nedeniyle bu insanların da senin benim gibi olduklarına canlı tanık olup, böyle bir durumda o insanlara inanmak için bir neden bulamıyoruz.

Tam da bu yüzden herkes kaybolmuş gibi… Herkes bir beklenti içinde: Biri çıksın ve doğru yolu göstersin. Ama o “biri” kim? İşte onu bilemiyoruz.

Bilgiye erişimimiz de benzer bir şekilde özgür iradeyle değil, arama motorlarının bize sunduklarıyla kısıtlı. Örneğin yine geçen........

© T24


Get it on Google Play