Diğer

Konuk Yazar

22 Ocak 2024

En son ne zaman kendinizle baş başa kaldınız? Fiziksel bir yalnız kalma halinden söz etmiyorum. En son ne zaman gözlerinizi tavana diktiniz ve uzun uzun baktınız?

Ne zaman canınız sıkıldı ve eliniz telefona, kumandaya gitmeden derin düşüncelere daldınız?

Can sıkıntısı deyince çok örnek verilen bir araştırmaya göre deneklerin yarısı 15 dakika boyunca sadece kendi düşünceleriyle baş başa kalmak yerine kendilerine elektro şok verilmesine razı olmuş. (Erkeklerde oran yüzde 67, kadınlarda yüzde 25.) Üstelik öyle sinek ısırığı kıvamında bir elektrik değil, deney öncesinde “ben bu şoku yememek için üstüne para vermeye razıyım” dedirten bir elektrik miktarından söz ediyorum. Erkek bir denek -artık nasıl düşüncelere sahipse- 15 dakikada tam 190 kere uygulamış bu şoku.

Peki, biz düşüncelerimizden ne ara bu kadar korkar olduk?

Mutluluğun tarifini “kendi kendinle baş başa kalmak” olarak yapan Aristoteles’in köprülerinin altından çok sular aktı evet, ama fiziki işkenceye razı olacak kadar düşüncemizden korkan yaratıklara ne ara dönüştük?

Can sıkıntısının verimli bir süreç olduğu söylenir hep. İnsan beyni tekrar eden anlarda kendini rutinin dışına atmak ister ve yaratıcılık tam da böyle anlarda tetiklenir der, pek çok araştırma. Yine bilim insanlarına göre “basit can sıkıntısı” diye tarif edilen bu anlar aslında tiksinme duygusunun daha ilkel, daha hafif yansımalarıdır.

Bir şeye yoğun bir biçimde maruz kaldığımızda -bazen maruz kaldığımız şey hiçbir uyaranın olmaması, bir boşluk da olabilir tabii- tiksintiye benzeyen bir tepki veren zihin, başka sulara akmak isteğini bize can sıkıntısı yoluyla anlatır.

Bir de can sıkıntısının daha kompleks bir türü var: Varoluşsal can sıkıntısı olarak tanımlanan ve Schopenhauer’ın “hayatın boşluğundan” kaynaklandığını söylediği bu duygu durumunda insan yapmakta olduğu veya yapabileceği herhangi bir eylemden mutlu olamayacağını baştan bilir. Tıpta buna “ennui” deniyor.

Latinceden Fransızcaya, oradan da İngilizceye -tam karşılığı olmadığı için olduğu gibi- geçmiş bir kelime “ennui.” Türkçede “hüzün” kelimesine karşılık geldiği söyleniyor, hani sebebi belirsiz bir mutsuzluk, bir hayattan zevk alamama hali gibi…

“Ennui”nin Latince kökleri aslında bizi “in odio”ya yani “nefret” kelimesine çıkarıyor.

Yani aslında varoluşsal can sıkıntısını kuşandığınız o zaman dilimi, kendinizin dışındaki her şeye dair içinizde nefrete benzer duyguların uyandığı bir âna denk düşüyor.

Peki, gelin en başa dönelim: Kendi düşüncelerine 15 dakika katlanamayan insan kendi dışındaki her şeyden, her eylemden nefret ettiği o varoluşsal can sıkıntısı halinde ne yapar? Ne yapabilir?

Kendiyle nefret ettiği dış dünya arasında sıkışan insanın bu sıkışmışlık halinden kaçabileceği bir yer, sığınabileceği bir liman kalmış mıdır?

Oysa, bir zamanlar o varoluşsal can sıkıntısı halinden bir devrim bile doğabileceğine inanıyordu insanlık. Alman yazar Siegfried Kracauer 1924’te kaleme aldığı makalesinde kendimizle baş başa kaldığımız o büyük boşluklarda yaşanan sıkılma hallerini “gerçek/radikal sıkıntı” anları olarak tanımlıyordu.

Kracauer’e göre radikal sıkıntı anlarında modern hayatın üzerimizde kurduğu tahakkümün farkına varabilir, bir çarkın nasıl sömürüye açık dişlileri olduğumuzu hissedebilirdik. O yüzden “radikal sıkıntı” anları politik olanın ortaya çıkabileceği anlardı.

Şimdi neyse ki telefonlarımız var.

Çok daraldık mı, sağa sola yukarı kaydırarak başkalarının sıkılmıyormuş gibi yaptıkları anların resimlerine, büyük muhasebelerden sonra yazıya dökülmüş gibi duran beylik düşüncelerine atıveriyoruz kendimizi… Rahatlıyoruz.

Fakat ne yazık ki, orada da “duramıyoruz.” Bugün insanın tek bir ekranda geçirdiği ortalama süre 47 saniyeye düşmüş durumda. Evet, doğru okudunuz: 47 saniye… Ve giderek kısalıyor.

2004 yılında bu süre 2,5 dakikaydı. Sonrasında 75 saniyeye düştü. Bugün 47 saniye. Ekranları ortalama 47 saniyede bir değiştirmek suretiyle tek bir konuya odaklanabilme süremiz ise 10,5 dakika. İşin kötüsü yeniden aynı konuya dönmemiz için gereken süre ise 25 dakika 16 saniye.

Kendimize tahammülümüz yok. Bir konu etrafında gezinmeye tahammülümüz yok. Bir ekrana bir dakika boyunca bakmaya tahammülümüz yok. Bunu böyle söylemek istemezdim ama korkarım bizim artık yaşamaya tahammülümüz yok.

Biraz abartmış olabilir miyim? 47 saniyede bir ekranını değiştiren insan aslında tam da zamanın ruhuna uygun, “multitask” bir insan olamaz mı?

Özür dileyerek söylüyorum ama hayır, olamaz. “Multitask” işi de yalan. Ben değil MİT’ten Profesör Earl Miller söylüyor: “Beynimiz aynı anda sadece bir, bilemediniz iki düşünceyle uğraşabiliyor.” Yani, “içerideki kablolar” paralel değil, seri çalışabiliyor.

Bugün ortalama bir genç ise altı farklı medya kanalını aynı anda yönetebileceğine inanıyor. Ama ne yazık ki bu doğru değil. Aslında olan şu: Siz altı farklı kaynaktan aynı anda beslendiğinizi zannederken beyniniz ziyadesiyle zorlanıyor ve tüm bu veriyi bir ona, bir diğerine sıçrayarak sırasıyla işlemeye çalışıyor. Arada bir sürü veriyi atlamak zorunda kalıyor. Boşlukları çeşitli mantık çıkarımlarıyla doldurmak zorunda kalıyor. Çok ciddi bir kısmını kısa süreli hafızanızdan uzun süreli hafızanıza aktaramıyor. Kısacası boşuna harap oluyor.

E peki ne olacak? Telefonları kapatsak? Sosyal medya uygulamalarını silsek? Bunları yapalım tabii… Zarardan çok faydası var böyle şeylerin… Fakat dikkatin felsefesi hakkında kafa yoran eski Google mühendisi James Williams sorunun bireysel değil toplumsal olduğunu, dolayısıyla çözümü bireyden beklemenin pek mümkün ve adil olmadığını söylüyor.

Geçenlerde Napoleon filmini izlerken bir şey fark ettim. Birkaç istisna hariç artık hemen hemen izlediğim her filmde olaylar kendi içinde epizotlar halinde sunuluyor sanki. Sinema bile kendi içinde olup biten skeçlerden oluşan, beşer onar dakikalık kolajlardan müteşekkil bir anlatıya doğru savrulmuş çoktan. Yani dikkat dağınıklığımız ne yazık ki sinemada da fark edilmiş ve böyle eğreti bir anlatım dili benimsenmiş durumda.

Dolayısıyla başta cep telefonlarımızdaki uygulamalar olmak üzere, bilgiyi böyle işlemek üzerine kurulmuş ve bunu her alanda bize dayatan bir dünyayla kuşatılmış durumdayız.

Her şey hem canımızı yeteri kadar sıkacak kadar monoton ve lüzumsuz, hem de canımız her sıkıldığında bulabildiği her delikten üzerimize yağacak kadar bol ve geçici. Tüketirken de sıkılmaya devam ettiğimiz için tükettiğimiz şeyleri de sürekli değiştirme, 47 saniyeden fazla onlara da dayanamama halindeyiz.

“İçerik”, malum, günümüzün moda kelimesi. Yediğimiz içtiğimize bile “öyküsüne” bakarak karar veriyoruz. Lakin şöyle içimizi havalandıracak, gönlümüzü ferahlatacak, hayranlıkla kucaklayacağımız derinlikte bir “içeriğe” rast gelmek de çölde bir damla su aramak kadar yorucu.

Birkaç hafta önceki yazıda “acıyı” anlatırken andığım Byung-Chul Han’ın “performans toplumu” diye tarif ettiği bu yeni toplum düzeninde yaşamımızı sürekli içeriklendirmek, bunu kesintisiz hale getirebilmek için de sürekli “-mış gibi yapmak” zorundayız.

Eğleniyormuş gibi, çalışıyormuş gibi, dinleniyormuş gibi… Ve tabii sıkılıyormuş gibi…

Peki, ne yapacağız? Sorun bizde değil de bize dayatılan bu yeni toplum düzeninde ise bize düşen ne?

Vallahi benim anladığım, bu soruya manasız kişisel gelişim önerileriyle cevap verme sığlığına düşmeyeceksek, yapacak bir şey yok. Üzgünüm.

Ama kitabın dışından bir öneriyle gelmem gerekirse, sıkılın derim. Şu sıralar sizi bol bol ziyaret eden sıkıntı ataklarını -ortalama bir insanın uyanık zamanının yirmide biri bu ataklarla geçiyormuş artık- saçma eylemlerle savuşturmaya kalkmayın. Tavana bakın. Baş parmaklarınızı birbirinin etrafında çevirin -büyük babaannem öyle yapardı-. Dağa taşa bakının. Boş boş yürüyün. Zamanın bir türlü geçmek bilmemesine hayret edin.

Sıkıntınızı sevin.

Hem Turgut Uyar da seviyormuş, baksanıza:

“Severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni. Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne yapılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapılmamışın, düzeltilmemişin telaşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı.”

“Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” derdi babaannem.

İyi haftalar…

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ’de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi’nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi’nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi’nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu’nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak’ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken’de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ’ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu’ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

Futbol takımı yönetiyorlar örneğin… Yönetmeye devam ediyorlar. Televizyonlarda spor yorumculuğu yapıyorlar. Bir tanesi de “Ben senin dolarları poşet poşet gezdiren aklına niçin güveneyim de takım emanet edeyim” sorusuyla karşılaşmıyor demek ki

2000’li yılların başlarında kendini -milenyum hevesiyle- altın suyuna batıran dünyanın saygın kurumlarının yaldızlarının şimdilerde dökülüyor olması, belki de hakikatin en çıplak haliyle ortaya çıkmasına yardımcı olur

"Merakı alana hayret ve hayranlık bedava! İyi seneler!"

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Her zamankinden daha çok sıkılıyorsunuz değil mi? - Eray Özer
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Her zamankinden daha çok sıkılıyorsunuz değil mi?

30 0
22.01.2024

Diğer

Konuk Yazar

22 Ocak 2024

En son ne zaman kendinizle baş başa kaldınız? Fiziksel bir yalnız kalma halinden söz etmiyorum. En son ne zaman gözlerinizi tavana diktiniz ve uzun uzun baktınız?

Ne zaman canınız sıkıldı ve eliniz telefona, kumandaya gitmeden derin düşüncelere daldınız?

Can sıkıntısı deyince çok örnek verilen bir araştırmaya göre deneklerin yarısı 15 dakika boyunca sadece kendi düşünceleriyle baş başa kalmak yerine kendilerine elektro şok verilmesine razı olmuş. (Erkeklerde oran yüzde 67, kadınlarda yüzde 25.) Üstelik öyle sinek ısırığı kıvamında bir elektrik değil, deney öncesinde “ben bu şoku yememek için üstüne para vermeye razıyım” dedirten bir elektrik miktarından söz ediyorum. Erkek bir denek -artık nasıl düşüncelere sahipse- 15 dakikada tam 190 kere uygulamış bu şoku.

Peki, biz düşüncelerimizden ne ara bu kadar korkar olduk?

Mutluluğun tarifini “kendi kendinle baş başa kalmak” olarak yapan Aristoteles’in köprülerinin altından çok sular aktı evet, ama fiziki işkenceye razı olacak kadar düşüncemizden korkan yaratıklara ne ara dönüştük?

Can sıkıntısının verimli bir süreç olduğu söylenir hep. İnsan beyni tekrar eden anlarda kendini rutinin dışına atmak ister ve yaratıcılık tam da böyle anlarda tetiklenir der, pek çok araştırma. Yine bilim insanlarına göre “basit can sıkıntısı” diye tarif edilen bu anlar aslında tiksinme duygusunun daha ilkel, daha hafif yansımalarıdır.

Bir şeye yoğun bir biçimde maruz kaldığımızda -bazen maruz kaldığımız şey hiçbir uyaranın olmaması, bir boşluk da olabilir tabii- tiksintiye benzeyen bir tepki veren zihin, başka sulara akmak isteğini bize can sıkıntısı yoluyla anlatır.

Bir de can sıkıntısının daha kompleks bir türü var: Varoluşsal can sıkıntısı olarak tanımlanan ve Schopenhauer’ın “hayatın boşluğundan” kaynaklandığını söylediği bu duygu durumunda insan yapmakta olduğu veya yapabileceği herhangi bir eylemden mutlu olamayacağını baştan bilir. Tıpta buna “ennui” deniyor.

Latinceden Fransızcaya, oradan da İngilizceye -tam karşılığı olmadığı için olduğu gibi- geçmiş bir kelime “ennui.” Türkçede “hüzün” kelimesine karşılık geldiği söyleniyor, hani sebebi belirsiz bir mutsuzluk, bir hayattan zevk alamama hali gibi…

“Ennui”nin Latince kökleri aslında bizi “in odio”ya yani “nefret” kelimesine çıkarıyor.

Yani aslında varoluşsal can sıkıntısını kuşandığınız o zaman dilimi, kendinizin dışındaki her şeye dair içinizde nefrete benzer duyguların uyandığı bir âna denk düşüyor.

Peki, gelin en başa dönelim: Kendi düşüncelerine 15 dakika katlanamayan insan kendi dışındaki her şeyden, her eylemden nefret ettiği o varoluşsal can sıkıntısı halinde ne yapar? Ne yapabilir?

Kendiyle nefret ettiği dış dünya arasında sıkışan insanın bu sıkışmışlık halinden kaçabileceği bir yer, sığınabileceği bir liman kalmış mıdır?

Oysa, bir zamanlar o varoluşsal can sıkıntısı halinden bir devrim bile doğabileceğine inanıyordu insanlık. Alman yazar Siegfried Kracauer 1924’te kaleme aldığı makalesinde kendimizle baş başa kaldığımız o büyük boşluklarda yaşanan sıkılma hallerini “gerçek/radikal sıkıntı” anları olarak tanımlıyordu.

Kracauer’e göre radikal sıkıntı anlarında modern hayatın üzerimizde kurduğu tahakkümün farkına varabilir, bir........

© T24


Get it on Google Play