Diğer

05 Mart 2024

Cuma günü 8 Mart, Dünya Kadınlar günü. Pek muhtemeldir ki sadece yüzde 20’sini kadınların oluşturduğu TBMM’de yine bir takım hamasi konuşmalar yapılacak. İki istisna dışında erkek olan siyasi parti genel başkanları etraflarındaki kadınlara karanfil gül dağıtarak ‘benden eşitlikçi lider yok’ yarışında öne çıkmak için türlü şirinlik yapacak. Keşke bir 8 Mart’ta tüm erkekler en azından bir günlüğüne susabilse ve sadece kadınlar konuşabilseydi…

Zor Konuşmalar’da, bu hafta bir kadın lideri konuşturmak istedim, siyasetin dışından bir lider kadını... Uzun zamandır kendi işleri ve projeleri dışında bir konuda sesini duymadığımız iş insanı Ümit Boyner, 8 Mart vesilesiyle konuşmaya ikna oldu. Kadın meselesinden yola çıkarak Türkiye’nin yakın zamanda nereden nereye savrulduğunu etraflıca değerlendirdi.

Boyner Grup’ta Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapan Ümit Boyner’i, Türkiye kamuoyu TÜSİAD başkanlığı yaptığı 2010- 2013 döneminde tanıdı. O günkü konjonktürde TÜSİAD, AKP hükümetinin pek çok politikasına destek vermekle beraber, karşı çıktığı konularda sesini yükseltmekten kaçınmıyordu. Ümit Boyner bazı çıkışları nedeniyle o dönemde henüz Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekse de çoğu kez geri adım atmadı. O günlere referansla sorduğum sorulara içtenlikle yanıt verirken, eğitimde 4+4+4 sistemine geçişe karşı çıkması nedeniyle en büyük azarı yediğini kendisi hatırlattı. TÜSİAD başkanlığı dönemindeki performansı nedeniyle onun ‘yakında’ siyasete gireceğini düşünenler oldu. Ümit Boyner ise siyasete girmeyi asla düşünmedi ama aradan geçen 10 sene içinde siyaseti hep çok yakından ve çok dertlenerek takip etti.

Bugün kendisinin TÜSİAD başkanlığı yaptığı dönemden çok farklı bir siyasi iklim ve o siyasi iklimin dayattığı çerçevede temkinli pozisyonlar alan bir TÜSİAD var. Ancak Ümit Boyner bu eleştiriyi kabul etmiyor. TÜSİAD’ın duruşundan taviz vermediğini ancak hükümetin diyalog kapısını kapatması nedeniyle geride durduğuna dikkat çekiyor. TÜSİAD’ın sessiz kaldığının düşünülmesinin asıl sebebinin ise medyanın uyguladığı sansür olduğuna işaret ediyor; “Biz susmuyoruz. Onlar ya yazmıyorlar ya yazamıyorlar.”

Ümit Boyner tartışmayı bir adım daha ileri götürerek TÜSİAD’ın Cumhuriyet tarihi içindeki en önemli burjuvazi hareketi olduğunu söylüyor. Bu hareket içinde yer alan aile ve grupların Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi süreçte taviz vermediğini, tam tersine, hepsinin durduğu yerde durduğunu savunuyor.

- Cumhuriyet’in 100. yılını geride bıraktık, ikinci yüzyılın ilk senesi içerisindeyiz. - Sizi toplumsal ve siyasal itirazlarını her zaman çok canlı ve güçlü bir şekilde dile getiren bir iş insanı olarak tanıdık. Türkiye’nin bugün geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz? Hem kazanımlar hem de hayal kırıklıklarınız açısından değerlendirin isterim.

Çok dolu bir soru. Hayal kırıklıkları, kırgınlıklar, pişmanlıklar olsa da genelde ileri bakmayı tercih ediyorum çünkü insan ileri baktıkça, ümit ettikçe, üretken olmaya devam ettikçe, bunlara odaklandıkça insan olduğunu hatırlıyor. Yoksa hayatta olmanın çok da bir anlamı yok. Hele belli bir yaştan sonra mutlaka bir amaç, bir duruş çerçevesinde hayatın anlamını devam ettirmek lazım. Ben şahsi olarak böyle değerlendiriyorum.

Kendi adıma Türkiye 100. yılda olmasını istediğim yerde değil. Türkiye’deki sivil toplum alanı benim bu alanda etkin çalıştığım dönemin çok gerisine düştü. Gelinen nokta beklentilerimin çok gerisinde. Ama buna rağmen o hayal kırıklıklarına odaklanmak yerine geleceğe dair umutlarıma odaklanarak çalışıyorum. Elbette şu anda daha önce üstelendiğim görevlerde değilim. TÜSİAD başkanı olmak başka bir şey ya da KAGİDER kurucusu olmak başka bir şey. Ama inanıyorum ki bir özel sektör temsilcisi olarak memleketin sivil toplum alanına yapabileceğim katkılar hâlâ var. Boyner Grup içinde, sivil toplum alanına verdiğimiz önem çerçevesinde bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ben özel sektörün yıllardır savunduğu ve inandığı çizgide durmasının önemine inanıyorum.

- Daha önce üstlendiğiniz görevler arasında kuşkusuz en dikkat çeken ve en çok hatırlanan TÜSİAD başkanlığınız. 2010- 2013 tarihler arasında başkanlık yaptınız ve tam da o dönemin sonunda Türkiye’de kritik politik kırılmalar yaşanmaya başladı. 2013’ten önceki dönemde hayal ettiğiniz Türkiye’ye doğru yol alındığını düşünmenizin temel sebebi neydi?

Bir kere 15 sene evvel Türkiye, Avrupa Birliği’ne aday bir ülke gibi davranıyordu. Tabii Avrupa Birliği de bu geçen zaman içinde çok değişti ve kendi içinde sorunları var. Ancak yine de Avrupa Birliği hedefi Türkiye’deki demokrasi ve sivil toplum alanının yeşermesi için önemli bir kaldıraçtı. Bahsettiğim bu dönem içerisinde biz KAGİDER’de ‘kadın fonu’ diye bir şey kurduk. 340 tane irili ufaklı kadın derneğine fon sağlamaya başladık. Tüm bunlar sivil toplum alanını büyüten ve çok sesli kılan adımlardı. Oralardan bugün sivil toplum alanında çok daha kapalı, gittikçe merkezileşen ve herkesin kendi yankı odalarına kitlendiği farklı bir Türkiye'ye geldik. Tabii Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin yanında dünyadaki güç dengelerindeki bozulmanın da bu duruma etkisi oldu. Bu olumsuz gidişata rağmen bir yandan da toplumdaki farkındalık arttı aslında. Artık belli konular üzerinde daha çok konuşabiliyoruz. Toplumun farklı kesimleri ağırlıklı olarak kendi yankı odalarında kendilerine benzeyenlerle konuşuyor ve tartışıyor olsa da yine de sonuçta farklı kesimler birbirlerine ses veriyor. Her koşulda tartışma ortamının devam etmesi gerektiğine inanıyorum.

- Kutuplaşmaya rağmen farklı kesimlerin en alevli konuları bile tartışabiliyor olmasını artı hanesine yazıyorsanız, Türkiye’nin eksi hanesinin başında ne var size göre?

Toplumun her alanında artan şiddet. Şiddeti tamamen fiziksel bir şey olarak almayalım, şiddetin çeşit çeşit halleri var. Bugün sosyal hayatta ve siyasi hayatta karşı karşıya kaldığımız şiddet dili çok ürkütücü.

- Kadınlara yönelik şiddet dilinden mi bahsediyorsunuz?

Elbette kadınlara karşı kullanılan bir şiddet dili var ama benim bahsettiğim dil onun da ötesine geçen bir şey. Kadınlar ve erkekler birbirlerine karşı aynı şiddet dilini kullanır oldu. Eskiden nezaket diye bir şey vardı. Anneannem böyle konuşurdu, ben de onun gibi konuşmaya başladım! Ama hakikaten de o nezaketi mumla arar noktadayız. Bazen eski televizyon programlarını hatırlıyorum; siyasetçiler ya da kanaat önderleri her şeyi belli bir nezaket içinde tartışabiliyordu. Siyasetçiler birbirini iğneleyecek olsalar bile bunu bir nezaket çerçevesi yapabilirler, eskiden bu yapılabiliyordu.

- Zaman zaman aynı dili siyasetçilerin sokakta yanlarına gelen yurttaşlara karşı kullandığını dahi izliyoruz. Bir parti genel başkanının viral olan görüntülerini siz de izlemişsinizdir tahmin ediyorum.

Bir tek siyasi liderlere değil Türkiye’deki toplumun geniş kesimlerine sirayet etmiş olan bir dil bu. Belki iş dünyası biraz daha farklı çünkü hem çerçevesi belirlenmiş bir kurum kültürü içinde yaşıyorsunuz hem de dünyaya entegre olmak durumundayız. Ama memleketteki yaygın toplumsal kültüre baktığımızda bir şey yapanın yanına kar kaldığını görüyoruz. Hem yanına kar kalıyor hem de toplum o kişinin o yanlış davranışı yaptığını unutuyor. Kimse dünü hatırlamıyor. Dün hatırlanmadığı için de dün yapılanlar cezasız kalıyor. Artık neredeyse hiçbir şey ayıp değil.

- Neredeyse hiçbir şeyin ayıp olmadığı bir toplumsal düzen noktasına gelinmesinin temel sebebi nedir sizce?

Hesap verme ve bir konuda sorumlu olma meselesi bitti çünkü. Bakın bizim iş dünyasında ‘iyi yönetişim’ dediğimiz şeyin temelinde adil olma, şeffaflık ve hesap verme vardır. Biz kurumlarımızı yönetirken hâlâ bu prensipleri uyguluyoruz. Ama Türkiye genelinde bu prensipleri uygulayan çok küçük bir çevre kaldı. Adil olmak ya da şeffaf olmak ya da hesap vermek gibi bir derdi olmayan birçok lider ya da kişi rol model olarak toplumda yerlerini buluyorlar. Bu anlamda ciddi bir çürüme olduğunu düşünüyorum. Bu sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada da böyle aslında. Ama Türkiye’deki doz çok yüksek. Bu düzen içinde haliyle en fazla erozyona uğrayan şey vicdan. Bu kelimeyi adeta kaybettik, kullanılmıyor bile.

- Türkiye’yi kadınları, çocukları ve ayrımcılığa uğrayan diğer grupları koruyan bir yasal çerçeve olan İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaktan çıkartmak, o sözleşmenin isminin ‘İstanbul’ olmasını sağlayan hükümetin kendi icraatı oldu. AKP hükümetinin bu adımı size göre ne anlama geliyor?

Ben açıkçası kadın hareketi içinde olmuş biri olarak, cinsiyet eşitliği için çalışmış biri olarak kırgınım öyle söyleyeyim. Hem hayal kırıklığı duyuyorum hem kırgınım. İstanbul Sözleşmesi'nden ne için vazgeçildi? Ben onu tam olarak da anlayabilmiş değilim. Benim bunu ne insan hakkı perspektifinden ne de şiddet perspektifinden değerlendirmem çok zor. Orada başka bir şeyler orada döndü.

İstanbul Sözleşmesi adı altında deyince öyle acayip tartışmalar yaşandı ki. İş kadınların nafaka hakkına falan kadar gitti. Cezasızlık ortada olduğu sürece suç işleyenin tekrar suç işlemesi içinde gayet uygun bir ortam oluşmuş oluyor. Son 4 günde 9 kadın öldürülmüş. Televizyon dizilerine bakıyorsun, zaten tamamıyla bu şiddet, kadının aile içindeki yeri ve erkeklerin onun üzerine baskısı işleniyor. Şu dikkatimi çekiyor; eskiden gazetelerin ilk sayfalarının sağ üst köşesine konulan ‘günün güzeli’nin yerini televizyon dizilerindeki kadınlar aldı. Sanki gerçek bir şeymiş gibi dizi haberleri veriliyor. İşte efendim “Ayşe yakında Mahmut ile evlenecek” gibi haberler. Sonuçta gazetedeki diğer habere, yani “Son 4 günde 9 kadın öldürülmüş” diyen habere bakıp geçiyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Bu, şiddetin toplumda içselleştirilmesidir. Bu diziler adeta toplumun bu gerçeklerle yaşamak zorunda olduğunun kabul edilmesi gerektiğini anlatıyor gibi.

- Kadın özgürleşmesiyle demokrasi arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edersiniz?

Dünyada demokratik sistemlerin çürümesini gördüğümüz zaman aslında cinsiyet eşitliğine karşı durmak antidemokratik düzenin en önemli mekanizmalarından biri. Ve bu kullanılıyor. Özellikle de bir kadın rolünün kısıtlanmasına karşı duruyorsa ona karşı yine şiddet gösteriliyor. Burada şiddeti şu anlamda kullanıyorum; bir insanı haklarından mahkûm etmek de şiddettir. Yani kadın özgürlük istedikçe daha büyük baskı görüyor. Maalesef siyasiler de bunu kullanıyorlar. Kadınların sesi yükseldikçe baskı yapma isteği de yükseliyor. Antidemokratik ortamın oluşmasında bu mekanizmanın da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu tabii günlük hayata yansıyor. Mesela çocuklar da televizyon seyrediyor. Biraz önce bahsettiğimiz dizilerde olan biten çocukların da seyrettiği saatlere denk geliyor. Böylelikle bu dil toplumun geneline sirayet ediyor. Duyuyorum okullarda erkek çocuklarının da bu dili kullandığını.

- Popüler olan dizilerde takip edebildiğim kadarıyla hep erkeklerin dünyasında erkekler tarafından hizaya çekilmeye çalışan kadınların hikayeleri işleniyor. İster seküler kadın olsun ister muhafazakâr bir şekilde ancak o erkeklerin çizdiği çerçevede davrandıklarında kabul gören kadınlar var. Bir yandan onların mücadelesini izliyormuşuz gibi sunuluyor ama aslında yumuşak başlı kadın özlemi alttan alta işleniyor. Sizi de dizilerde rahatsız eden şey bu sözlerinizden anladığım kadarıyla.

Tam olarak bu evet. Bizim özellikle grupta toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine çalışmamızın aslında nedeni bir ölçüde bu. Kadının sahip olmak istediği rolü çocukluktan başlayarak kendisine göre yoğuran bir ataerkil sistem var. Demokratikleşmede olması gereken yere gelinememesinin önemli hatlarından biri budur bana göre. Kadına hakları insan haklarıdır. Dolayısıyla da bunu kadına yapan mekanizmalar insani gelişmenin önünde de çok ciddi bir engel. Hem vicdani açıdan hem ekonomik açıdan hem de insan hakları açısından derin bir problem bu. Toplum devamlı bir sürtüşme ve şiddet sarmalı içinde yaşıyor. Bu toplumsal açıdan sağlıksız bir şey.

Bu bahsettiğim bakış açısı dile yansıyor tabii. “Kadınların elinden tutup kaldıracağız” diyen erkekler var, bunlara siyasi liderler arasında veya iş dünyasında da rastlıyorsunuz. Türkiye’de kadının istihdamdaki payı 2023 itibarıyla yüzde 22’lere kadar düşmüş. Bu rakam da genel yaklaşımın tezahürü. Kadın her anlamda dar bir alana itiliyor.

- TÜSİAD başkanlığı dönemize dönmek istiyorum biraz. Hep o şapkanızla hatırlanıyor olmanızın sebebi hükümetin bazı politikalarına karşı çok güçlü çıkışlar yapıyor olmanızdı. Siz koltuğu 2013’te bıraktınız. Aradan geçen 10 sene içinde TÜSİAD sanki eskisi kadar etkin bir topluluk olmaktan çıktı. TÜSİAD yönetimleri siyasi ve toplumsal konularda eskisi kadar kuvvetli pozisyonlar almıyor. Sizin döneminizde TÜSİAD, hükümetin çözüm sürecine destek verdi ama bazı konularda da resmen çatıştınız. Hatta herkesin hatırında olan bir eğitimde 4 + 4 + 4 artışmanız vardır.

En büyük azarı işittiğim konudur. “Ey TÜSİAD” demişti.

- Onu diyen Tayyip Erdoğan, o dönem başbakandı. Erdoğan hükümeti 4+4+4 kademeli eğitim teklifini meclise sunduktan sonra siz “Kademeli eğitimi desteklememiz mümkün değil, bu kız çocuklarının eğitime katılımında sorun yaratır” demiştiniz. Sonrasında Erdoğan’dan sert açıklamalar gelmişti. İş o yılın 8 Mart’ın Mardin’de Erdoğan katılacağı programda sizin de konuşacağınız panel iptal edilmesine kadar gitmişti. Geçen zaman zarfında ne oldu da TÜSİAD, hükümetin karşı çıktığı politikaları konusunda sizin döneminizdeki gibi yüksek sesle konuşmaktan vazgeçti? Bugün TÜSİAD’ın “Biz sesimizi çıkarmayalım, işimize bakalım” der gibi bir hali var. Hatta bugün Türkiye'nin en büyük sorunu olan ve kendisini birebir ilgilendiren derin ekonomik kriz konusunda bile son derece temkinli ve cılız açıklamalar yapıyor. TÜSİAD buraya nasıl geldi?

Her dönemin şartları farklı tabii. Bunu değerlendirirken jenerasyon farkından da bahsetmek lazım. Ben ve benim yaşdaşlarım, bizlerin iş hayatına başladığı 1980’lerde Türkiye dışarı açılma sürecindeydi. Özal döneminde malum ekonomide serbestiyet başlamıştı. Bir yandan da “Yavaş yavaş daha açık ve daha demokratik bir toplum olma yoluna girelim” gibi bir yaklaşım vardı. Tabii ki sonra 90’larda çok zor günler yaşandı. Ama sonuçta biz 80’lerde başlayan o vizyonla devam ettik. Batıya dönük ve daha açık bir topluma dönüşecek bir Türkiye hayal ettik. Benim de hayalim öyle bir toplumun inşasına bir iş insanı olarak katkıda bulunmaktı. Devletle, sivil toplum örgütleriyle ele ele çalışalım, iş birliği yapalım ki toplumun o dönüşümü hızlansın diye bir anlayış vardı. Bu aynı zamanda bir sorumluluk almaktır.

TÜSİAD sonuçta sivil ve hâlâ bağımsız kalabilmiş, gönüllülük esasıyla ayakta duran bir kurum. Türkiye'nin gittiği yolda katkı verebilecek, hatta o yol için ortaklık içinde çalışabilecek bir kurum. Zaten tam da bu anlayışla yola çıkmış. Ben de başkanken sorumluluklarım neyse o ölçüde hareket ettim. Ne fazlasını yaptım ne eksiğini yaptım. Ne gerekiyorsa onu yaptım. Bugün de olsa aynı şekilde hareket ederdim diye düşünüyorum. Fakat şöyle bir şey oldu. Dalga dalga bu olur, geçmişte de olmuştu. Bazen hükümetlerle çok iyi bir diyalog içinde olursunuz, diyalog içinde bir şeyler çözülür, bazen de o diyalog olmaz kopar, hatta tam tersine döner ve söyledikleriniz aleyhinize kullanılır.

Diyalog ortamından uzaklaştı Türkiye bugün. Bir iş örgütüne, bir sivil toplum kuruluşuna olması gerektiği yer hatırlatılıyor. Böyle bir şeyle etkileşimle karşı karşıya kaldığınız zaman biraz geri duruyorsunuz. Yeriniz hatırlatılıyor çünkü.

- “Yeriniz hatırlatılıyor” ne demek?

Sen şununla ilgilen veya bununla ilgilenme.

- Özetle hükümet size “Sen siyasete girme” diyor.

O hep söylenen bir şeydir ama TÜSİAD gene de giriyor. TÜSİAD hâlâ bugün hukukun üstünlüğü diyor, adalet diyor. Çünkü hukuk iş dünyası için en elzem şey.

- TÜSİAD’a bugüne kadar tüm hükümetler tarafından “günlük siyasi tartışmalara girmeyin” diye hep denilmiş olabilir. Ama sanki AKP hükümeti onun ötesine geçerek TÜSİAD’ı demokratikleşme meselesini konuşmaktan neredeyse men etti.

Açıkçası eskiden bir arayış hissediyorduk. Hükümetler sadece benim dönemimde değil öncesinde de iş dünyası ile diyaloğa ve bizimle birlikte çalışmaya daha açıktılar, şimdi değiller. Böyle bir böyle bir sıkıntı var. O talep zaten karşıdan da geliyordu. Şimdi daha az ölçüde geliyor veya gelmiyor. E medya ortamı da farklı. Ben neredeyse her gün medyada kendime yer bulabiliyordum TÜSİAD başkanı olarak. Şimdi öyle bir öyle bir durum da yok. Farkındalık yaratmak veya bir tartışmanın içine bir yerden girebilmek çok daha kolaydı. Şimdi konuşsanız da medya ya yazıyor ya yazmıyor. Ortam bugün çok farklı.

“Ben iş yapacağım, insan istihdam edeceğim ve bu konularda konuşmayacağım, böyle bir şey olabilir mi?”

- TÜSİAD başkanının bir demecinin Türkiye'deki gazetelere ve televizyonlara yansıyıp yansımayacağını bilemediğinizi mi söylüyorsunuz? Medya bugün TÜSİAD’a bir çeşit sansür mü uyguluyor?

Aynen öyle. Bir yankı gelmeyince de farkındalık yaratamıyorsunuz. “TÜSİAD eskisi kadar konuşmuyor, sustu, fikirlerini değiştirdi” diye bir şey yok. Duruş olarak da fikir olarak da TÜSİAD geçmişte neredeyse bugün de hâlâ orada duruyor. Ben hâlâ Yüksek İstişare Kurulu’ndayım. Her ay toplantılarına gidemesem de ne konuşulduğunu biliyorum. Aslında her şey yapılıyor. Ama ama ortam yaratmak, tartışma yaratmak, cevap almak veya ortaklaşa “gelin şunu birlikte yapalım” veya “gelin anayasa metnine birlikte bakalım” diyebileceğimiz bir ortam yok.

O zaman da işte deniyor ki “TÜSİAD etkisini kaybetti” ya da “İş dünyası konuşmuyor.” Ya iş insanları yani işini ilgilendiren her konuda konuşuyor. Yani olabilir mi? Türkiye'de ben iş yapacağım, insan istihdam edeceğim ve bu konularda konuşmayacağım. Mesela beyin göçü. Bundan en çok kim etkileniyor? Bizler etkileniyoruz, tüketici etkileniyor, üretici etkileniyor.

Kaliteli beynin Türkiye'den gitmesi kadar korkunç bir şey olamaz. Türkiye'nin geleceği için, sürekliliği için, kültürü için çok ciddi bir sıkıntı bu. Şimdi bunu görüp zaten “ben köşemde işini yapayım” diyemezsin. Her iş yapan, üreten insan bunun farkında.

- Türkiye’de imkânı olan ve hatta olmayan pek çok kimsenin çocuklarının yurtdışına kapağı atması için bir arayış içinde. Sizin ve eşiniz Cem Boyner’in çocukları da yurt dışında okudular ama hepsi geri döndüler. Bildiğim kadarıyla burada çalışıyorlar. Onlar neden yurtdışını tercih etmedi?

Benim çocuklarım bir şeyler öğrendiler geldiler burada uyarlamaya çalışıyorlar. Biz buradayız. Kurumumuz burada, çalışanlarımız burada. Ciddi bir sadakatimiz var Türkiye'ye. Burası bizim vatanımız başka bir yerde olmayı düşünemiyorum.

Ama diğer taraftan gençlerin bu bahsettiğiniz arayışlarını da anlıyorum. Çünkü onların da farklı sorunlar var, en öncelikli sorun da eğitim. Birçok giden gençten duyduğum çocuklarının eğitimi ve geleceğiyle ilgili kaygılar. Çocuğu nasıl bir ortamda okuyacak, okuduktan sonra nasıl bir iş bulacak? Onlar büyüdüğünde Türkiye’deki yatırım ortamı neye benzeyecek? Her şeyin politize olduğu bu ortamda giden gençler, geleceklerini güvende hissetmedikleri için gidiyorlar. Umuyorum ki bir gün şartlar düzelir gidenler dönerler ve orada öğrendiklerini buraya getirirler.

Türkiye’nin gelecek nesilleri açısından eğitim çok önemli bir bacak. Matematik müfredatından integralin kaldırılması tartışılıyormuş. Şimdi bu ne demek anlamadım, niye integral kaldırılıyor? Dünyayla rekabet etmek zorunda olan bir ülkeyiz. Biz içimize kapanıp sadece savunma sanayii ile mi devam edeceğiz. Bence Türkiye savunma sanayi alanında güzel şeyler yapıyor ama o yeterli değil.

- 2023 seçimleri sonrasındaki dönemde şunu görüyorum; iş insanları kendi alanlarını ilgilendiren yatırım ve istihdam gibi konularda açıklama yaparken Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in adımlarını teşvik etmeye dönük bir ton kullanıyor. Eleştiriden çok teşvik vurgusu var. Bunu yanlış mı okuyorum? Siz Ümit Boyner olarak Mehmet Şimşek’in performansını nasıl buluyorsunuz? Türk ekonomisinin kurtulması için gereken yol haritasını uyguluyor mu ve uygulamaya devam edebilecek mi sizce?

Yatırım ortamı dediğimiz şeyin o kadar çok veçhesi var ki. Sadece faiz, para politikası meselesi değil, bu işin içinde fırsat eşitliği, adalet, hukuk istikrarı, şeffaflık var. En büyük risk Enflasyonun kalıcı olması, ‘sticky inflation ’ dedikleri noktaya gelinmesi. Türkiye’nin nüfus yapısı, cari açığı açısından yapışkan enflasyon yönetilmesi çok güç bir şey ve o sarmaldan Türkiye'nin çıkması zor olacaktır.

- ‘Yapışkan enflasyon’ noktasına çok yakın bir yerdeyiz sanki.

Evet, çok yakınız.

Mehmet Şimşek’le ilgili sorunuza dönersek, bizler seçimden sonra “kurallı ekonomiye döneceğiz” denildiğinde cesaret verme gereği hissettik. Hani en azından şu kuralları bir uygulayalım diye düşündük. “Evet, adalet, hukuk, demokrasi, şeffaflık çok önemli ama önce enflasyon kontrolü için doğru yola dönelim diğerlerini de gelecekte çözeriz” şeklinde bir yaklaşım oldu. Türkiye ekonomisi öyle dalgalarla karşılaştı ki yakın dönemde bu tür bir yaklaşım geliştirmeyi bir sorumluluk olarak gördük.

Öte yandan Türkiye’de üretimden çok paradan para kazanan kesim çok büyüdü. Bu kesim değer üretmiyor, doğru düzgün vergi vermiyor. Bir yandan ülkedeki gelir eşitsizliği giderek büyüdü. Bu ortamda kolay kazanılan ve vergisi ya da hesabı verilmeyen gelir daha belirgin hale geldi. Sermaye kesimi, hükümet mali politikalarda daha kural temelli bir ekonomi programına geçerse yatırım yapmak konusunda güven duyar. Yatırım olmadan büyüme olmaz. Kurallı ekonomiye inanan, kayıt dışı iş yapmayan iş dünyasının yeni programa cesaret verme, arkasında durma ihtiyacı hissetmesi o açıdan doğal. Ama bu sürecin nereye evrileceğini göreceğiz açıkçası.

- Mehmet Şimşek'ten aldığınız sinyaller ne yönde? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sizin deyiminizle ‘kurallı ekonomiye’ ikna edebilmiş ve bunu uzun süre sağlayabilecekmiş gibi duruyor mu?

Çok uğraştığını biliyorum. Bütün bu uğraşın bir kıymetinin olması için kural bazlı ekonomiye dönüş yolunda istikrar gerekiyor. Bu uğraş siyasi söylemlerin üzerinde tamamen milletin menfaati için gerekeni yapmayı, sürdürmeyi gerektirir. Kendisinin ekonomik kurallar neyse, olması gerekenler neyse, onların bilincinde olduğunu izliyorum.

Ona da “sen yapamıyorsun” denilirse ne olacak? İş dünyasının ekonomi yönetimiyle iletişim içinde olması ve iki tarafın birbirini anlaması çok önemli. Şunu da unutmamak lazım; bizler açısından hayati olan yatırım ortamı sadece Merkez Bankası politikalarına bağlı değil. Evet, Merkez Bankası politikaları enflasyon kontrolü için önemli ama istihdam, üretim, katma değer yaratma gibi için çok daha geniş bir vizyon ve reform programı gerekiyor.

- Türkiye hukukun üstünlüğüne dönmeden, Türkiye ekonomisi hakikaten düzlüğe çıkabilir mi?

Aslında baktığın zaman dünyada hiçbir gelişmiş ekonominin hukuk problemi yok. İkisi bir arada gidiyor. Bazen şöyle söylemler duyuyoruz; “Efendim Çin’e bakın, orada insan haklarına saygı mı var? Ama ne kadar büyüdü.” Bu doğru bir yaklaşım değil. Bunlar kapalı ve antidemokratik ülkeler olduğu için içeride olan biteni tam olarak göremiyoruz. Çin’de ciddi gelir farkları var, halktan ve orta sınıftan tamamen kopmuş bir üst gelir grubu var. Aslında Çingelişmişlik ve kapsayıcılık açısından hiç de örnek olacak bir ülke değil.

Kaldı ki Türkiye'nin kaynakları da kısıtlı. Bizim doğalgazımız yok, petrolümüz yok. Biz katma değeri içeride üretmek zorundayız, teknoloji üretmek zorundayız. Yabancı sermaye Türkiye'ye şart. Adalet sistemi düzgün çalışmadan yabancı sermaye kalıcı olarak gelmiyor. Sıcak para geliyor ama istihdam yaratan, katma değerli üretime geçirecek teknolojiyi getiremiyoruz mesela. Kaç uluslararası markanın burada fabrika baktığını duyduk. Baktılar ama sonra gittiler başka yerde kurdular.

- TÜSİAD başkanlığı sırasındaki performansınız nedeniyle o dönem sizin siyasete girip girmeyeceğiniz çok tartışılmıştı. Hatta başkan olarak son söyleşinizi bana vermiştiniz ve asla böyle bir niyetiniz olmadığını söylemiştiniz. Aradan geçen 10 seneye ve bu süreçte siyasi tartışmalardan elinizi eteğinizi çekmenize rağmen size bu soru hâlâ soruluyordur tahmin ediyorum. Ben başka türlü soracağım; ülkenin dertleriyle bu kadar ilgili birisi olarak neden hiç siyaset düşünmediniz.

Öncelikle şunu söylemek isterim; ben o dönemde görevimin gereğini yaptım. Bugün TÜSİAD başkanı olsam gene görevimi gereğini yaparım.

- Ama işte biraz önce kendiniz anlattınız bugünkü dinamiklerin çok farklı olduğunu. Bugün başkan olsanız yine 2010- 2013 dönemindeki gibi bir başkanlık yapabilir misiniz?

En azından denerim. Ama şimdi farklı bir görevim var. O görevin gerektiğini yapıyorum. Biz Boyner Grup olarak sürdürebilirliğe yatırım yapan bir grubuz. Toplumsal sosyal yatırımlarımız çok fazla. En azından bir kurum olarak, sadece kârını büyütmekten çok kalıcı kültür yaratan, o kültürü devam ettiren bu kurum olarak durmayı amaçlıyoruz. Aile olarak bizde de çalışanlarımızda da hatta tedarikçilerimizde bile böyle bir anlayış var artık. Böyle bir kurum kültürü oluşturmayı başardık. Bunun içinde benim de bir yerim var ve ona katkıda bulunarak yaşıyorum. O da beni tatmin ediyor. Bir de yaş da var. Beni affetsinler ama siyasetçiler ortamı biraz daha genç insanlara bıraksalar daha iyi olur. Görüyoruz olan biteni.

- Siyasete girmeyi düşünmüyorsunuz ama siyasetle çok ilgilisiniz gördüğüm kadarıyla.

Tabii ediyorum ve herkesin de etmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten bizlerin iş insanları olarak siyaseti takip etmeme gibi bir lüksümüz kesinlikle yok. Bizim her şeyimizi, yapacaklarımızı, yatırımlarımızı etkileyen bir siyaset ortamı var. O kadar insandan sorumluyuz. Siyasette ne olduğunu takip etmek çok çok önemli.

Ama siyasetle ilgilenmekle veya Türkiye'de ne olup bittiğini dert edinmekle siyaset yapmak çok farklı şeyler. Ben iyi bir siyasetçi olacağımı hiç düşünmedim çünkü çok çok şeffafım, çok net konuşuyorum. Siyaset başka bir başka bir şeyler istiyor. Layıkıyla yapmak çok ciddi özveriler istiyor.

- Rahatlıkla pozisyon değiştirebilmeyi de istiyor.

Evet işte onlar çok zor. Bir de iş dünyasında daha farklı bir terbiye var. Bizde hesap verme meselesi hayatidir. İşinizi iyi yapmazsanız takır takır atarlar veya çalışanlarınızı kaybedersiniz veya ortaklarınızı kaybedersiniz. Ama siyasette bu işler başka türlü yürüyor.

- İş dünyasını konuşurken sıklıkla Türkiye’nin iş dünyası yekpareymiş gibi konuşuruz. Ya da en fazla Cumhuriyet burjuvazisi ile muhafazakâr burjuvazi şeklinde ayrımlar yapılır. TÜSİAD ve MÜSİAD üzerinden konuşulur. Malum Fethullahçıların devlet içinde etkin olduğu dönemde TUSKON vardı ve AKP hükümetleri ile çok yakın çalıştılar. TOBB yine mesela hükümete yakın çalışıyor hâlâ. Tüm bu kurumlar arasında ‘Cumhuriyet burjuvazisi’ kavramına denk düşen hâlâ TÜSİAD olarak algılanıyor. Seküler ve Atatürkçü, yüzü batıya dönük bir Türkiye vizyonunu benimseyen bir ekol olarak görülmeye devam ediyor. TÜSİAD zaten her zaman emekçilerin ve sol çevrelerin öfkesini üzerine çekmiştir. Ama son dönemde eleştirilere bir de şu eklendi; “Türkiye’nin otoriterleşmeye kaydığı bu dönemde Cumhuriyet burjuvazisi sessiz kaldı ve işleri bozulmasın AKP’ye direnmedi.”

Ben o eleştirilere hiç katılmıyorum. TÜSİAD memleket derdini kendine dert edinen, iş alemi içindeki en önemli burjuvazi hareketi oldu. Parlamenter değil, militer demokrasi ortamındayken gündeme bomba gibi düşen ve çok ses getiren ‘Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifi’ raporunu hatırlayın. Ya da yine TÜSİAD’ın hazırladığı anayasa paketi ve yargı reformu raporu... Bunların hiçbirisi iş aleminin cebi ile ilgili meseleler değildi.

Diğer yandan, Türkiye’nin bütün meselelerini iş alemi mi çözecek? Hep TÜSİAD mı konuşacak? Elbette konuşmaya mecbur bir yandan da. Bir Fransız, Alman, İngiliz iş insanı bunları konuşmaz ama tabii ki biz konuşmak zorundayız. Çünkü bizim onlardan daha karmaşık sorunlarımız var. Orta Doğu’daki birbirinin kuyusunu kazan ülkelere mi benzeyeceğiz, yoksa ileri batı ülkelerini mi tercih edeceğiz? Bunların hepsini birlikte düşünmek gerekiyor.

Cumhuriyet tarihi içinde baktığınız zaman TÜSİAD, kendi açısından da tekâmül etmiş, zaman zaman çağın bile önünde gitmiş bir kurum. Hatırlayın, 70’lerde karma ekonomi diye bir şey konuşuluyordu. Bugün artık dünyayla bütünleşmiş, dünyayla rekabet etmek zorunda olan bir Türk iş dünyası var. İş dünyası hem bunun gerekleri hem iyi yönetişim açısından kendini dinamik bir şekilde yenilemek zorunda. Cumhuriyet değerlerinin de ötesinde Avrupa Birliği sürecinde aktif olmuş, eğitime, bilime, teknolojiye yatırımın ve elbette demokratik hukuk devletinin, kural temelli ekonominin sürekli vurgusunu yapan bir camiadan bahsediyoruz.

- Tüm bu söylediklerinizi süzünce şunu söylemiş oluyorsunuz; “Cumhuriyet burjuvazisi elinden geleni yaptı.” Doğru mu anlıyorum?

Cumhuriyet burjuvazisi aslında yapabileceklerin çoğunu yaptı. Cumhuriyet burjuvazisi içindeki grupların duruşlarından bir ödün verdiğini düşünmüyorum. Tam tersi, hâlâ durdukları yerde duruyorlar. Bugün Türkiye’nin en önemli sorunlarından birinin kurum kültürünün zedelenmesi olduğunu düşünüyorum. Buna temsiliyet görevi olan tüm kurumları dahil ederek söylüyorum. Bu kültür, geçmiş hafızayı, değerleri dünden bugüne taşımada önemli bir görev görüyordu. Şimdi maalesef bu hafızalar neredeyse silindi. Birlikte şeffaflık ve hesap verme zihniyetiyle çalışması gereken yapılardaki, erklerdeki kurumsuzlaşma, kuraldan ziyade talimata uymak zorunda hisseden yapılar diyaloğu ve iş birliğini çok zedeledi. Ancak şunu söylemeden geçmeyeceğim, demokratik toplum ve hukuk devletine olan bağlılığı Cumhuriyet burjuvazisinin duruşunun en sağlam ve vazgeçilmeyecek temelidir.

- 8 Mart Dünya Kadınlar Günü arifesindeyiz. Boyner Grup olarak her 8 Mart’a yeni bir proje hazırlıyorsunuz ama aslında siz geçen sene deprem bölgesine yaptığınız yardımların kalbine de kadınlara desteği koydunuz. Mor Yerleşke projesi ne aşamada anlatır mısınız?

Gönül isterdi ki bugün geride bıraktığımız bir yılın ardından normale dönen hayatları, yeniden inşa edilen şehirleri ve sarılan yaraları konuşalım. Bunları konuşamıyoruz ama iyileşmeye dönük inanç ve çabamız sürüyor. Yaşadıklarımız, zor zamanlarda hepimizi bir araya getiren dayanışma ruhunun bu topraklarda ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Biz de Boyner Grup olarak, bu zorlu sürecin bir parçası olmak için yeni bir yolculuğa çıktık. Yol arkadaşımız Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) oldu. Mor Yerleşke toplam 25 yerleşkeden oluşan bir destek projesi. Her bir Mor Yerleşke’de bir psikolog, bir sosyal hizmet uzmanı, bir çocuk koruma uzmanı görev alıyor. Biz yerleşke ile projeye destek veriyoruz. Bu da yaklaşık 3 bin kadın ve çocuğun hayatına dokunmak demek. Biz, kadınların iyileşmesi gereken her yerdeyiz. Çünkü biliyoruz ki kadın iyileşirse dünya iyileşir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir demokrasi ve insan hakları meselesi olduğu inancıyla uzun yıllardır kadınların eşit, adil, özgür bir hayat sürdürebilmesi için hassasiyetle çalışıyoruz.

Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005- 2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015- 2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017- Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı.
Lulu'nun annesidir.

"İmamoğlu 2019’da bizim sayemizde kazandı ama 50 belediyemize kayyım atanınca tek açıklama yapmadı"

"Türkiye NATO'da kaldığı sürece Ege ve Akdeniz sorunlarını halledemez. Bunu unutun. Ege ve Akdeniz sorunları egemenlik sorunudur. Her ikisi de sıfır toplamlı sorunlardır, yani ‘zero sum game’. Ya karakolda biter ya mahkemede biter, öyle söyleyeyim. Ancak NATO’da olduğumuz sürece Türkiye askeri gücünü kullanarak bu sorunları çözemez zira askeri gücünü kullanmasına izin verilmez. Kıbrıs müdahalesi olduğunda ABD’nin kenar kuşak jeopolitiği çıkarları Türkiye’nin müdahalesine izin veriyordu. Ancak ikinci harekattan sonra işler değişti. Bunu da hatırlatalım"

"Bugün çağırsa yine en önde giderim, yeter ki adı ‘barış’ olsun. Mecburuz, başka hiçbir şansımız yok. İnanmaya bile mecburuz. Sadece Erdoğan değil, kim söylese giderim... 2015’te ve 2018’de HDP'den teklif geldi. 'Tanınan, sevilen birini bu partide görelim' anlayışını ben doğru bulmadım. Çünkü o partinin var olması için ya da o partinin savunduğu bütün değerler için yıllarca uğraşmış, çalışmış, bedeller ödemiş bir sürü insan varken ben birdenbire onların önüne geçip milletvekili olamam. Buna karakterim müsait değil. O zaman o partinin adı Halkların Demokratik Partisi idi. Nerede halk diye sormuştum size ya, hatırladınız mı?"

© Tüm hakları saklıdır.

QOSHE - Ümit Boyner: Cumhuriyet burjuvazisi yapabileceklerinin çoğunu yaptı, duruşundan ödün vermedi - Cansu Çamlıbel
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ümit Boyner: Cumhuriyet burjuvazisi yapabileceklerinin çoğunu yaptı, duruşundan ödün vermedi

42 1
05.03.2024

Diğer

05 Mart 2024

Cuma günü 8 Mart, Dünya Kadınlar günü. Pek muhtemeldir ki sadece yüzde 20’sini kadınların oluşturduğu TBMM’de yine bir takım hamasi konuşmalar yapılacak. İki istisna dışında erkek olan siyasi parti genel başkanları etraflarındaki kadınlara karanfil gül dağıtarak ‘benden eşitlikçi lider yok’ yarışında öne çıkmak için türlü şirinlik yapacak. Keşke bir 8 Mart’ta tüm erkekler en azından bir günlüğüne susabilse ve sadece kadınlar konuşabilseydi…

Zor Konuşmalar’da, bu hafta bir kadın lideri konuşturmak istedim, siyasetin dışından bir lider kadını... Uzun zamandır kendi işleri ve projeleri dışında bir konuda sesini duymadığımız iş insanı Ümit Boyner, 8 Mart vesilesiyle konuşmaya ikna oldu. Kadın meselesinden yola çıkarak Türkiye’nin yakın zamanda nereden nereye savrulduğunu etraflıca değerlendirdi.

Boyner Grup’ta Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapan Ümit Boyner’i, Türkiye kamuoyu TÜSİAD başkanlığı yaptığı 2010- 2013 döneminde tanıdı. O günkü konjonktürde TÜSİAD, AKP hükümetinin pek çok politikasına destek vermekle beraber, karşı çıktığı konularda sesini yükseltmekten kaçınmıyordu. Ümit Boyner bazı çıkışları nedeniyle o dönemde henüz Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın tepkisini çekse de çoğu kez geri adım atmadı. O günlere referansla sorduğum sorulara içtenlikle yanıt verirken, eğitimde 4 4 4 sistemine geçişe karşı çıkması nedeniyle en büyük azarı yediğini kendisi hatırlattı. TÜSİAD başkanlığı dönemindeki performansı nedeniyle onun ‘yakında’ siyasete gireceğini düşünenler oldu. Ümit Boyner ise siyasete girmeyi asla düşünmedi ama aradan geçen 10 sene içinde siyaseti hep çok yakından ve çok dertlenerek takip etti.

Bugün kendisinin TÜSİAD başkanlığı yaptığı dönemden çok farklı bir siyasi iklim ve o siyasi iklimin dayattığı çerçevede temkinli pozisyonlar alan bir TÜSİAD var. Ancak Ümit Boyner bu eleştiriyi kabul etmiyor. TÜSİAD’ın duruşundan taviz vermediğini ancak hükümetin diyalog kapısını kapatması nedeniyle geride durduğuna dikkat çekiyor. TÜSİAD’ın sessiz kaldığının düşünülmesinin asıl sebebinin ise medyanın uyguladığı sansür olduğuna işaret ediyor; “Biz susmuyoruz. Onlar ya yazmıyorlar ya yazamıyorlar.”

Ümit Boyner tartışmayı bir adım daha ileri götürerek TÜSİAD’ın Cumhuriyet tarihi içindeki en önemli burjuvazi hareketi olduğunu söylüyor. Bu hareket içinde yer alan aile ve grupların Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi süreçte taviz vermediğini, tam tersine, hepsinin durduğu yerde durduğunu savunuyor.

- Cumhuriyet’in 100. yılını geride bıraktık, ikinci yüzyılın ilk senesi içerisindeyiz. - Sizi toplumsal ve siyasal itirazlarını her zaman çok canlı ve güçlü bir şekilde dile getiren bir iş insanı olarak tanıdık. Türkiye’nin bugün geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz? Hem kazanımlar hem de hayal kırıklıklarınız açısından değerlendirin isterim.

Çok dolu bir soru. Hayal kırıklıkları, kırgınlıklar, pişmanlıklar olsa da genelde ileri bakmayı tercih ediyorum çünkü insan ileri baktıkça, ümit ettikçe, üretken olmaya devam ettikçe, bunlara odaklandıkça insan olduğunu hatırlıyor. Yoksa hayatta olmanın çok da bir anlamı yok. Hele belli bir yaştan sonra mutlaka bir amaç, bir duruş çerçevesinde hayatın anlamını devam ettirmek lazım. Ben şahsi olarak böyle değerlendiriyorum.

Kendi adıma Türkiye 100. yılda olmasını istediğim yerde değil. Türkiye’deki sivil toplum alanı benim bu alanda etkin çalıştığım dönemin çok gerisine düştü. Gelinen nokta beklentilerimin çok gerisinde. Ama buna rağmen o hayal kırıklıklarına odaklanmak yerine geleceğe dair umutlarıma odaklanarak çalışıyorum. Elbette şu anda daha önce üstelendiğim görevlerde değilim. TÜSİAD başkanı olmak başka bir şey ya da KAGİDER kurucusu olmak başka bir şey. Ama inanıyorum ki bir özel sektör temsilcisi olarak memleketin sivil toplum alanına yapabileceğim katkılar hâlâ var. Boyner Grup içinde, sivil toplum alanına verdiğimiz önem çerçevesinde bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ben özel sektörün yıllardır savunduğu ve inandığı çizgide durmasının önemine inanıyorum.

- Daha önce üstlendiğiniz görevler arasında kuşkusuz en dikkat çeken ve en çok hatırlanan TÜSİAD başkanlığınız. 2010- 2013 tarihler arasında başkanlık yaptınız ve tam da o dönemin sonunda Türkiye’de kritik politik kırılmalar yaşanmaya başladı. 2013’ten önceki dönemde hayal ettiğiniz Türkiye’ye doğru yol alındığını düşünmenizin temel sebebi neydi?

Bir kere 15 sene evvel Türkiye, Avrupa Birliği’ne aday bir ülke gibi davranıyordu. Tabii Avrupa Birliği de bu geçen zaman içinde çok değişti ve kendi içinde sorunları var. Ancak yine de Avrupa Birliği hedefi Türkiye’deki demokrasi ve sivil toplum alanının yeşermesi için önemli bir kaldıraçtı. Bahsettiğim bu dönem içerisinde biz KAGİDER’de ‘kadın fonu’ diye bir şey kurduk. 340 tane irili ufaklı kadın derneğine fon sağlamaya başladık. Tüm bunlar sivil toplum alanını büyüten ve çok sesli kılan adımlardı. Oralardan bugün sivil toplum alanında çok daha kapalı, gittikçe merkezileşen ve herkesin kendi yankı odalarına kitlendiği farklı bir Türkiye'ye geldik. Tabii Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin yanında dünyadaki güç dengelerindeki bozulmanın da bu duruma etkisi oldu. Bu olumsuz gidişata rağmen bir yandan da toplumdaki farkındalık arttı aslında. Artık belli konular üzerinde daha çok konuşabiliyoruz. Toplumun farklı kesimleri ağırlıklı olarak kendi yankı odalarında kendilerine benzeyenlerle konuşuyor ve tartışıyor olsa da yine de sonuçta farklı kesimler birbirlerine ses veriyor. Her koşulda tartışma ortamının devam etmesi gerektiğine inanıyorum.

- Kutuplaşmaya rağmen farklı kesimlerin en alevli konuları bile tartışabiliyor olmasını artı hanesine yazıyorsanız, Türkiye’nin eksi hanesinin başında ne var size göre?

Toplumun her alanında artan şiddet. Şiddeti tamamen fiziksel bir şey olarak almayalım, şiddetin çeşit çeşit halleri var. Bugün sosyal hayatta ve siyasi hayatta karşı karşıya kaldığımız şiddet dili çok ürkütücü.

- Kadınlara yönelik şiddet dilinden mi bahsediyorsunuz?

Elbette kadınlara karşı kullanılan bir şiddet dili var ama benim bahsettiğim dil onun da ötesine geçen bir şey. Kadınlar ve erkekler birbirlerine karşı aynı şiddet dilini kullanır oldu. Eskiden nezaket diye bir şey vardı. Anneannem böyle konuşurdu, ben de onun gibi konuşmaya başladım! Ama hakikaten de o nezaketi mumla arar noktadayız. Bazen eski televizyon programlarını hatırlıyorum; siyasetçiler ya da kanaat önderleri her şeyi belli bir nezaket içinde tartışabiliyordu. Siyasetçiler birbirini iğneleyecek olsalar bile bunu bir nezaket çerçevesi yapabilirler, eskiden bu yapılabiliyordu.

- Zaman zaman aynı dili siyasetçilerin sokakta yanlarına gelen yurttaşlara karşı kullandığını dahi izliyoruz. Bir parti genel başkanının viral olan görüntülerini siz de izlemişsinizdir tahmin ediyorum.

Bir tek siyasi liderlere değil Türkiye’deki toplumun geniş kesimlerine sirayet etmiş olan bir dil bu. Belki iş dünyası biraz daha farklı çünkü hem çerçevesi belirlenmiş bir kurum kültürü içinde yaşıyorsunuz hem de dünyaya entegre olmak durumundayız. Ama memleketteki yaygın toplumsal kültüre baktığımızda bir şey yapanın yanına kar kaldığını görüyoruz. Hem yanına kar kalıyor hem de toplum o kişinin o yanlış davranışı yaptığını unutuyor. Kimse dünü hatırlamıyor. Dün hatırlanmadığı için de dün yapılanlar cezasız kalıyor. Artık neredeyse hiçbir şey ayıp değil.

- Neredeyse hiçbir şeyin ayıp olmadığı bir toplumsal düzen noktasına gelinmesinin temel sebebi nedir sizce?

Hesap verme ve bir konuda sorumlu olma meselesi bitti çünkü. Bakın bizim iş dünyasında ‘iyi yönetişim’ dediğimiz şeyin temelinde adil olma, şeffaflık ve hesap verme vardır. Biz kurumlarımızı yönetirken hâlâ bu prensipleri uyguluyoruz. Ama Türkiye genelinde bu prensipleri uygulayan çok küçük bir çevre kaldı. Adil olmak ya da şeffaf olmak ya da hesap vermek gibi bir derdi olmayan birçok lider ya da kişi rol model olarak toplumda yerlerini buluyorlar. Bu anlamda ciddi bir çürüme olduğunu düşünüyorum. Bu sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada da böyle aslında. Ama Türkiye’deki doz çok yüksek. Bu düzen içinde haliyle en fazla erozyona uğrayan şey vicdan. Bu kelimeyi adeta kaybettik, kullanılmıyor bile.

- Türkiye’yi kadınları, çocukları ve ayrımcılığa uğrayan diğer grupları koruyan bir yasal çerçeve olan İstanbul Sözleşmesi’ne taraf olmaktan çıkartmak, o sözleşmenin isminin ‘İstanbul’ olmasını sağlayan hükümetin kendi icraatı oldu. AKP hükümetinin bu adımı size göre ne anlama geliyor?

Ben açıkçası kadın hareketi içinde olmuş biri olarak, cinsiyet eşitliği için çalışmış biri olarak kırgınım öyle söyleyeyim. Hem hayal kırıklığı duyuyorum hem kırgınım. İstanbul Sözleşmesi'nden ne için vazgeçildi? Ben onu tam olarak da anlayabilmiş değilim. Benim bunu ne insan hakkı perspektifinden ne de şiddet perspektifinden değerlendirmem çok zor. Orada başka bir şeyler orada döndü.

İstanbul Sözleşmesi adı altında deyince öyle acayip tartışmalar yaşandı ki. İş kadınların nafaka hakkına falan kadar gitti. Cezasızlık ortada olduğu sürece suç işleyenin tekrar suç işlemesi içinde gayet uygun bir ortam oluşmuş oluyor. Son 4 günde 9 kadın öldürülmüş. Televizyon dizilerine bakıyorsun, zaten tamamıyla bu şiddet, kadının aile içindeki yeri ve erkeklerin onun üzerine baskısı işleniyor. Şu dikkatimi çekiyor; eskiden gazetelerin ilk sayfalarının sağ üst köşesine konulan ‘günün güzeli’nin yerini televizyon dizilerindeki kadınlar aldı. Sanki gerçek bir şeymiş gibi dizi haberleri veriliyor. İşte efendim “Ayşe yakında Mahmut ile evlenecek” gibi haberler. Sonuçta gazetedeki diğer habere, yani “Son 4 günde 9 kadın öldürülmüş” diyen habere bakıp geçiyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ediyor. Bu, şiddetin toplumda içselleştirilmesidir. Bu diziler adeta toplumun bu gerçeklerle yaşamak zorunda olduğunun kabul edilmesi gerektiğini anlatıyor gibi.

- Kadın özgürleşmesiyle demokrasi arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edersiniz?

Dünyada demokratik sistemlerin çürümesini gördüğümüz zaman aslında cinsiyet eşitliğine karşı durmak antidemokratik düzenin en önemli mekanizmalarından biri. Ve bu kullanılıyor. Özellikle de bir kadın rolünün kısıtlanmasına karşı duruyorsa ona karşı yine şiddet gösteriliyor. Burada şiddeti şu anlamda kullanıyorum; bir insanı haklarından mahkûm etmek de şiddettir. Yani kadın özgürlük istedikçe daha büyük baskı görüyor. Maalesef siyasiler de bunu kullanıyorlar. Kadınların sesi yükseldikçe baskı yapma isteği de yükseliyor. Antidemokratik ortamın oluşmasında bu mekanizmanın da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu tabii günlük hayata yansıyor. Mesela çocuklar da televizyon seyrediyor. Biraz önce bahsettiğimiz dizilerde olan biten çocukların da seyrettiği saatlere denk geliyor. Böylelikle bu dil toplumun geneline sirayet ediyor. Duyuyorum okullarda erkek çocuklarının da bu dili kullandığını.

- Popüler olan dizilerde takip edebildiğim kadarıyla hep erkeklerin dünyasında erkekler tarafından hizaya çekilmeye çalışan kadınların hikayeleri işleniyor. İster seküler kadın olsun ister muhafazakâr bir şekilde ancak o erkeklerin çizdiği çerçevede davrandıklarında kabul gören kadınlar var. Bir yandan onların mücadelesini izliyormuşuz gibi sunuluyor ama aslında yumuşak başlı kadın özlemi alttan alta işleniyor. Sizi de dizilerde rahatsız eden şey bu sözlerinizden........

© T24


Get it on Google Play