menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kayıp seyahatname

24 1
06.12.2025

Diğer

06 Aralık 2025

Nuri Bey, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin Kâğıthane’deki büyük binasında çalışan, ilmi derin, tabiatı sakin bir zattı. Büyük bir itina ve zevkle sürdürdüğü görevi sırasında kendini kitap, mecmua ve evrakın sessizliğine bırakır, arşivin loş odalarında asırlık belgelerin alıştığı kokusu içinde çalışırdı. Merakı yalnız devlet evrakıyla sınırlı değildi; İstanbul Sahaflar Çarşısı onun için adeta bir sığınaktı. Beyazıt’taki dükkânların tezgâhlarını incelerken kitaplara el sürmek bile ona huzur verirdi. Cildi çatlamış bir yazma, kapağı kopmuş bir defter, mürekkebi solmuş bir mektup… Her biri onun için bilgi hazinelerinin anahtarlarıydı. Sahaflar da onu tanır, eski yazıya meraklı bu sessiz adamın kıymetbilirliğini takdir eder ve ellerine ilginç bir eser geçti mi hemen ona ararlardı. Nuri Bey’in gelişi dükkânlara bir ciddiyet, bir merak, bir heyecan getirirdi; sanki sahaflar başka müşterilere değil de ona göstermek için kitap, yazma, risale ve mecmua topluyordu.

Eskiden bir vakıf kütüphanesinin eşyası satılınca, bir tekkenin kapısına kilit vurulunca, bir âlim vefat edip terekesi dağıtılınca yahut bir konak yangınında kitaplar çuvallara doldurulup pazara düşünce… Yaşanmışlıkların ve kaybolmuş hayatların parçaları er geç Sahaflar Çarşısı’na gelirdi. Kimi zaman bir dervişin zikir defteri, kimi zaman bir müderrisin notlarını havi bir mecmua, kimi zaman bir şairin yarım kalmış kasideleri; hatta bazen bir ferman sureti ya da eski bir harita elinize geçebilirdi.

Günümüzde ise bir aile büyüğünün sandıkları torunlar tarafından boşaltılınca, mirasçılar eski bir memurun çekmecesinde sararmış evraklar bulunca, yahut bir ailenin tavan arasındaki dededen kalma defterler ortaya dökülünce… Vefat eden bir üniversite hocasının yahut koleksiyonerin kütüphanesi aceleyle tasfiye edilince, bir emekli hâkimin evindeki belgeler “eski kâğıt” diye elden çıkarılınca… Bazen de bir sahaf dükkânının kapısını çalan biri, dedesinden kalma kitabı gösterip “Bunun bir kıymeti var mı?” diye sorunca…

Bu nedenle Sahaflar Çarşısı, Nuri Bey için, geçmişin nehir gibi akıp yüzyılları aşarak ulaştığı bir bilgi limanıydı. Buradaki her dükkân, her raf geçmişin fısıltılarını kaydeden bir ziyaretgâh, her kitap yeni bir maceranın başlangıcıydı.

Bir gün yine Sahaflar Çarşısı’nda eski kitapların arasında dolaşırken, cildi dağılmış bir Mecmûʿa-i Letâif u Mecâlis yani bir latifeler ve meclis sohbetleri mecmuası gözüne ilişti. Yanına birkaç kitap daha ekleyip mecmuayı satın aldı; evine döndüğünde de masasına yayıp incelemeye başladı. İçinde şiirler, kıssalar, nükteler, menkıbeler vardı. Fakat birden sayfaların arasında yaprakları sararmış bir defterin varlığı dikkatini çekti. Bu, kat yerlerinden ince bir keten iplikle dikilmiş el yapımı kâğıt yaprakların bir deri kapak içine oturtulduğu, mütevazı bir defterdi. Yazının güzelliği, döneminin üslubu ve kenar notları Nuri Bey’in kalp atışlarını hızlandırmıştı. Başlığı okuduğu anda elleri de titredi:

Şuppialma adasının durumu ve özellikleri anlatılır Evliyâ bin Derviş Mehmed Zıllî el-Seyyâh el-Âlemgir-dâr İstanbul, Hicrî 1075

Nuri Bey, Evliyâ Çelebi’nin sureti çıkarılmış hiçbir nüshasında yer almayan, bugüne dek tamamen meçhul kalmış 1664 tarihli bir sefername defterini elinde tuttuğunu o anda anlamıştı. Kim bilir hangi sandıkta unutulmuş, hangi yangından sağ çıkmış da kader onu nihayet “ehline” yani Nuri Bey’e ulaştırmıştı.

Birkaç gün bu defterin sayfalarını hayran hayran seyrettikten ve metni heyecanla defalarca okuduktan sonra onu Latin harflerine aktarmaya karar vererek çalışmaya koyuldu. Günlerce süren titiz bir çalışmanın sonunda, Evliyâ’nın o ağdalı, kıvrak Osmanlı Türkçesiyle kaleme aldığı sefername tahriri bütünüyle yeni yazıya çevrilmişti. Nuri Bey bunu yayınlamak istiyordu; ancak dili günümüzün okurlarına pek ağır gelecekti. Uzun tereddütlerden sonra metni, aslına uygun olarak sadeleştirmeye karar verdi.

Aşağıda okuyacağınız metin, Nuri Bey’in bana teslim ettiği Evliyâ Çelebi’nin sefer defterinin sadeleştirilmiş halidir.

Hazırsanız, Evliyâ’nın hiç duyulmamış seferine başlıyoruz…

* * *

Evliyâ bin Derviş Mehmed Zıllî el-Seyyâh el-Âlemgir-dâr

İstanbul, Hicrî 1075

Basra denizinden gemimiz kalkıp Umman Denizi’ne açıldık. Bazen rüzgâr bize yâr oldu, bazen de denizin büyük dalgalarıyla mücadele ederek ilerledik. Bir seher vaktinde, denizin ufku üzerinde kara kayalıklar göründü. Yaklaştıkça anlaşıldı ki bu kayalıklar Aden diyarının meşhur dağ ve kayalıklarıdır. Biraz daha yaklaşınca limanın dar bir boğazdan geniş bir körfeze açıldığı ortaya çıktı. Sağ tarafta denize doğru uzanan bir burun ve üzerinde sağlam bir kale bulunuyordu

Liman kanununa göre her gemi burada durdurulur, gümrük vergisi alınırdı; gemi halkının adları da tek tek deftere kaydedilirdi. Biz de âdet gereğince vergimizi ödeyip limana girdik.

Sahilden şehre adımımızı atar atmaz karşımıza Bâb-ı Sultan Hanı çıktı. Bu han, Yemen diyarına gelip giden tüccar ve seyyahların kaydedildiği büyük bir divanhanedir. Avlusunda Arap, Hint ve Habeş toplulukları daima büyük bir hareketlilik içindedir; kâtipler defter tutar, kapıcılar ise giriş çıkışı denetlerdi.

Handa misafirler için ayrılmış birkaç oda vardı. Biz de bu odalarda konakladık. Han, kayaya bitişik olup bir yanı denize bakar durumdadır. Geceleri dalgalar kalenin dibine çarpıp öyle bir gürültü koparırdı ki insana hem hayret hem de ürperti verir idi.

Geldiğimizin üçüncü günü, sabah ezanı kaleden okunup dalgaların gümbürtüsüne karışınca seccademi serip namazımı kılmıştım ki kapı hafifçe vuruldu. Açtım; karşımda bir zat duruyordu. Yüzü garipti, elbisesi de mahalli değildi. Ne er kişiye benzerdi ne de kadın suretine… Çehresinde hem şefkat hem heybet gösteren bir nur parıldıyordu. O kişi edeple eğilip,

“Ey Evliyâ,” dedi. “Yedi iklimi gezdin, nice beldeleri dolaştın; ama bizim menzilimize hiç uğramadın. Gel, yolculuğumuz başlasın; misafirimiz ol.”

Ben de sefer fırsatı bulmuşken kaçırmayayım deyip eşyamı toplayarak peşine düştüm. Etrafta kimsecikler yoktu. Handan çıkıp rıhtıma vardığımızda bir gemi duruyordu; ama öyle bir gemi ki ne yelken görünürdü ne kürek. Gövdesi billur gibi parlak olup içinden nur saçardı.

İçeri girdim; bana kehribar renginde bir şerbet sundular. İçtikçe başım dönüp gözlerim ağırlaşmağa başladı. “Yolumuz uzundur,” dediler, “gel sana bir döşek serelim.”

Ben dahi nereye gidildiğini bilmeden derin bir uykuya daldım.

Ne kadar uyudum ne zaman uyandım bilmem; fakat gözümü açtığımda Aden seması artık yoktu. Etrafım altınla mavi karışımı bir nur denizine dönmüştü; sanki başka bir âlemde uyanmış gibi hayrete kapıldım. “Bu menzil neresidir?” diye sordum. “Şuppialma’dır; bu, ışık ülkesi demektir,” dediler. “Burası bir ada mıdır?” diye sordum. “Ada demek mümkünse de deniz içinde değildir,” deyip sır dolu bir söz söylediler ki ben fakir onu anlayamadım.

“Acıkmışsındır,” deyip beni sofraya oturttular. Çeşit çeşit yemekler getirdiler; her biri sebze, ot ve köklerden oluşuyordu. Lezzetleri pek latifti; fakat et bulunmaması........

© T24