menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Faşizmden öğrenebileceklerimiz

25 17
29.11.2025

Diğer

29 Kasım 2025

Sintesi Fascista / Faşist Sentez (1935) Alessandro Bruschetti

I

Faşizmi, bir ülkeyi tek bir lider ve tek bir hakikat etrafında yeniden şekillendirmeyi hedefleyen; muhalefeti ortadan kaldıran; toplumsal hayatın her alanını tek bir merkezden denetim altına alan; şiddeti hem siyasetin hem toplumsal mühendisliğin meşru aracı haline getiren aşırı milliyetçi bir totaliter rejim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Bu rejim yalnızca otoriteyi pekiştirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun “nasıl olması gerektiği”ne dair tekil bir ideal dayatır ve bu ideale uymayan her farklılığı bir tehdit, bir “iç düşman” olarak kodlar.

Böylesi rejimlerin ilk ve en belirgin örnekleri 1922’de Mussolini’nin İtalya’sı ve 1933’te Hitler’in Almanya’sında ortaya çıkmıştı. Her iki ülkede de faşizmin hızla kök salmasının ardında, yüzeyde görünen siyasi kargaşaların ötesinde, derin bir kaygı yatıyordu. Bu kaygı iki kelimeyle özetlenebilir: sosyalizm korkusu!

Büyük Buhran’ın yarattığı ekonomik çöküş, işçi sınıfının giderek artan örgütlü gücü ve Sovyet Devrimi’nin kapitalist dünya düzeni üzerindeki sarsıcı etkisi, dönemin sermaye sınıfı, ordu ve muhafazakâr seçkinleri için “devrim ihtimali”ni somut bir tehdit haline getirmişti. Bu tehdit işçilerin, fabrikaları işgal eden, grev dalgalarını büyüten ve ekonomik krizlerin tetiklediği toplumsal gerilimi bir toplumsal devrime dönüştürme iddiasını taşıyan siyasal enerjisinden kaynaklanıyordu. İtalya’da 1919-1920 arasındaki “Kızıl İki Yıl” boyunca işçiler birçok kentte üretimi kendi denetimlerine almaya başlamış; devletin bu hareketi denetleyememesi de sermaye sahiplerini Benito Mussolini’nin paramiliter güçlerini açıktan desteklemeye itmişti.

Almanya’da ise Spartakist hareketin yükselmesi, işçi konseylerinin kurulması ve art arda gelen sol ayaklanmalar büyük sermayedarları, özellikle 1919-1923 döneminde “Bolşevizm” korkusuyla karşı karşıya bırakmıştı. 1929 Büyük Buhranının ardından işçi sınıfının Sosyal Demokrat Parti ile Alman Komünist Partisi etrafında toplanması bu çevrelerde rejimin çökeceğine dair korkuları artırmıştı. Bu korku, Nazilerin yükselişini önce ‘düzeni koruyacak bir bariyer’ gibi görmeyi, sonra da onları iktidara taşımayı mümkün kıldı. Hitler rejimiyle işbirliği yapan ve bugün hâlâ varlığını sürdüren başlıca şirketler Bayer, BMW, Porsche, ThyssenKrupp ve bir dönem IG Farben çatısı altında yer alan diğer büyük Alman sanayi gruplarıydı. (Yani Georgi Dimitrov’un 1935’te yaptığı “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür” şeklindeki tanımı havaya yazılmış değildi!)

O halde faşizmin bize öğrettiği ilk ders şöyledir: Faşizm, işçi sınıfı hareketinin düzeni dönüştürme kapasitesi karşısında burjuvazinin otoriter bir çözümü tercih ettiği koşullarda doğar!

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından faşizme sahne olan İtalya ve Almanya’nın ortaklaştığı bir başka unsur da bu ülkelerin güçlü bir demokratik gelenekten yoksun olmalarıydı. Parlamenter kurumlar zayıftı, siyasal partiler istikrarsızdı, devlet ile toplum arasındaki bağlar kırılgandı ve iktidar değişimlerinin nasıl yapılacağı kurumsallaşmamıştı. Buna karşılık aynı dönemde ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde ise, güçlü faşist hareketler bulunmasına rağmen, demokrasinin köklü, kuvvetler ayrılığının yerleşmiş olması, basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı gibi kurumların görece sağlamlığı, faşizmin iktidara gelmesini engellemişti. Yani mesele yalnızca faşist hareketin gücü değil, onu durdurabilecek demokratik bariyerlerin dayanıklılığıydı.

O halde ikinci ders şu: Faşizm en çok, demokrasi geleneğinin zayıf olduğu, kurumların kırılganlaştığı ve siyasal rekabetin istikrarlı kurallara bağlanmadığı ülkelerde iktidara gelir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'nın büyük bölümünde demokrasiler kâğıt üzerinde mevcuttu; ancak bu kurumların çoğu, toplumların yaşadığı derin sarsıntıları taşıyacak güçte değildi. İtalya’da savaş sonrası ekonomik çöküş, cepheden dönen milyonlarca askerin yarattığı toplumsal baskı, artan işsizlik ülkeyi bir kaynama noktasına sürüklemişti. Almanya’da ise Versailles Antlaşmasının dayattığı ağır tazminatlar, hiperenflasyon, kitlesel işsizlik, siyasal kutuplaşma ve ulusal aşağılanma duygusu demokratik düzenin meşruiyetini hızla kemirmişti.

Her iki ülkede de parlamentolar vardı, ama işlemiyordu; siyasal iktidarlar çözülemeyen krizler karşısında felç olmuştu. Ekonomik çöküş, ulusal gururun yaralanması, toplumsal huzursuzluk, devrim korkusu ve devlet otoritesinin çözülmesi birleşince demokrasinin kurumları halkın gözünde anlamını yitirmişti. Faşizm tam da bu boşluk anlarında, çözüm üretemeyen rejimlerin yarattığı umutsuzluğun ortasında yükseldi.

Böylece üçüncü ders ortaya çıkar: Faşizmin iktidara gelebilmesi, tüm toplumu sarsarak düzenin meşruiyetini tüketen derin bir krizin varlığına ve geleneksel siyasi hareketlerin bu krizi yönetememesine bağlıdır.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde totalitarizm tehdidine karşı direnmesi beklenen güçlerin yan yana gelemediği her yerde sonuç aynı oldu: faşizm, parçalanmış muhalefetin açtığı boşlukta hızla kök saldı. Almanya bunun en çarpıcı örneği. 1928 seçimlerinde Nazi Partisi yalnızca yüzde 2,6 oy almışken Sosyal Demokrat Parti (SPD) yüzde 29,8’e, Alman Komünist Partisi (KPD) ise yüzde 10,6’ya ulaşmıştı. 1929 Buhranı’nın ardından Nazilerin oyları hızla yükselirken, SPD ile KPD güçlerini birleştiremedi. Çünkü yakın geçmişte aralarına “kan” girmişti. 1919’un ocak ayında Spartakist Ayaklanmanın bastırıldığı günlerde hükümetin başında SPD’li Friedrich Ebert bulunuyordu. Savunma Bakanı Gustav Noske’nin düzeni sağlamak üzere Berlin sokaklarına sürdüğü paramiliter Freikorps birlikleri de Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’i katletmişti. Cinayetin yarattığı tarihsel kırılma iki parti arasında aşılması imkânsız bir duvar örmüştü. Oysa bu iki büyük sol gücün ittifakı Hitler iktidarını engelleyebilirdi.

İtalya’da da benzer bir parçalanma yaşanmış, İtalyan Sosyalist Partisi, İtalyan Komünist Partisi ve sendikal hareket Mussolini’nin Kara Gömleklilerinin yükselişi karşısında ortak bir cephe kuramamıştı. Yerel düzeyde yüzlerce faşist saldırı yaşanırken sol hareketin dağınık yapısı, faşizmi durduracak toplu bir siyasal gücün üretilemesini engellemişti.

O halde dördüncü dersimizi şöyle formüle edebiliriz: Faşizm, muhalefetin dağınık bulunduğu, demokrat siyasi güçlerin birbirine güvensizlikle yaklaştığı ve geçmiş travmaların ittifakları engellediği toplumlarda kolay zafer kazanır.

İtalya ve Almanya’da faşizm bir anda değil, toplumun gözü önünde, mevcut hukuk düzeninin imkânlarını kullanarak adım adım iktidara yerleşti. Mussolini 1922’de Roma’ya yürüdüğünde ve Hitler 1933’te şansölye olduğunda ne demokrasi bir gecede ortadan kalkmıştı ne de otoriter rejim tüm ağırlığıyla hemen kurulmuştu. İki ülkede de yöntem aynıydı: Kurumlar biçimsel olarak yerinde bırakılıyor, fakat anlamları ve işlevleri boşaltılıyordu. Basın kâğıt üzerinde varlığını sürdürürken iktidarın sözcüsüne dönüşüyor; mahkemeler çalışıyor görünürken yargıç bağımsızlığı ortadan kalkıyor; üniversitelerden özgür düşünce tasfiye ediliyordu. Toplum bu süreklilik görüntüsünün yarattığı yanılsama nedeniyle rejim değişikliğinin derinliğini çok geç kavramıştı. Bu rejimlerin gücü de buradaydı: yıkıp yeniden kurmak yerine içeriden dönüştürerek, tepki yaratacak kadar hızlı değil, fark edilmeyecek kadar yavaş ilerleyerek iktidarı ele geçirmek.

Böylece beşinci ders açıkça ortaya çıkar: Faşizm bir sabah uyandığımızda aniden karşılaştığımız bir rejim değildir; adım adım ilerler ve kurumların içini sessizce boşaltarak gelir.

II

Faşizmin İtalya ve Almanya’da yükseldiği süreçler, yalnızca iki ülkeye özgü tarihsel olaylar olarak okunamaz; aksine, otoriterliğin hangi mekanizmalarla ilerlediğine dair evrensel bir şemayı görünür kılar. Bu ülkelerde yaşananlar, farklı bağlamlara rağmen, benzer bir dönüşüm modelini izler: kurumların içten boşaltılması, hukukun araçsallaştırılması, muhalefetin........

© T24