Bu yaka... Öte yaka…
Diğer
27 Eylül 2025
Bağdat Demiryolu
Bilmem ki Mardin’e gittiniz mi hiç? Mardin, Mazıdağı’nın güney yamaçları üzerinde kurulmuş, hemen önündeki ovaya teraslar halinde bakan, bir evin damının başka bir evin avlusu olduğu, sokakları binaların altından abbara denilen küçük geçitlerle birbirine bağlanan, taşın sıcak rengiyle güneşin ve ovadaki ufkun iç içe geçtiği, mimarisiyle, çokkültürlü yapısıyla müthiş etkileyici bir şehir. Ama hem orada yaşayanları hem de ziyaretçileri en çok etkileyen şey nedir diye soracak olursanız ben “denizi” cevabını veririm.
Mardinliler 600-700 metre yüksekten seyrettikleri Yukarı Mezopotamya Ovası’na “deniz” derler. Bu çok yerinde bir adlandırmadır, çünkü bu ovaya gündüz baktığınızda güneye doğru uzanan, çook uzaklarda bir ufuk çizgisi oluşturan, arada bir yerleşim öbeklerinin göze çarptığı yemyeşil bir satıh görürsünüz. Gündüzleri yeşil bir denizdir bu! Ama gece baktığınızda deniz imgesi daha da güçlenir, mehtapsız bir gecede simsiyah uzanıp giden, yerleşimlerin irili ufaklı “adalar” gibi parıldadığı bir “deniz”dir gördüğünüz!
İlk şaşkınlığınızı atlatıp manzarayı içinize sindirdiğinizde, eğer bu uçsuz bucaksız “denizin” 20-25 kilometre sonra Türkiye-Suriye sınırıyla bölündüğünü biliyorsanız siyasi sınırların ne kadar doğa dışı ve yarattığı problemlerle ne kadar gayriinsani olduğu aklınıza düşer ve bir daha oradan hiç çıkmaz!
Yukarı Mezopotamya tarih boyunca çokkültürlü bir yapıya sahip olmuştu; Mardin, Nusaybin, Cizre, Urfa ve Musul hattında bu çeşitlilik yüzyıllar boyunca sürmüştü. Bölgenin en geniş nüfusunu Kürtler oluşturmuş, köylerde tarım ve hayvancılıkla geçinmiş, şehirlerde de güçlü bir varlık göstermişlerdi. Araplar Harran Ovası, Resulayn ve Nusaybin çevresinde yoğunlaşmış, yerleşik köylerin yanı sıra göçebe bedevi gruplar da varlıklarını sürdürmüşlerdi. Türkmenler daha çok Musul, Telafer ve Haseke çevresinde köyler kurmuştu. Süryaniler ise, özellikle Tur Abdin yani Midyat-Mardin dağlık alanında manastırları ve köyleriyle bölgenin kadim Hıristiyan topluluğunu oluşturuyordu. 1915 öncesinde Midyat, Nusaybin ve Musul hattında Ermeniler de önemli bir nüfusa sahipti. Şengal çevresinde Yezidiler yaşamış, Musul’da güçlü bir Yahudi cemaati bulunmuş, 19. yüzyılda göçle gelen Çerkez-Çeçen toplulukları da bu mozaiği tamamlamıştı. Kısacası Yukarı Mezopotamya, Kürt, Arap, Türkmen, Süryani, Ermeni, Yezidi, Yahudi ve Kafkas kökenli toplulukların yüzyıllar boyunca iç içe yaşadığı bir coğrafyaydı.
Bağdat Demiryolu 1910’ların başında Yukarı Mezopotamya Ovası’na ulaştığında, bölgenin hayatı tarım ve hayvancılığa dayanıyor, küçük köyler, çokkültürlü kasabalar günlük hayatın merkezini oluşturuyordu. Mardin gibi kentler ticaretin kalbinde yer alırken deve kervanları ve at arabaları malları taşıyor, hanlar ve pazar yerleri farklı toplulukları bir araya getiriyordu. Demiryolu bu düzenin içine yepyeni bir damar gibi girmişti; bu, herkes için ticareti ve yolculuğu kolaylaştıran yeni bir imkân anlamına geliyordu. Ama rayların gündelik hayatı nasıl değiştireceğini o yıllarda kimse kestiremezdi.
1918’e gelindiğinde hat Tel Abyad/Akçakale, Resulayn/Ceylanpınar, Nusaybin boyunca ilerleyerek, kuzeydeki dağlarla güneydeki geniş düzlükleri birbirine bağlayan uzun bir şerit halini almıştı. Halk bu yeni hattı yalnızca yolculukların ve ticaretin kolaylaştığı bir güzergâh olarak değil, aynı zamanda gündelik yaşamın yönlerini tarif eden bir referans çizgisi gibi kullanıyordu. Böylece “serxet” rayların “öte yakasını,” yani güneyi, “binxet” ise rayların “bu yakasını,” yani kuzeyi........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein