Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin birliği: Mart Direnişi’nin ardından günün görevi
“Türkiye siyaseti yeniden şekillenirken sosyalist strateji” dosyasındaki diğer yazılara ulaşmak için tıklayınız!
19 Mart 2025’te Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve ardından kıvılcımlanan Mart Direnişi, Türkiye’deki devrimciler için yeni bir mücadele safhasına girildiğinin işaretidir. Gezi Direnişi’nden bugüne kadarki en büyük toplumsal direniş olsa da, Gezi Direnişi’inden çok daha az radikal ve militan ve bir o kadar da onun kadar öncüsüz ve kendiliğindenci özellikleriyle öne çıkan Mart Direnişi’nin bir başka dikkat çekici özelliği, İmamoğlu’nun tutuklanmasının, yalnızca burjuva muhalefetin bir siyasal temsilcisine dönük bir saldırı değil, aynı zamanda Türkiye’deki bütün burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin kırılganlığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir gelişme olmasıdır.
Bu elbette Türkiye’ye has bir durum değildir; 7 Ekim 2023 tarihiyle birlikte, 80’lerin sonuyla 90’ların başında başlattıkları karşıdevrimci saldırıya televizyonlardan naklen yayımlanan soykırımı da ekleyen emperyalist güçler ve onların işbirlikçileri, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden bir süre boyunca kimi iç (güçlü sendikal, işçi hareketleri gibi) ve dış (SSCB’nin varlığıyla sunduğu alternatif gibi) baskılardan ötürü oynamak zorunda kaldıkları liberal ya da sosyal demokrat rollerine, en temel burjuva haklarını (ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü gibi) savunmaya, nokta koymuş durumdalar; resmi anlatılarına karşı çıkan, fikir beyan eden yurttaşları susturmak, örgütlenenleri, her tür haksızlığa ve adaletsizliğe karşı direnenleri sindirmek, yani sınıf egemenliklerini ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek dışında başka bir dertleri yok.
Ancak kapitalist devletler, görünürdeki tüm egemenliklerine ve şiddet üzerinde kurdukları monopollerine rağmen, toplumların muhalif ve ilerici kesimlerinin demokratik hak ve özgürlük taleplerini bastıramıyor. Türkiye’de bunun en somut örneği, geçtiğimiz aylarda meydanları “Hak, hukuk, adalet” sloganlarıyla dolduran sayısız yurttaştır. Bu yurttaşlar için mesele salt X kişisinin tutuklanmasından ibaret değildir; asıl sorun, kendini sınıflar üstü, tarafsız ve uzlaştırıcı olarak sunan kapitalist devletin, bu illüzyonla uyumlu en temel demokratik hak ve güvenceleri dahi korumayı artık gerekli görmemesi ve bu nedenle yurttaşların, devletin kendilerine karşı aldığı bu konum sonucunda, “öksüz”, “devletsiz” bırakılmış hissetmesidir. Nesnel koşullar böyleyken, Türkiye’deki sosyalistler için günün en yakıcı meselesi ve görevi, demokratik hak ve özgürlükler uğruna verilen bu mücadelenin sosyalist bir stratejiye bağlanabilmesi, yani demokrasi ile sosyalizmin birbirinden kopmaz biçimde birleştirilmesidir.
Lenin 1916 yılında, Birinci Emperyalist Savaş tüm vahşetiyle cereyan ederken, ulusların kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkan sosyalist olduklarını iddia eden şovenistler arasında yaygınlaşan bir tutumla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu çevrelerde, emperyalizmin demokrasiyi yadsıdığı gerekçesiyle, emperyalizm koşulları altında demokrasi için mücadelenin “anlamsız” olduğu savunuluyordu. Onlara göre demokrasi mücadelesi işçileri sosyalist mücadeleden uzaklaştırmakta, hatta demokrasi için mücadeleye “gerici” bir nitelik kazandırmaktaydı. Böylece Radek’in de desteklediği Pyatakov-Buharin grubuyla aynı çizgide olan bu “sosyalistler”, demokratik hakların savunuculuğunu yapmayı reddetmişlerdi. Lenin ise bu görüşlere sert biçimde karşı çıkmış, aynı yılın sonbaharında yazdığı “Emperyalist Ekonomizm Eğiliminin Ortaya Çıkışı”, “P. Kievski’ye (Y. Pyatakov) Yanıt” ve “Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm Üzerine” adlı makalelerinde emperyalizmin siyasal alanda demokrasiden bariz bir gericiliğe dönüş anlamına geldiğini, demokratik hak, özgürlükleri ve kurumları ortadan kaldırmaya çalıştığını ve dolayısıyla demokrasi mücadelesinin önemini ayrıntılı biçimde ortaya koymuştu.
Lenin’in bu yazılarında demokrasi mücadelesi ve sosyalizm mücadelesinin birbirinden ayrı görülemez bir bütün olduğuna dair yaptığı vurgu güncelliğini, mutatis mutandis, bugün de korumaktadır.
Deneyimlemeye devam ettiğimiz karşıdevrim dönemi ve bu dönemin Türkiye’de içinde bulunduğumuz Moment’indeki tezahürü olan Saray Rejimi’nin baskıları, yasakları ve saldırılarıyla birlikte, Türkiye’de zaten burjuva cumhuriyetin kuruluş yıllarına uzanan hatalardan ötürü Batı ya da Kuzey Avrupa burjuva demokrasileriyle asla kıyaslanamayacak olan kendine özgü burjuva demokrasisinin bir zamanlar bu topraklarda yaşayan insanlara tanıdığı hak ve güvencelerin, demokratik özgürlükler ve kurumların, de iure olmasa da de facto ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir süreçten geçiyoruz. Ancak aynı zamanda, bu sürecin kaçınılmaz olarak kitlelerde demokratik özlem ve mücadele eğilimleri doğurduğunu ve hatta güçlendirdiğini de gözlemledik ve gözlemlemeye devam ediyoruz. Bu umut verici bir gelişmedir.
Nitekim proletarya ve emekçi kitleler için ne tür bir devlette yaşadıkları asla önemsiz bir mesele değildir; zira siyasal rejimin niteliği, sınıf mücadelesinin olanaklarını doğrudan etkiler. Devlet düzeni ne kadar demokratik bir karaktere sahipse, proletaryanın kapitalizme ve burjuvaziye karşı geniş, açık, örgütlü ve birleşik mücadele yürütmesi de o kadar kolay olur. Elbette “en radikal” demokratik dönüşümlerle, reformlarla........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Rachel Marsden
Daniel Orenstein
John Nosta