Lise ikinci sınıfta, nurları ilk tanıdığım yıllardı. Esnaf abiler Rize'den Çayeli ilçesine derse giderken, yollarının üzerinde olduğumuzdan, bazen bizi de alırlardı. Yine bir salı günü, Çayeli dersine gitmiştik. Deste, rahmetli Yaşar Azmanoğlu abinin büyük oğlu, yine gayretli insan Süleyman Azmanoğlu, İşarat-ül İ'caz'ın başındaki muhteşem bir metin olan "Kur'an nedir, tarifi nasıldır?" dersini okumuştu. Belki, çok da içine nüfuz edememiştim ama parçanın hem edebî üslûbu hem de ondan anladığım kadarı, beni mest etmeye yetmişti. Hemen bir odaya çekilerek, metni bir kağıda yazdığımı hiç unutamam. Kağıda yazmamın sebebi de okulda her hafta çıkardığımız gazetede neşretmek içindi. Öyle de oldu. Hatta bu neşir, okulda epeyce tartışmaları da beraberinde getirmişti.

Bir ilahiyatçıya "Kur'an nedir?" sualini sorsak; âyet ve sure sayıları, bir de kimden kime indirildiğini kısaca söyleyen bir tarif duyarız, çoğu zaman. Fakat üstad, Kur'an'a belki de Asr-ı Saadetten sonra, emsaline pek rastlanmayacak bir tarif getiriyor. Bir daha üzerinde tefekkürle derinleşmenizi âcizane ısrarla tavsiye ettiğim bu tarifin birkaç satırını, sıfır noktada bir nadanla olan hazin bir yazışmamız vesilesiyle tekrar mütalaâ ettim.

Çoğu, basit bakteri, ot ve emsali gibi yaşayan ve yaşamak isteyen kişiler gibi, bu arkadaş: "Maksatsız bir fiil olur mu? Bu, bir kanun. Her yapılan işin bir yapılma maksadı vardır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin maksadı nedir? Maksatsız bir hayatta, bir toz veya bir ot gibi yaşamak, insana yakışır mı?" mealindeki suallerimize: "Bu dünyada niçin varım, bu dünyaya niye geldim, bilmiyorum. Kur'an olmasaydı, sen de bilmeyecektin. Amaca ihtiyacım olduğuna da inanmıyorum. Bir nehirde akıp gidiyoruz. Yaratıcının bir amaca ihtiyacı mı var?" cümleleriyle cevap vermişti.

Ne hazin ve bir o kadar da düşündürücü bir cevap değil mi? Sonsuz rahmet ve hikmeti olan Allah'ın elbette ki bizim hiçbir şeyimize ihtiyacı yoktu. Fakat sadece yemek içmek ve değerli maddeleri fuzuliyata çevirmek, yani bir pislik makinesi olmak için, insan gibi donanımlı bir varlığa da gerek yoktu. Bu işi, insandan daha iyi ve maharetle yapan hayvanat nevinden başka mahlukat da vardı zaten. İnsana bu kadar pahalı ve değerli cihazlar, sırf zaman nehrinde akmak, sonra kaybolup hiçliğe atılmak için, verilir mi? Yani göz, kulak, akıl ve ruh gibi cihanpaha değerler, sırf zaman nehrinde akmak için midir? İnsan için böyle bir neticeyi, taşlaşmamış bir kalp, küle dönmemiş bir akıl kabul edemez.

O zaman, yokluk karanlıklarından kafile kafile çıkıp bu dünyada "kâinatın tabakatında serilmiş, hadsiz envaın, hesapsız efradından zayıf bir fert olarak" var olmamızın hikmetini, gayesini kime soracağız? Ya da bunu nereden öğreneceğiz? Hani sıfır noktadan bakıp "Ben bu dünyaya niçin varım, bilmiyorum." diyen arkadaş, "Kur'an olmasaydı, sen de bilmeyecektin." de demişti ya. Bu cevap, yıllar önce dinlediğimiz ve dâimi olarak anlama gayretinde olduğumuz: "Kur'an nedir, tarifi nasıldır?" dersini yine aklıma getirdi. Özellikle bu arkadaşı dinleyince, muazzam tarifte geçen: "Kur'an, nev-i beşerin hikmet-i hakikîsi" cümlesi, daha da öne çıktı.

Hikmet-i hakikîye... İnsanın varlığının, yaratılışının hakikî sırrı ne ola ki? Yani "İnsan nereden geliyor? Daha doğrusu gönderiliyor ve kim gönderiyor, niçin gönderiyor? Ve insan kafile kafile nereye gidiyor? İnsanın yolculuğu nerede başladı, niçin başladı, ölümle biten bu yolculuk nerede devam edecek?" gibi muazzam, büyük, sırlı suallerin en doğru, en sahici, en gerçekçi, en kestirme cevabını insana: "İnsanı şu dünya misafirhanesinde, şuurlu ve muhterem misafiri, sevgili bir muhatabı" olarak ağırlayan Malik-ül Mülk-ü Zülcelal'den başka kim verebilir ki? Veya bu suallerin cevabını almak için, nereye müracaat edebiliriz ki? Yani hakikî hikmeti, nereden ve kimden öğrenecektik?

Hakikî hikmet, sadece insanın nereden gelip nereye gittiği, yaratılış gayesinin ne olduğu ile de sınırlı değil elbette. Bir de "sütûr-u hâdisatın altında" gizli başka hakikatler de var. Bu gizli hakikatlerin anahtarı nerede saklı ve hikmeti hangi haberden sorulur?

Milyonlarca tür ve milyarlarca fert, nâzik ve nâzenin nebatat; vücuda layık görülmüş, hayata âşık edilmiş hayvanat taifeleri mevcut. Bunlar da sıfırcının ifadeleriyle "zaman nehrinde akıtılıp" hem de nefes aldırmayarak ve meşakkatle çalıştırılıyor ve hiçbiri müstesna edilmeyerek dünyadan ayrılıyorlar. Başta insan, gelenlerin gittiği, gidenlerin de dönmediği bu seyahat ve sevkiyatta, hangi lütuf ve merhamet, ne gibi hikmet ve gayeler saklı? İhâta etmekte yorulup zorlandığımız için, sonsuz diye nitelediğimiz kâinat şehrinin başta dünya mahallesinde ve nazarımızın ulaşabildiği bazı köşeciklerinde ancak seyircisi olabildiğimiz, durmadan, muntazaman devam eden dönmelerin ve birleşme ve ayrılmaların; ölçmekte ışık yıllarının yetersiz kaldığı kümeleşme ve dağılmaların sırrı nedir? Bu hadiselerin hepsi, sadece insanın şerefine açılan birer şehrâyin midir yoksa?

İşte, üstad bu hakikatleri, Dokuzuncu Söz'de "sırr-ı hilkat-i âlem olan muammâ-i âcibâne", "sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlak"; 24. Mektup'ta "çok geniş ve derin ve çok yüksek olan hakikat-i uzma" diye isimlendiriyor. Ve felsefenin işe yarar beş kelime edemediği "şu kâinattaki geniş faaliyetin sırrına" İbrahim Suresinin 27. ve Mâide Suresinin 1. âyetlerinin son kısımlarından akan nurla, 24. Mektup'ta uzaktan uzağa baktırıyor. Onun için emsalsiz bu risalenin mütalasını bin can ile daima tavsiye ederim.

İnsanın yaratılış sırrına gelince, okumasını, tefekkür ve tezekürünü bir türlü bitiremediğim bir kısım olan İşarat-ül İ'caz'ın başındaki muazzam bir retorik ile cevap veriyor. Buyurun birlikte okuyalım.

Evet, beniâdem, büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip vücut ve hayat sahrasında misafir olup istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen, kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. "Şu garip ve acayip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar, nereye gidiyorlar?" ahvallerini anlamak üzere, hilkat hükümeti ve fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhabere başladı.

Hikmet:

"Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?"

Bu suale, beniâdem namına emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhisselam, vekaleten karşısına çıkarak, şöyle cevapta bulundu:

"Ey Hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re'sul malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Şu azim insan kervanına bundan sonra Sultan-ı Ezelinin risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte, o Sultan-ı Ezelinin risalet berat olarak bana verdiği Kur'an-ı Azimüşşan elimde. Bir şüphen varsa al oku."

Evet dostlar, istidatlarımız, bize verilen maddi ve manevi cihazlarımız bizim re'sul malımızdır. Yani ana sermayemizdir. Öyleyse, bunları şu kısa, fâni şeylere sarf etmeyelim ki fâni olmasın. Baki şeylere sarf edelim ki bâki kalsın.

Selam ve dua ile.

QOSHE - 'Bu Dünyaya Niye Geldim, Bilmiyorum' - Habibi Nacar Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

'Bu Dünyaya Niye Geldim, Bilmiyorum'

4 1
19.12.2023

Lise ikinci sınıfta, nurları ilk tanıdığım yıllardı. Esnaf abiler Rize'den Çayeli ilçesine derse giderken, yollarının üzerinde olduğumuzdan, bazen bizi de alırlardı. Yine bir salı günü, Çayeli dersine gitmiştik. Deste, rahmetli Yaşar Azmanoğlu abinin büyük oğlu, yine gayretli insan Süleyman Azmanoğlu, İşarat-ül İ'caz'ın başındaki muhteşem bir metin olan "Kur'an nedir, tarifi nasıldır?" dersini okumuştu. Belki, çok da içine nüfuz edememiştim ama parçanın hem edebî üslûbu hem de ondan anladığım kadarı, beni mest etmeye yetmişti. Hemen bir odaya çekilerek, metni bir kağıda yazdığımı hiç unutamam. Kağıda yazmamın sebebi de okulda her hafta çıkardığımız gazetede neşretmek içindi. Öyle de oldu. Hatta bu neşir, okulda epeyce tartışmaları da beraberinde getirmişti.

Bir ilahiyatçıya "Kur'an nedir?" sualini sorsak; âyet ve sure sayıları, bir de kimden kime indirildiğini kısaca söyleyen bir tarif duyarız, çoğu zaman. Fakat üstad, Kur'an'a belki de Asr-ı Saadetten sonra, emsaline pek rastlanmayacak bir tarif getiriyor. Bir daha üzerinde tefekkürle derinleşmenizi âcizane ısrarla tavsiye ettiğim bu tarifin birkaç satırını, sıfır noktada bir nadanla olan hazin bir yazışmamız vesilesiyle tekrar mütalaâ ettim.

Çoğu, basit bakteri, ot ve emsali gibi yaşayan ve yaşamak isteyen kişiler gibi, bu arkadaş: "Maksatsız bir fiil olur mu? Bu, bir kanun. Her yapılan işin bir yapılma maksadı vardır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin maksadı nedir? Maksatsız bir hayatta, bir toz veya bir ot gibi yaşamak, insana yakışır mı?" mealindeki suallerimize: "Bu dünyada niçin varım, bu dünyaya niye geldim, bilmiyorum. Kur'an olmasaydı, sen de bilmeyecektin. Amaca ihtiyacım olduğuna da inanmıyorum. Bir nehirde akıp gidiyoruz. Yaratıcının bir amaca ihtiyacı mı var?" cümleleriyle cevap vermişti.

Ne hazin ve bir o kadar da düşündürücü bir cevap değil mi? Sonsuz rahmet ve hikmeti olan Allah'ın elbette ki bizim hiçbir şeyimize ihtiyacı yoktu. Fakat sadece yemek içmek ve değerli maddeleri fuzuliyata çevirmek, yani bir pislik makinesi olmak için, insan gibi donanımlı bir varlığa da gerek yoktu. Bu işi, insandan daha iyi ve maharetle yapan hayvanat nevinden başka mahlukat da vardı zaten. İnsana bu kadar pahalı ve değerli cihazlar, sırf zaman nehrinde akmak, sonra kaybolup hiçliğe atılmak için, verilir mi? Yani göz, kulak, akıl ve ruh gibi cihanpaha değerler, sırf zaman nehrinde akmak için midir? İnsan için böyle bir neticeyi, taşlaşmamış........

© Risale Haber


Get it on Google Play