Hikmet ve Şükür

Lokman suresi 12. Ayetle Rabbü’l-Âlemîn diyor ki: “And olsun ki Biz Lokman’a belirli bir mevzuda hikmet verdik, bakalım şükredecek mi diye… Kim şükrederse, kendi nefsi için şükreder. Kim küfreder ve nankörlük ederse, Hak ve Hakikat bu ki Allah, Ganiyy ve Hamîd’dir.” Ayetin kesinkes bildirdiği üzere hikmet, şükrü meyve vermek içindir. Şükrü artırmayan hikmet bir nankörlüktür, kâfirliktir. Ayette kastedilen şükür, nimetlere şükretmek hakkında değildir. Çünkü lezzet ve zevk verici nimetlere şükretmek her insanın yapabileceği bir iştir. Ayette kastedilen şükür, hikmeti kavranılınca insana sayısız güzellikleri kazandırdığı beliren, musibetlerdir. Ayetteki “Enişkür lillah” ifadesindeki “Uluhiyetime şükretsin” manası konunun celal tecellisi olan hastalıklar, musibetler, sıkıntılar, belalar hakkında olduğunu gösterir. Bu çerçevede denilebilir: “Hikmet öyle bir nurdur ki, lezzet verici nimetlere değil, acı veren ve yakan musibetlere dahi şükrettirir.

Anne-Babayla İmtihanın Sınırları

Lokman suresi 14-15 ile Rabbimiz diyor ki: “Bana ve anne-babana şükret. Dönüşün banadır. Anne-baban eğer Bana bir şeyleri şirk koşmanı emreder ve seninle fikren çarpışırlarsa onlara itaat etme. Fakat onlarla güzel geçin. Şirke çağırıyorlar diye onlara saygısızlık da etme! Benim yoluma yönelenlere tabi ol. Hepiniz Bana rücu edeceksiniz. Ben size doğruları haber vereceğim.” Kişinin anne-babası Halık isminin tecelligâhıdırlar, fakat Halık değildirler. Bu tecelligâh olmalarından dolayı Cenab-ı Hakk onların kalbinin kırılmasını yasaklamışken yaratılıştaki hukukun milyonda 999.999,99 hissesi bizzat Kendisine ait olan Allah’a karşı bir kişinin hiçbir hak dava etme lüksü olamaz, saygısızlık etmesi asla kabul edilemez.

Nimetle İmtihanın İki Hali: Şükür ve Fahr

Lokman suresi 18-19. Ayetlerle Rabbimiz diyor ki: “İnsanlara karşı yüzünü ekşitip kibirlenme! Yeryüzünde de böbürlenerek yürüme! Hak bu ki Allah hiçbir kibirleneni ve övüneni sevmez ve sevmeyecek. Yürüyüşünde mutedil ol. Konuşurken de sesini kıs ve kontrollü ol, bağırıp çağırma! Hak bu ki seslerin en iğrenci ve en nahoşu eşeklerin sesidir.” Ayette geçen fahur lafzı, kendindeki güzellik ve nimetlerle devamlı ve mübalağalı şekilde övünen demektir. Fahûr tavrının zıddı, şekûr olmaktır. Hikmet, şekûr olmayı netice versin diye kişiye verilir. Şekûriyet, şükrün daimî, sabit, hakikatli ve külli halidir. Bu hal ise, musibet ve nimet, her hale şükretmekle olabilir. İnsanın bütün ömrü, musibet gecesi ve nimet gündüzünden ibarettir. Ömrünün her anına şükredebilen şekûr olur. Bu şükr-ü daimî meyvesi ise, hikmet ağacında yetişebilir. Evet Allah’ın dediği gibi “Lokman’a ve onun gibilere hikmet verdik tâ ki şükretsinsinler! Bakalım şükredecekler mi? Bakalım musibetlerin, Ahiret noktasında, hakiki nimet olduğunu görüp değerini bilecekler mi?”

İlâhî İlmin Vahidiyet ve Ehadiyet Boyutları

Lokman suresi 23. Ayet diyor ki “إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

(Hak bu ki Allah, sadır sahiplerini bilir.) Burada “İnne” ifadesi, gözle görünen bir gerçeği ifade etmektedir. “Sudûr” tabiri, başlar, göğüsler demektir. Yani kişinin fikirlerinin ve hislerinin bulunduğu merkez manasında… Sadırların içindeki fikirler ve hisler kişiden kişiye değiştiği için bu hal özel ve birebir bir bilmeyi gösterir. Zaten Kur’anda Rabbü’l-âlemîn, bu tarz hadiselerde, birebir bilme hallerinde daima bu yönü ifade eden “Alîm” ismini seçiyor. Geneli ve bütünü bilme durumlarında “Âlim” ismi kullanılırken, özel ve birebir durumlarda “Alîm” ismini vurgular. “Âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâdeh”, vâhidiyet ve celal-i ilmi; “Ve hüve bikülli şey’in alîm” ise, ehadiyet ve cemal-i ilmi gösterir.

İlimle İmtihanın Cepheleri

Lokman suresi 25. Ayette Allah şöyle diyor: “Sen onlara sorsan ki gökleri ve yeri kim halk etti, yarattı. Yeminle derler ki ‘Allah.’ De ki: ‘O halde ezelden ebede kadar hamd Allah’a mahsustur.’ Evet, onların çoğu, bunu bilmiyorlar, bilmeyecekler.” Ayetin verdiği perspektiften bakıldığında, beyni-hafızayı-aklı-idraki-hayali yaratanı bırakıp, bir insanın kendini veya çeşitli şeyleri bir yaratıcı gibi övmesi, karanlık malumatıyla övünmesi hakikate ve hakka muhaliftir. Ayetteki i’caz boyutu şu noktada saklıdır: “Derler.” Yani bu tarz kişilerin ağızları “Allah” der, ama kalpleri bu sözlerini yalanlar. Bu çelişkili hal, Hakiki Tevhid’in hissedilmemesine dayanmaktadır. Hamd, histir; fikir değildir. Fikri, “Allah” deyip; hissi, “Ben” diyen kişi fikriyle tevhidde, hissiyle şirktedir. İnsanın amelleri hislerine ve imanına göre şekillendiği için neticede bu kişi şirktedir. Ayette bahsedilen “semavat ve arzın hilkati” vahidiyet-i hilkattir; ayet o noktayı göze göstermekle hastalığın o noktada değil enfüste olduğunu bildiriyor. Yani ehadiyet-i hilkatte… Kişi, vâhidiyet-i hilkati aklen net ve rahat okuyabilir. O noktada his imtihanı yaşamaz. Fakat kendi hilkati noktasına gelindiğinde iç dünyasında ibreler oynamaya başlar. Kişinin nefs-i emmaresi ve enaniyet-i cebbaresi kendinden görünen meziyet ve faziletlere sahip çıkmak ister. Ehadiyet-i hilkati doğru okumak ve hakikatin tecellisini enfüste de görebilmek ve hissedebilmek, kişiyi Hakiki Tevhide eriştirir. Kur’anın ilk emrinin ehadiyet-i hilkatin okuması olan hilkat-i insaniyeye dair olması ve bu hilkat aşamalarını anlatması ve sonra bu hilkatin neticesi olan “ilim” ve “kalemle ilim tahsil kabiliyetine” geçmesi, fikirden hisse geçilmesini ders verir. Bu noktada denilebilir ki, Ehadiyeti anlamayanın hakiki bir ilmi, ehadiyeti hissetmeyenin ise tahkikî bir imanı olamaz. O, “cahiliyet karanlığı” içindedir, üç karanlık içinde mahpustur. Nura çıkamaz. Enaniyet bataklığında ve nefsaniyet girdabında debelenip durmaktadır; eğer nurlu ve şefkatli bir el tarafında hakikat caddesine çekilmezse en sonunda ruhen boğulur.

Sonraki âyet der ki “Semavat ve arzın içindekiler, Allah’a aittir, Onun mülküdür, mülkiyeti Onun elindedir. Semavat ve arzdan müteşekkil bu sistemi, vahidiyetiyle; içindekileri ferd ferd ehadiyetiyle halk eden, mülkiyet ve tasarrufunda bulunduran Allah’tır. Onları imtihanla geliştiren Odur. Onlara şükrü yaptırtmak ister, ta ki onlar kazansın. Fakat bu yaratış ve yaradılış Allah için değil, kul içindir. Hakkan ve hakikaten Allah, Ganiyy ve Hamîd’dir.” Yani hamd eden, kendisi için hamdeder; şükreden kendisi için şükreder; cihad eden kendisi için cihad eder. Allah, Ganiyy ve Hamîd’dir. Yani Allah, Samed’dir. Formüle edersek

Samed = Ganiyy + Hamîd…

Ganiyy, sonsuz zengin demektir. Sonsuz zenginliğin neticesi olarak hiçbir şeye muhtaç değildir. Hamîd, sonsuz övgüye layık, ehadiyet tarzında her şeyi birebir muamele ile övgüye layık şekilde yaratan demektir. Bu cihetle her şey Ona muhtaç ve müştaktır.

Sonraki âyet der ki: “Sen damlacık ilmine mi mağrur oluyorsun? Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, bir deniz mürekkep olsa sonra yedi deniz daha mürekkep yapılsa Allah’ın kelimeleri bitmez. Allah, böyle sonsuz bir ilimle her şeyi yapıyor, mutlak kudretiyle yeryüzünde yazıyor-siliyor. Hakkan ve hakikaten Allah, Azîz ve Hakîmdir.” Bu çerçevede denilebilir ki insanın mahiyeti bir kabarcıktır. İlâhî merhamet ve şefkat, bu kabarcıktan diğerlerine yansıyan sıcaklıktır; İlahî ilim ve hikmet bu kabarcıktan diğer yaratılanlara akseden nurdur, lem’adır. Bu kabarcıktaki ne güneş cilvesi insana aittir, ne de kabarcığı meydana getiren İlahi kudret denizi insana aittir. İnsan, bir sınırdır, sınırlılıktır. Daha derinde insan bu sınırlılıktan dolayı meydana gelen bir kabiliyetsizliktir. Sınırlılık, kabiliyetsizliğin anasıdır. Çok sayıda sınırlı mahluk çok sayıda kabiliyetsizlik demektir. Sınırsızlık, mutlak kabiliyettir; İlâhî ilim ve imkana aittir. Sınırlılık ise, külli kabiliyetsizlik demektir ve kabiliyetsizlik ise, adem-i mutlakın yani mutlak kabiliyetsizliğin bir zuhur mekanıdır. Bu çerçevede denilebilir ki: “Var olan, mutlak olarak vardır. Mutlak varlık, mutlak mükemmeldir ve mutlak imkan sahibidir. Mutlak varlığın mutlak mükemmelliğinden dolayı, görünme derdi olmaz. Çünkü görünmek, sınırlanmakla olur. Sınırlılık ise, otomatikman kusurluluk demektir. Kusurlu bir görünüş, Allah’a değil, insana layıktır. Var olanın görünme derdi yoktur. Yok olanın ve yoklukla muhatap olan görünme derdi vardır. Görünür ki var sanılsın, göründükçe kendini “var oldum” zannedebilsin veyahut mutlak varlıkla intisabını ve ona tutunduğunu hissedebilsin.”

Ta’likat kitabında Üstad Bediüzzaman bu hususu şöyle özetler: “Vâcibü’l-Vücud’un kıyamı ve zuhuru, mümkindir; mümkinü’l-vücudun kıyamı ve zuhuru vâcibdir.” Vâcibü’l-Vücud, zuhur etmese de mutlak ve zâtî varlığıyla vâcid-i mevcûddur. Fakat mümkinât olan mahlukat ise, ancak kıyam ve zuhuruyla ancak vücud-u haricîye gelip varlık lezzetine erişebilir, ancak daimî faaliyeti ve duasıyla varlık cennetinde beka ve devam elde edebilir. Bu sırdan dolayı ehl-i cennet daimî faaliyettedir: “Yevme fi şugulin fâkihûn” (Onlar her gün farklı farklı meşgaleler içindedir.) (Yasin suresi, 55)

Acz ve Hakiki Tevhid İlişkisi

Lokman suresi 31. Ayet apaçık olarak der ki “Aczini hisseden kişi, Hakiki Tevhidi hisseder. Musibetler, Hakiki Tevhidi hissettirmek içindir.” O halde, insan aczini hissetmekle Ehadiyet-i İlahiyeyi hissedebiliyor diye bir tespit yapabiliriz. Kur’an bu hissedişi sağlayan iki temel yol gösteriyor: Cihad ve Sabır… Ya cihad edersin, kendin belaya atlarsın; ya sabredersin, bela seni gelir bulur… Cihad enfüsî belalar olan nefs, şahsiyet, ene, heva, heves, vehim ile savaşmaktır. Ki buna cihad-ı ekber denilir. Ya da âfâkî belalar ve tağut olan madde, tabiat, sebepler, tesadüf, ittifak-ı eşya, kâfirler, müşrikler, münafıklar ve hakka asi rejimler ile savaşmaktır. Ki buna cihad-ı asgar denilir. Sabır ise musibetlere, ibadetlere ve günahlara karşı sabır olmak üzere üç çeşittir. Cihad ve sabır olmadan kişi ruhî bir diriliş yaşayamadığı için Hakiki Tevhid’i hissedip nura erişememektedir. Hem bu ayet gösteriyor ki, enfüsi manada aczi hisseden, âfakî manada da görür, her şeyin Allah’ın kudret elinde olduğunu da hisseder, itiraf eder. Enfüste tevhidi yaşayan, âfâkta da yaşar.

Gurur Hastalığıyla Mücadele

Lokman suresi 33. Ayet diyor ki “Hakikaten dikkat edin dünya hayatı sizi gururlandırmasın, aczinizi hissettirmeyip aldatmasın. Hem o kendini hakikaten aldatmış şeytan da sizi aldatmasın, kandırmasın.” İnsanı aldatan ve gurura sevk eden, dış dünyadır. Hem o dış dünyanın içe uzanan kolu olan Şeytan ve İblis’tir. İstiazeden başka çare yoktur. Hadislerde sıklıkla İhlas suresinin okunma tavsiyesi bu noktada kıymetini göstermektedir. Çünkü her gün 100 defa İhlas okumak, bir zikirdir. Zikir ise, hakikati hisse yerleştiren bir metoddur. Zikir penceresinden, kişinin hisleri Tevhidi emebilir. O zaman kişi Hakiki Muvahhid olur. Mağrur kişilerin zikir konusunda genel bir kaide olarak eksik olmaları ve her şeyi akla indirgemeleri, tefekkürlerinde de yüzeysel kalıp derine inememeleri şeytanın onlara oynadığı muazzam bir oyun ve aldatmacadır.

Aklın Âciz Düştüğü Beş Yer

Lokman suresi 34. Ayet diyor ki: “Kıyametin saatini, nereye ne kadar yağmur yağacağını, rahimlerde bulunan çocuğun manevi ve maddi bütün özelliklerini, kişinin yarın ne iş yapıp ne kazanacağını ve insanın nerede öleceğini kimse bilemez. Yalnızca Allah bilir. Allah, Alîm ve Habîr’dir; bütün bunları bilir, yapmasını da bilir ve zamanı gelince de yapar.” Ey âciz aklım ve ey aklına güvenen âciz insan! Madem kendine ve ilmine güveniyorsun, gel bu beş mevzuda %100 netlikte konuşabilirsen konuş! Konuş ki, hakiki akıl olduğun ve güvenilmeye layık olduğun gözüksün. Heyhat, kimin haddine ki bu mevzularda yakînî olarak konuşsun ve konuşabilsin! Aklın âczi, yaratılışın mu’ciz olduğunu, sonsuz bir ilim ve hikmetle yapıldığını gösteren muazzam bir delil ve bürhandır. Mülk suresinde denildiği gibi “Yaratan yarattığı şeyi bilmez olabilir mi? O yarattığı her şeyin hakikatine nüfuz eden ve bilen Latîf, onun zahirini, yaratılış sürecini ve sonrasını bilen Habîr’dir.” İki ayetteki Latîf-i Habîr isimlerinin ortak oluşu yaratıcılıkta ilmin zaruriliğini, gelecek zamanın sonsuz şekilde İlahi ilimde muayyen olduğunu, İlahi iradenin uygun gördüğü imkanatın vücuda geldiğini bildiren bir sistematiktir. Evet yaratıcılık ve ilim ayrı düşünülemez. Bilen yaratır. Bilgisinin seviyesine göre de mükemmel yaratır. Hilkat ve fıtrat âleminin kusursuz yaratılışı Zât-ı Latîf-i Habîr’in mutlak ve muhit ilminin bir delili, hücceti ve bürhanıdır.

İhlas Suresi ve İnsanın Sınırları

İhlas suresi, insan ile Zât-ı Mutlak arasındaki ilişkiyi anlatır. Sûre diyor ki: “Sen bir ehad’sin; Hüve de bir Ehad. Fakat Hüve’den başka Ehad olanlar Hüve’ye denk değildir. Çünkü Hüve, öyle bir Ehad ki aynı zamanda Samed’dir. Hüve, Samed bir Ehad olduğu için Allah’tır. İnsan, Hakiki Ehad’e sonsuz cihetle muhtaçtır. İhtiyacıyla Onun kölesidir, kuludur. Onsuz hiçtir. Onunla, Ona ait her şeye sahiptir.” Felak ve Nas sureleri, insan denen ehad’i şerre çağıran, şerre sevk eden âfâkî ve enfüsî şer merkezlerini bildirir. “Bunlardan Zât’a sığın” der. Önce âfâkî şerleri zikredier. Çünkü kişi bir iç terbiye ile, içindeki bütün şer kapılarını kapayıp “muhlas” (Allah’ın ihlas verdiği kişi) haline gelebilir. Fakat hiçbir insan âfâktaki şer merkezlerini kapatamaz ve kaldıramaz. Bu yüzden âfâktaki şerden Zât’a sığınan ve takva ile de bunun savaşını veren bir kişi, daha sonra iç şer merkezlerine yönelirse içteki savaşı kazanabilir. Aksi halde, takvasız bir kişi içteki savaşı kazanamaz. Dış ve iç arasındaki bağın kesilmesi zorunludur. Kur’an Fatiha suresiyle, gayb ve şehadet olmak üzere bütün âlemlerin kapılarını açar. Bu âlemlerdeki ifrat ve tefrite dayalı şerleri, bunların menbaı olan İblis ve Şeytan, ifrit, cin ve insanları bildirir. Bunların şerrinden kurtarmak için gelen Ülü’l-azm Resulleri, Mürselleri, Nebileri ve bunlara tabi olmakla kurtulanları bildirir. Bu ilan ve okuma, Tebbet suresiyle biter. İhlas suresi, mahiyet-i insanı ve şerre açıklığını belirtir. Felak ve Nas suresi ile şer kapılarını istiaze ve bunun tekraren zikri ile kapatır.

QOSHE - Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-6 - Erdem Akça
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-6

11 0
20.11.2023

Hikmet ve Şükür

Lokman suresi 12. Ayetle Rabbü’l-Âlemîn diyor ki: “And olsun ki Biz Lokman’a belirli bir mevzuda hikmet verdik, bakalım şükredecek mi diye… Kim şükrederse, kendi nefsi için şükreder. Kim küfreder ve nankörlük ederse, Hak ve Hakikat bu ki Allah, Ganiyy ve Hamîd’dir.” Ayetin kesinkes bildirdiği üzere hikmet, şükrü meyve vermek içindir. Şükrü artırmayan hikmet bir nankörlüktür, kâfirliktir. Ayette kastedilen şükür, nimetlere şükretmek hakkında değildir. Çünkü lezzet ve zevk verici nimetlere şükretmek her insanın yapabileceği bir iştir. Ayette kastedilen şükür, hikmeti kavranılınca insana sayısız güzellikleri kazandırdığı beliren, musibetlerdir. Ayetteki “Enişkür lillah” ifadesindeki “Uluhiyetime şükretsin” manası konunun celal tecellisi olan hastalıklar, musibetler, sıkıntılar, belalar hakkında olduğunu gösterir. Bu çerçevede denilebilir: “Hikmet öyle bir nurdur ki, lezzet verici nimetlere değil, acı veren ve yakan musibetlere dahi şükrettirir.

Anne-Babayla İmtihanın Sınırları

Lokman suresi 14-15 ile Rabbimiz diyor ki: “Bana ve anne-babana şükret. Dönüşün banadır. Anne-baban eğer Bana bir şeyleri şirk koşmanı emreder ve seninle fikren çarpışırlarsa onlara itaat etme. Fakat onlarla güzel geçin. Şirke çağırıyorlar diye onlara saygısızlık da etme! Benim yoluma yönelenlere tabi ol. Hepiniz Bana rücu edeceksiniz. Ben size doğruları haber vereceğim.” Kişinin anne-babası Halık isminin tecelligâhıdırlar, fakat Halık değildirler. Bu tecelligâh olmalarından dolayı Cenab-ı Hakk onların kalbinin kırılmasını yasaklamışken yaratılıştaki hukukun milyonda 999.999,99 hissesi bizzat Kendisine ait olan Allah’a karşı bir kişinin hiçbir hak dava etme lüksü olamaz, saygısızlık etmesi asla kabul edilemez.

Nimetle İmtihanın İki Hali: Şükür ve Fahr

Lokman suresi 18-19. Ayetlerle Rabbimiz diyor ki: “İnsanlara karşı yüzünü ekşitip kibirlenme! Yeryüzünde de böbürlenerek yürüme! Hak bu ki Allah hiçbir kibirleneni ve övüneni sevmez ve sevmeyecek. Yürüyüşünde mutedil ol. Konuşurken de sesini kıs ve kontrollü ol, bağırıp çağırma! Hak bu ki seslerin en iğrenci ve en nahoşu eşeklerin sesidir.” Ayette geçen fahur lafzı, kendindeki güzellik ve nimetlerle devamlı ve mübalağalı şekilde övünen demektir. Fahûr tavrının zıddı, şekûr olmaktır. Hikmet, şekûr olmayı netice versin diye kişiye verilir. Şekûriyet, şükrün daimî, sabit, hakikatli ve külli halidir. Bu hal ise, musibet ve nimet, her hale şükretmekle olabilir. İnsanın bütün ömrü, musibet gecesi ve nimet gündüzünden ibarettir. Ömrünün her anına şükredebilen şekûr olur. Bu şükr-ü daimî meyvesi ise, hikmet ağacında yetişebilir. Evet Allah’ın dediği gibi “Lokman’a ve onun gibilere hikmet verdik tâ ki şükretsinsinler! Bakalım şükredecekler mi? Bakalım musibetlerin, Ahiret noktasında, hakiki nimet olduğunu görüp değerini bilecekler mi?”

İlâhî İlmin Vahidiyet ve Ehadiyet Boyutları

Lokman suresi 23. Ayet diyor ki “إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

(Hak bu ki Allah, sadır sahiplerini bilir.) Burada “İnne” ifadesi, gözle görünen bir gerçeği ifade etmektedir. “Sudûr” tabiri, başlar, göğüsler demektir. Yani kişinin fikirlerinin ve hislerinin bulunduğu merkez manasında… Sadırların içindeki fikirler ve hisler kişiden kişiye değiştiği için bu hal özel ve birebir bir bilmeyi gösterir. Zaten Kur’anda Rabbü’l-âlemîn, bu tarz hadiselerde, birebir bilme hallerinde daima bu yönü ifade eden “Alîm” ismini seçiyor. Geneli ve bütünü bilme durumlarında “Âlim” ismi kullanılırken, özel ve birebir durumlarda “Alîm” ismini vurgular. “Âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâdeh”, vâhidiyet ve celal-i ilmi; “Ve hüve bikülli şey’in alîm” ise, ehadiyet ve cemal-i ilmi gösterir.

İlimle İmtihanın Cepheleri

Lokman suresi 25. Ayette Allah şöyle diyor: “Sen onlara sorsan ki gökleri ve yeri kim halk etti, yarattı. Yeminle derler ki ‘Allah.’ De ki: ‘O halde ezelden ebede kadar hamd Allah’a mahsustur.’ Evet, onların çoğu, bunu bilmiyorlar, bilmeyecekler.” Ayetin verdiği perspektiften bakıldığında, beyni-hafızayı-aklı-idraki-hayali yaratanı bırakıp, bir insanın kendini veya çeşitli şeyleri bir yaratıcı gibi övmesi, karanlık malumatıyla övünmesi hakikate ve hakka muhaliftir. Ayetteki i’caz boyutu şu noktada saklıdır: “Derler.” Yani bu tarz kişilerin ağızları “Allah” der, ama kalpleri bu sözlerini yalanlar. Bu çelişkili hal, Hakiki Tevhid’in hissedilmemesine dayanmaktadır. Hamd, histir; fikir değildir. Fikri, “Allah” deyip; hissi, “Ben” diyen kişi fikriyle tevhidde, hissiyle şirktedir. İnsanın amelleri hislerine ve imanına göre şekillendiği için neticede bu kişi şirktedir.........

© Risale Haber


Get it on Google Play