TOPLUM

Irk dediğimiz şey kültür ve kültürlenmenin tam içinde, merkezindedir. Varlıkta saf bir şey olmadığı gibi yabancı bir şey de yoktur. Kendi dışındaki her benzemezi bir sapma ve skandal olarak görme, insanın zindanı; bir tür tecrit ve ebedi mahkûmiyettir.

“İnsanlar çeşitliliği daha çok bir yaratılış aykırılığı

ya da bir skandal olarak gördüler…”*

C.L. Strauss

Farklılık sadece farklı kültürler arasında değil, aynı kültürel bütünlük içindeki tabakalar, sınıflar, dinî ve mesleki gruplar şeklinde de karşımıza çıkabilir. O yüzden kültürel çeşitlilik durağan değil, dinamik bir kavramdır.

“İnsanlık, kabilenin, dil birliği olan topluluğun, hatta bazen köyün sınırlarında biter; öyle ki, ilkel diye adlandırılan büyük toplulukların çoğu, onlara göre tümüyle ‘kötüler’, ‘reziller’, ‘yer maymunları’, ya da ‘bit yumurtaları’ndan oluşan diğer kabile, topluluk ve köylerinden insanlığın -ya da doğanın- erdemlerini paylaşmadıklarını varsayarken, kendilerini ‘insanlar’ (hatta bazen) -hafifçe fısıldayalım ki- ‘iyiler’, ‘mükemmeller’, ‘kusursuzlar’) anlamına gelen bir adla tanımlamışlardır” (Strauss, 2020: 27).

Bu sadece insan ve toplum hayatında değil aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin yer aldığı canlılar dünyasında da böyledir. Orada da genetik ve epigenetik iç içe, yan yanadır. Orada da medeniyetin anası sayılabilecek kurucu mahsullerden buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut ve burçak artan etkin sulamayla birlikte taşıdığı protein miktarını nişastayla ikame ederek bambaşka hale geçti. Kalp krizinin ilk nedenlerinden biri olan obezitenin ilk nüveleri pekâlâ burada, söz konusu mahsullerdeki nişasta oranındaki artmada aranabilir. Benzeri, yabani sığırların ilk evcilleştirildiği yer olan Çatalhöyük’teki hayvanlarda yaşandı. Onlar da zamanla saldırganlık ve dayanıklıklarını kaybettiler.

Demek ki türlerin içerik ve şekillerinde oluşan değişimler yaratılışa ilişkin iyi veya kötü şeklindeki sabit bir veri veya ontoloji değil, daha çok zaman içinde insanın kendisi de dâhil her şeyin değiştiği bir süreçtir. İnsan türünün anatomi ve morfolojisi de öyle. Orası da sürekli değişim içinde kaynayan bir kazan.

Irk Kültürün Neresinde?

İnsanların beklemedikleri bir durumla karşılaştıklarında verdikleri ilk tepki, yadsıma ve reddiyedir. Bu sadece inanç, davranış, yaşam ve düşünce biçimlerindeki farklılıklar karşısında değil, morfolojik çeşitlilikler karşısında da böyledir ve bu tür durumlarla karşılaşılınca bu bizden değil, buna izin verilmemeliydi vb. türünden bir irkilme, ürperti, tiksinti, korku veya nadiren de olsa bir hayranlık hissiyle karşı karşıya gelinir.

Bu, ilk insandan beri böyledir. Orada da ormana ilişkin anlamına gelen “yaban” sözcüğü insan kültürünün karşıtı olan hayvansı anlamında kullanılmıştır. Yaban, yabancı ve öteki de buradan türetilmiş olarak bizim gibi olmayana ilişkin bu aykırılığı ifade etmiştir. Tıpkı ana karnından dünya evine düşen insanoğlunun dramı gibidir sosyalleşme süreçlerinde yaşanan da. Ne demişti Yunus:

“Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül

Vatanumdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül

Ağzıma emcek virdiler nefs kabzına düştü gönül

…”

Sonra ne oldu dersiniz? Ne olacak, “akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düştü gönül” der Büyük Yunus. Dahası da vardır: “Güzeller katında biter sevi-sevüye düştü gönül”. Yunus’un imgeli biçimde anlattığı bu süreçler teneşirde sona erer. Fakat burada önemli olan bir yabandan başka bir yabana giden gönlün serüvenleridir. Halden hale giren bu nesne, gönül denilen şey aslında İbn Sina gibi filozofların Yunan kaynaklarından mülhem olarak “Nefs-i natıka” diye tesmiye ettikleri insandan başkası değildir.

Toplum da öyledir. O da kolektif bir nefs-i natıkadır. O da halden hale geçer. O da her hal ve durumda bir kendilik ve yabanıllık aşamasına ulaşır. Bir an gelir yaban olan tanış olur, bir dem de gelir tanış olunan benlik olur, kimliğin kendisi haline gelir. Bunların hepsi birer süreç olarak canlı organizmanın an-be-an değişen halleri, dur durak bilmeyen yol izleri ve onların hatıralarını taşır.

Kimlik böyle, ırk böyle, ulus böyle, kültür böyle, ortak hafıza böyledir. İşte tam da bu yüzden ırk dediğimiz şey kültür ve kültürlenmenin tam içinde, merkezindedir. Varlıkta saf bir şey olmadığı gibi yabancı bir şey de yoktur. Kendi dışındaki her benzemezi bir sapma ve skandal olarak görme, insanın zindanı; bir tür tecrit ve ebedi mahkûmiyettir.

Dahası, bu tarz bir durum insanın kendi içindeki hareketini durdurma, hayatın dinamizmini kesintiye uğratmadır. Oysa hayat akmaya devam etmekte, istesek de istemsek de çevresiyle alışverişini sürdürmektedir. Asıl dediğimiz şey, o aslın içine başka asılları da alarak yoluna devam etmekte ve tıpkı doğada olduğu gibi bir ileri bir geri zikzaklar çizerek ilerlemektedir.

O yüzden belli bir “asl’a” tapınma ve onu yüceltme, tanım gereği anlamsızdır.

Ya Biyolojik Mirasın Dışı?

Biyolojik miras kültürün kendisiyse onun dışı nedir ki? O da tıpkı biyolojik miras gibi hem odur hem değildir. Orada da hem canlı organizmanın genetik yollardan aktardığı tabii süreçler hem de dille aktarılan kültürel süreçler etkin ve faaldir. Burada hangisi hangisinin nedeni veya sonucudur gibi gereksiz bir tartışmaya girmek yerine, her ikisi de her yerde ve her zaman birbirinin mütemmim cüzleridir demek daha doğru olur. Çünkü burada da kesin hatlarla çizilmiş sınırlar yerine henüz künhüne varamadığımız birçok kör nokta, geçişli alanlar olduğu söylenebilir.

İnsiyak, içgüdü veya daha iyimser bir tabirle alışkanlık ya da dünya görüşü veyahut zihniyet diye adlandırılan biyolojik mirasın dışındaki davranış biçimleri ve kültürel birikim ise her zaman doğrusal bir şekilde akan nehir sularının birikmesi veya aynı şekilde merdiveni basamak basamak çıkma olarak değil, masa üzerine atılan zarların rastlantısal şekilde dağılması gibi tesadüfi bir şekilde bir araya gelebilir. Ve bütün bunlar sadece birikme olarak değil sıçrama ve sapma olarak yoluna devam eden süreçler olabilir.

Ve adına her ne denirse densin ilerleme, birikim, sapma veya sıçrama sadece bir uygarlık birimi ve coğrafyaya ait süreçler de değildir. M.Ö. 20.000 yıldan önce, son buzullar sayesinde Bering Boğazı’ndan geçerek Amerika’ya giden atalarımızın ürettiği kültür dâhil bütün kültürler ilk karşılaştıklarında her ne kadar birbirilerine karşı irkinti duysalar ve birbirlerini vahşi veya barbar diye nitelendirseler de “sıfırı” ilk bulanların, Avrupalıların vahşi diye tesmiye ettiği bu uygarlıklar olması tuhaf bir ironi gibi geliyor. Eski dünyada ilk olarak Hint, oradan da Araplar vasıtasıyla Avrupa’ya ulaşan bu bilgi, Hint’ten en az 500 yıl önce Mayalar tarafından zaten biliniyordu.

Benzer şeyler kendi tarihî düzenliliklerine aykırı biçimde gelişen uygarlıklara karşı gösterilen tepkilerde de gözlenebilir. Oysa her kültür ve o kültürün insanı doğduğu günden beri bilinçli ya da bilinçsiz olarak çevrenin kendisine dayattığı birtakım değer yargıları, güdülenme ve ilgi merkezlerine dayanarak davranışlarını belirler. Bunun tam karşıtı bambaşka bir referans setine göre kurgulanmış kültürel bir evrenle karşılaşınca da büsbütün kör ve sağır kesilir ve oradaki davranış kalıplarını belli bir yere oturtamaz.

Farklı bir dönence ve iklime girmiş gibi kendini yabanıl bir ortamda hisseden kişi için muhatap olduğu yeni dünya pek tabii ki yabani ve vahşidir. Bugün Batılı birçok düşünür için tanıdık gelen çoğu kavramın İslam Uygarlığının zafer yıllarında aşinası olduğu kavramlar olduğunu söylemek çoğu kişiye şaşırtıcı gelse de durum sahiden de öyledir. Sosyal devlet, kardeşlik, piyasa, kâr, kâr maksimizasyonu, bölüşüm, kamu maliyesi, kredi, çek vs. gibi birçok çağdaş kavrama o neslin insanları zaten aşina idi.

Bunları söylemekteki amacım kültürel üstünlük, gerilik veya ilerilik kavramlarının hiç de esaslı bir nedene dayanmadığını göstermek amacını taşıyor. Aynı şey neolitik devrim konusunda söylenebileceği gibi diğer teknik gelişmeler konusunda da söylenebilir. Orada da kimin kime üstün veya ileri olduğunu söyleyebilecek yeterli kanıtlara sahip değiliz.

Ahlak ve erdemin kendisi bile tartışmalı kavramlardır. Romalılarda erdem olan kavramlar Hristiyanlıkla bir anda çöp haline gelmiştir. Bugün kapitalizmin yücelttiği çoğu kavram Doğu kültürleri ve dinlerinin hemen hemen hepsi için değersiz birer ciladan ibarettir.

Üstünlüğün Sonu

Kitap “üstünlük ancak takva” ile demişti. Takva, yani ahlak ve erdeme dair üretilen katma değer, yani hayatı kolaylaştırma, insanlara faydalı olma ve onların onurunu koruma. Ne demişti filozof: “Mutlak yalıtım indirgenemez, çoğulculuk yasadır.” Evet, her şey her şeye indirgenip tek bir öze, ilkel bir çekirdeğe ulaşılamaz.

Kaldı ki zihnin akletme, kavrama, analiz etme, karşılaştırma, sentezleme vs. gibi rasyonel yönü olduğu gibi özlemleri, güzellikleri, acıları, renk ve sesleri algılayan ve adına duygu dediğimiz estetik yönleri olabileceği gibi ahde vefa, merhamet, sevgi, saygı, kadirşinaslık vs. gibi ahlaki yönleri de vardır ve beyin korteksi bunlardan her biri için binlerce sinir ucu ve algılama hücresine sahiptir.

Bunlar da değer gördükleri ve işlendikleri ölçüde incelir, gelişir ve kendini sanat ve edebi eserler halinde dışa vurur. Bunun aksi her şeyin istatistik bir değer haline getirildiği içerik ve anlamdan yoksun vahşi bir cangıl, en ilkel güdülerin her şeyi boğduğu korkunç bir uğultular ormanıdır. Bir de bu ilkel güdüler, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş derecede gelişmiş devlet erkini arkasına almışsa işler çok daha başka olur. Nazi Almanya’sının işlediği toplu cinayetlerle Stalin Rusya’sının devlet terörüne kurban ettiği milyonlar böyledir.

Benzeri bugün antidemokratik baskıcı rejimlerle İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlarda kendini gösteriyor. Her ikisinde de ölçüsüz kamu gücü savunmasız siviller üzerine boca ediliyor. Zihnin estetik ve ahlaki alanlarını askıya alan ve onun sadece gazap, intikam, ihtiras, gurur, hükmetme, kazanma, biriktirme, ölçme, biçme, sayma, tartma, bölme ve nihayet bunların hepsiyle övünme şeklindeki sürümleri, pek tabii ki ilgi ve kaynaklarını bu alana, insanın ilkel güdülerinden oluşan bu alan aktaracak ve başkalarıyla kurduğu ilişkileri de bu bağlamda ele alacaktır.

Bunun zarfı bazen ulus, bazen ulusal tarih, bazen de şu ya da bu ilkel komünün sembolik şekilleri olsa da kökleri ve içeriği bilinçdışının çamur seli halindeki çağrılarıyla şekillenir. Bu alanın kaynağı arkaik bataklıklarla karanlık ormanlar içindeki imgeler ve onların çağrışımlarıyla kirli vahşi bir alandır. Çağrı ve saldırı oradan kalbimize, medeniyetimizin merkezine ve bütün ahlaki değerlere doğru ilerliyor.

Post-gerçeklik diye adlandırılan bu çağ, adı konmasa bile o dönemlere, ilkel dönemlere yapılan çağrıyla demokrasimizi, medeniyetimizi ve insanlığın ürettiği ne varsa hepsini yok etmeye aday gibi gözüküyor. Bugün ABD’de bütün ahlaksızlığına rağmen yükselen siyasi bir figür olarak Trump, tam da bunu, gücünü ilkel yanımızdan alan bu eğilimi temsil ediyor. Aynı şekilde onun benzeri bölgeci, popülist ve ırkçı ne kadar lider varsa hepsi de aynı eğilimin farklı kültürlerdeki farklı versiyonları olarak görülebilir.

İçine girdiğimiz çağ böyle bir çağ, paganlar çağına bir özenti.

__

*Strauss, C.L. (2020), Irk, Tarih ve Kültür, (çev.) Haldun Bayrı ve diğ., Metis Yayınları, İstanbul, s. 26.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ABDULKADİR İLGEN

Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze “devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi: İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır.

TÜM YAZILARI

ABDULKADİR İLGEN

Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Akademisinden 1988 yılında mezun oldu. 1994 yılında Dumlupınar Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü İktisat Tarihi Bilim Dalına araştırma görevlisi olarak atandı. 1998 yılında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsünde doktora programını tamamladı. Çeşitli akademik ve idari görevlerde bulunan Prof. Dr. Abdülkadir İlgen, 2017 yılında emekli oldu. Akademik çalışmalarında “iktisadî zihniyet” üzerinde yoğunlaştı. XIX. Yüzyıldan günümüze “devlet dışı modernleşme”, tarihte Asya ekonomileri ve Türkistan iktisat tarihi üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Aynı zamanda Türk Yurdu ve Türkiye Günlüğü gibi dergilerde yazılar yazmakta olan İlgen’in “Türk Modernleşmesi: İktisat, Tarih, Zihniyet”, “1921 Sanayi sayımları” ve “Gelenek ve Modernleşme Arasında Bir Kavram: Milliyetçilik” isimli üç de kitabı yayımlanmıştır.

TÜM YAZILARI

ÜYE OLUN

İLGİLİ YAZILAR

The post Irk ve Kültür appeared first on PERSPEKTİF.

QOSHE - Irk ve Kültür - Abdulkadir İlgen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Irk ve Kültür

12 0
04.03.2024
TOPLUM

Irk dediğimiz şey kültür ve kültürlenmenin tam içinde, merkezindedir. Varlıkta saf bir şey olmadığı gibi yabancı bir şey de yoktur. Kendi dışındaki her benzemezi bir sapma ve skandal olarak görme, insanın zindanı; bir tür tecrit ve ebedi mahkûmiyettir.

  • ABDULKADİR İLGEN
  • 4 Mart 2024

“İnsanlar çeşitliliği daha çok bir yaratılış aykırılığı

ya da bir skandal olarak gördüler…”*

C.L. Strauss

Farklılık sadece farklı kültürler arasında değil, aynı kültürel bütünlük içindeki tabakalar, sınıflar, dinî ve mesleki gruplar şeklinde de karşımıza çıkabilir. O yüzden kültürel çeşitlilik durağan değil, dinamik bir kavramdır.

“İnsanlık, kabilenin, dil birliği olan topluluğun, hatta bazen köyün sınırlarında biter; öyle ki, ilkel diye adlandırılan büyük toplulukların çoğu, onlara göre tümüyle ‘kötüler’, ‘reziller’, ‘yer maymunları’, ya da ‘bit yumurtaları’ndan oluşan diğer kabile, topluluk ve köylerinden insanlığın -ya da doğanın- erdemlerini paylaşmadıklarını varsayarken, kendilerini ‘insanlar’ (hatta bazen) -hafifçe fısıldayalım ki- ‘iyiler’, ‘mükemmeller’, ‘kusursuzlar’) anlamına gelen bir adla tanımlamışlardır” (Strauss, 2020: 27).

Bu sadece insan ve toplum hayatında değil aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin yer aldığı canlılar dünyasında da böyledir. Orada da genetik ve epigenetik iç içe, yan yanadır. Orada da medeniyetin anası sayılabilecek kurucu mahsullerden buğday, arpa, mercimek, bezelye, nohut ve burçak artan etkin sulamayla birlikte taşıdığı protein miktarını nişastayla ikame ederek bambaşka hale geçti. Kalp krizinin ilk nedenlerinden biri olan obezitenin ilk nüveleri pekâlâ burada, söz konusu mahsullerdeki nişasta oranındaki artmada aranabilir. Benzeri, yabani sığırların ilk evcilleştirildiği yer olan Çatalhöyük’teki hayvanlarda yaşandı. Onlar da zamanla saldırganlık ve dayanıklıklarını kaybettiler.

Demek ki türlerin içerik ve şekillerinde oluşan değişimler yaratılışa ilişkin iyi veya kötü şeklindeki sabit bir veri veya ontoloji değil, daha çok zaman içinde insanın kendisi de dâhil her şeyin değiştiği bir süreçtir. İnsan türünün anatomi ve morfolojisi de öyle. Orası da sürekli değişim içinde kaynayan bir kazan.

Irk Kültürün Neresinde?

İnsanların beklemedikleri bir durumla karşılaştıklarında verdikleri ilk tepki, yadsıma ve reddiyedir. Bu sadece inanç, davranış, yaşam ve düşünce biçimlerindeki farklılıklar karşısında değil, morfolojik çeşitlilikler karşısında da böyledir ve bu tür durumlarla karşılaşılınca bu bizden değil, buna izin verilmemeliydi vb. türünden bir irkilme, ürperti, tiksinti, korku veya nadiren de olsa bir hayranlık hissiyle karşı karşıya gelinir.

Bu, ilk insandan beri böyledir. Orada da ormana ilişkin anlamına gelen “yaban” sözcüğü insan kültürünün karşıtı olan hayvansı anlamında kullanılmıştır. Yaban, yabancı ve öteki de buradan türetilmiş olarak bizim gibi olmayana ilişkin bu aykırılığı ifade etmiştir. Tıpkı ana karnından dünya evine düşen insanoğlunun dramı gibidir sosyalleşme süreçlerinde yaşanan da. Ne demişti Yunus:

“Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül

Vatanumdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül

Ağzıma emcek virdiler nefs kabzına düştü gönül

…”

Sonra ne oldu dersiniz? Ne olacak, “akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düştü gönül” der Büyük Yunus. Dahası da vardır: “Güzeller katında biter sevi-sevüye düştü gönül”. Yunus’un imgeli biçimde anlattığı bu süreçler teneşirde sona erer. Fakat burada önemli olan bir yabandan başka bir yabana giden gönlün serüvenleridir. Halden hale giren bu nesne, gönül denilen şey aslında İbn Sina gibi filozofların Yunan kaynaklarından mülhem olarak “Nefs-i natıka” diye tesmiye ettikleri insandan başkası değildir.

Toplum da öyledir. O da kolektif bir nefs-i natıkadır. O da halden hale geçer. O da her hal ve durumda bir kendilik ve yabanıllık aşamasına ulaşır. Bir an gelir yaban olan tanış olur, bir dem de gelir tanış olunan benlik olur, kimliğin kendisi haline gelir. Bunların hepsi birer süreç olarak canlı organizmanın an-be-an değişen halleri, dur durak bilmeyen yol izleri ve onların hatıralarını taşır.

Kimlik böyle, ırk böyle, ulus böyle, kültür böyle, ortak hafıza böyledir. İşte tam da bu yüzden ırk dediğimiz şey kültür ve kültürlenmenin tam içinde, merkezindedir. Varlıkta saf bir şey olmadığı gibi yabancı bir şey de........

© Perspektif


Get it on Google Play