Mimar Şevki Balmumcu’yu bir de böyle dinleyin
Digitürk’te “Sanat Merkezleri – Hafıza Durakları: Ankara” belgeseline rastladığım gün, sıradan bir akşamın içinden tamamen başka bir yere geçeceğimi hiç tahmin etmezdim. Belgesel 2024 yılı yapımı. Yani yeni sayılır. Ekrandaki anlatımda Cumhuriyet’in ilk yılları, Ankara’nın kültür hamleleri, yeni kurulan devletin kendini dünyaya sunma çabası vardı. Ve o sırada bir isim belirdi: Şevki Balmumcu.
Benim büyük dayım.
Belgeselin sakin üslubu, tarihin fotoğraflarını arka arkaya dizer gibi ilerliyordu. Genç Cumhuriyet modern bir sergi yapısı arar, yarışma açılır, iki proje birinciliğe layık görülür: biri Paolo Vietti-Violi, biri de genç Türk Mimar Şevki Balmumcu.
Balmumcu’nun projesi daha ekonomik bulunduğu için uygulanır; 1933’te Sergi Evi açılır. Aerodinamik çizgileriyle dönemin modernliğini yakalayan yapı, Türkiye’nin dünyaya “Biz de varız” deme biçimlerinden biridir. Belgeselde mimarlar konuşuyor, dönemin hatıraları titizlikle sıralanıyor. Her şey olması gerektiği gibi, düzenli, dengeli, hafifçe nostaljik.
Ama benim içimde bir yer, belgeseli izlerken huzursuzca kıpırdadı. Çünkü bildiğim başka bir şey vardı: Bu hikâyenin o kadar da düz, o kadar da pürüzsüz ilerlemediğini aile hafızasından biliyordum.
BİR ÇİZGİ ROMAN
Belgeselin bıraktığı boşluğu çizgi roman— “Opera’nın Hayaleti”—doldurdu. Onur Kutluoğlu ve Umut Şumnu yazdılar. Onur Kutluoğlu çizdi. Ve animasyonu Kayahan Kaya yaptı. İmzalı çizgi romanı yollamışlardı bana. “Türkiye’nin ilk mimarlık tarihi grafik romanı olan Opera'nın Hayaleti ile Ankara Sergi Evi’nin Opera Binası’na dönüştürülme süreci, Şevki Balmumcu’nun hüzünlü yaşam öyküsüyle birlikte kurgulanarak yeniden yorumlanmış” özeti buydu.
Çizgi romanda Balmumcu’nun hayaleti yıllar sonra kendi binasına dönüyor; kapıdan girer girmez o tanıdık sitemli sesle karşılaşıyorsunuz: “Bu binayı iyi bilirdim… ya da bilirdim desem daha doğru olur.”
İşte belgeselde duyulmayan ses budur.
Bir insanın kendi eserine yabancılaşmasının sesi.
Belgeselde teknik bir kararla örülü dönüşüm süreci, çizgi romanda tam bir ruh kırılması olarak karşımıza çıkıyor. Paul Bonatz’ın binayı baştan aşağı değiştirişi, saat kulesinin yok edilişi, modern çizgilerin silinip yerine ağır bir klasik dilin yerleştirilmesi… Bütün bunlar belgeselde yalnızca mimari bir güncelleme gibi görünürken, çizgi romanda Balmumcu’nun mesleki kimliğinden kopuşunun başlangıcıdır.
Ve belki de en acı olanı şu: Tadilatı ona vereceklerini söyleyenler sözlerini tutmazlar, proje sessizce Bonatz’a geçer. Balmumcu’nun içindeki kırılmayı en iyi anlatan ayrıntı ise Bonatz’ın yaptığı o kaba benzetmedir. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e söylediği; “Beyefendi, beni çirkin bir kadın ile evlendirmeye çalışıyorsunuz”. Çizgi romanda yer alan bu söz…
Ardından gelen yıllar Balmumcu için kolay geçmez. Aile hikâyeleri burada devreye giriyor. Babamın (Doğan Koloğlu), amcamın (Orhan Koloğlu) aktardıkları: içine kapanmış, konuşmayan, kimseyi aramayan, bir bakıma kendi kırgınlığının içine gömülmüş bir mimar. Bazen Beyoğlu’nda karşılaşırlarmış; selam bile vermeden yürüyüp gitmiş. Kız kardeşi nenemi aramadığı, ailesiyle arasına mesafe koyduğu hep anlatılırdı. Nenem hiç bahsetmezdi. Galiba babam ile karşılaşıncı gülümsermiş. Geçmişteki anılar diyelim…
Çizgi romanda gördüğüm duyguyla aileden aktarılanlar, tıpkı iki parça bir yapbozun buluşması gibi üst üste oturdu.
Belgeselde Balmumcu tarihin sayfalarından geçen genç bir mimar olarak duruyor.
Çizgi romanda ise kendi binasının gölgesinde kaybolmuş bir insan.
Bu iki anlatı arasındaki farkı görünce insan şunu daha iyi anlıyor: Tarih hiçbir zaman tek bir sesle konuşmaz. Bir binanın mimari dönüşümü resmî kayıtlara girer ama o binanın bir mimarın hayatında açtığı yarayı sadece fısıltılar anlatır.
Opera binası bugün hâlâ ayakta. Kimi için Cumhuriyet modernizminin sembolü, kimi için işlev değiştirmiş bir yapı.
Ama benim için o bina artık bir........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein