ÖN YARGILARIN ESİRİ OL(MA)MAK
Ön yargı, insanların davranışlarını etkileyen faktörlerden biridir ve “Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak belirli şart, olay ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm, peşin fikir”leri ifade eder. [1] Bir başka deyişle önyargı, kanıta, herhangi bir bilgi ya da deneyime dayanmayan her türlü olumsuz “ön fikir” demektir. Bu ön fikrin de belli oranda kategorik düşünceden ve ipek böceği gibi tek kaynaktan beslenen kişilerde daha fazla görüldüğü; buna karşılık analitik düşünen ve her çiçeğe konarak polenlerini alıp bal yapan arı gibi olan kişilerde ise görülmediği ya da çok az görüldüğü müşahede edilmektedir. Bu nedenle ön yargı, toplumun belirli bir kesiminde kabul gören ve değiştirilmesi zor olan bir düşünce tarzı olarak bilinmektedir.
Bu düşünce tarzına göre yorum yapılan bir konu için tek düşünce geçerlidir ve başka düşüncelerin ise hiç bir önemi yoktur. Dolayısıyla ön yargıya dayalı bir düşünceyi ortadan kaldırmak, o kadar kolay değildir. Bu nedenledir ki Einstein, “İnsanların ön yargılarını parçalamak, bir atomu parçalamaktan daha zordur” deme ihtiyacını hissetmiştir. Zira ön yargının, tek doğrucu ve tekfir edici anlayışlara zemin hazırlayan ideolojik bir bakış açısını yansıttığı, dolayısıyla tefrikanın ve başkalarına karşı düşmanca tavırların oluşmasına katkı sağladığı da görülmektedir. Ön yargı ile anlam benzerliği olan ve birbirini tamamlayan diğer bir kavram da kalıp yargıdır. “Kalıp yargı, bir sosyal gruba karşı bazen ön yargıları besleyen, bazen de ön yargıdan beslenen kolektif inançlar”[2] olarak tanımlanmaktadır.
Ön yargılı, ya da kalıp yargılı insanlar, sahip oldukları fikir ve düşüncelerin doğruluğuna inansalar da, yeterince bir öz güvene sahip olmadıkları için farklı fikir ve düşüncelerin kendi fikir ve düşüncelerini sarsacağından da endişe duyarlar. Hatta bu endişe, kimi ön yargılı insanlarda korkuya sebep olur ve koruma içgüdülerini harekete geçirir. Bu nedenle “En iyi savunma taarruzdur” anlayışıyla kendi düşünce ve fikirlerini anlatan eserlerin dışındaki eserlerin okunmasına engel olurlar ve bunun için de ne yapılması gerekiyorsa, onu yapmaktan da geri durmazlar. Nitekim ön yargılı insanlarda reddetme, gurup ayırımcılığı yapama ve yeni fikir ve düşüncelere karşı hiçbir araştırma yapmadan karşı çıkma ve eski fikirleri savunmada direnç gösterme tavırlarının etkin olduğu görülür. Bu da okuma özürlü bir toplum yapısının oluşmasına önemli ölçüde katkı sunar. Orta okul öğretmenliğim sırasında yaşadığım bir anımı, bu konuda örnek olarak sunmak istiyorum:
“Okuma yerine dinlemeyi ve seyretmeyi severiz. Bunun için hemen hemen bütün ailelerde televizyon bulunduğu hâlde bir kitaplık yoktur. Az sayıda okuyanımız ise kategorik okumayı tercih eder. Kendi düşünce, inanç ve fikirlerinin dışındaki kitapları okumak istemezler. Geneli itibarıyla öğretmenler de okumazlar. Ya da sadece ders kitaplarını okurlar, bunun dışında genel kültürlerini artıracak, dinî, felsefi ve ilmî kitaplara da fazla iltifat etmezler. Görev yaptığım Orta okulun öğretmenleri de bu anlayışın dışında değildi. Çok az sayıda öğretmen okurdu. Hatta bazıları çok iyi okurdu. Bunlar arasında en çok okuyan da bir Almanca öğretmeniydi.
Öğretmenler odasına her girdiğimde onun mutlaka bir şeyler okuduğunu görürdüm.........
© Mir'at Haber
visit website