menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İsmail Fatih Ceylan yazdı | Tarihi sevdiren yazar: Yavuz Bahadıroğlu

18 1
07.12.2025

Ortaokul başlarında bir kitapçı dükkânına çırak girdiğimde çok sevinmiştim. Çünkü kitap okumayı çok seviyordum. Reşat Nuri Güntekin, Kemalettin Tuğcu, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi yazarları okuyordum, özellikle Reşat Nuri Güntekin’in neredeyse bütün kitaplarını satın almıştım para buldukça. Şimdi komşumuz Ahmet Bali’nin küçücük “Nur Kitabevi”nde hem kitap okuyacaktım, hem de haftalık harçlık alacaktım.

Gerçi yukarıda bahsettiğim yazarların kitapları çalıştığım kitapevinde yoktu ama yine de okuyabileceğim pek çok kitap vardı. Nur Kitabevi, iki-üç kişinin sığacağı kadar dar bir yerdi, fakat müşterisi bol hareketli dükkândı, ayrıca âdeta bir dergâh gibiydi. Kitapçı dükkânından çok, hoş sohbet insanların gelip gittiği bir mekândı. Gelenlerin çoğu Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı, Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanlarını, Said Nursi’nin kırmızı kaplı kitaplarını, ciltli ciltli başka dini kitapları alıyorlardı. Ayrıca Gizli İlimler gibi ilginç kitapların alıcısı da çoktu.

Sohbet için gelenler en çok Said Nursi’nin kitaplarından bahseder, bazen Tabiat Risalesi, Uhuvvet Risalesi, Birinci Söz, İhlas Risalesi gibi küçük kitaplarından bölümler okurlardı. Arada Kütahya’dan gelen Şerafettin Kartal isimli biri, çok güzel muhabbet ediyordu. Güler yüzü, tatlı dili insanı dinlettiriyordu. Bir de halıcı dükkânı olan Hamza Demir diye bir abi vardı, Risalelerden bahseden, sohbet eden.

O ortama alışmaya çalıştığım ilk günlerde kapaklarının güzelliğiyle ilgimi çeken Niyazi Birinci’nin çocuk kitaplarını okudum. Büyüklerinde okuyabileceği güzel hikâyelerdi her biri. Varvara, Yaramaz Piti, Şişko Tekin, Arslan Yürekli Memiş, Altın Yataklar, Papağan Nuri gibi Niyazi Birinci imzalı kitaplar, elimden düşmeyen kitaplar olmuştu.

Bir zaman sonra bir başka yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun Buhara Yanıyor adlı romanını keşfedip okumaya başladım. Zaten bu yazarın kitaplarının iyi bir alıcısı vardı. Elime aldığım andan itibaren de soluk soluğa okuyup bir çırpıda bitirdim kitabı. Çok akıcı bir üslubu vardı, sonuna kadar kitabı okutuyordu. Fakat üsluptan daha önemli olan işlediği konu ve konuyu ele alış biçimiydi.

Bir kere, tarihi romana benzemeyen bir tarihi romandı. Her yönüyle etkileniyordunuz; duygularınız ayağa kalkıyordu. Seviniyordunuz, üzülüyordunuz, ağlamak istiyordunuz. Ama dramatik roman sınıfına da girmiyordu. Bambaşka, kendine göre bir yol izlemişti yazar. Âdeta insanı her yönünden kuşatıyor, yüreğinden sarsıyordu.

Yeni bilgiler ediniyordunuz romandan. Yıllardır Türk hakanı diye bildiğimiz Cengiz Han, meğer ne kadar zalim ve putperest bir Moğol’du. Devrin en güçlü İslâm devletlerinden Harzemşahların yıkılış sebeplerini iliklerinizde hissediyordunuz. Yıkılan devleti toparlamaya çalışan Celaleddin Harşemşah ile romanın kahramanı komutan Temür Melik’in birlikte yaptığı mücadelenin ta içinde buluyordunuz kendinizi. Buhara ve Semerkant gibi devrin en mamur ve ilim beşiği şehirlerinin Moğallar tarafından yerler bir edilişine içtenlikle kahroluyordunuz. Camilerin yıkılması, kitapların yakılması, âlimlerin kellelerinin koparılması ve halkın katledilmesi, diri diri toprağa gömülmesi sanki gözlerimizin önünde oluyormuş gibi isyan ettiriyordu.

Yapılan zulme beddualar okuyordunuz. Alaüddin Muhammed Harzemşah’a kızıyordunuz. Annesi Türkan Hatun’dan ve hep ihanet eden Kıpçaklardan tiksiniyordunuz. Deli Derviş’in anlattıklarına ağzınız açık kalıyordu. Kendinizi Temür Melik’in yerine hemen koyuyor ve Celaleddin Harzemşah’ın başarılı olması için dualar ediyordunuz.

Harzemşahlar Devletinin, basiretsiz idareciler yüzünden Moğollara yenilmesi ve 1200’lü yıllarda tarihten silinmesiydi romanda anlatılan; fakat öyle bir anlatım ki, kendinizi tamamen oralarda hissediyordunuz.

En çok ilgimi çeken, Cengiz Han’ın yanında bazı Müslümanlar barındırması ve bu Müslümanlar vasıtasıyla diğer Müslüman devletleri ele geçirmesiydi. Cengiz Han’ın gücünden korkanlar, Cengiz Han’ın yanındaki Müslümanlara güveniyorlardı, ama feci akıbetten kurtulamıyorlardı. Diğer dikkati çeken husus da, Cengiz Han “ batıl inançlarına rağmen”, askerle aynı yemeği yeyip at koşturup, çadırda yatarken; İslam devletlerinin başında bulunan sultanlar, halktan kopuk yaşıyorlardı. Bu gibi yönleriyle roman, “nasıl olunması gerektiğini” gösteriyordu, dolayısıyla da “nasıl olunmaması gerektiğini.”

O günleri bizzat yaşıyormuşsunuz veya bugün o günler tekrar yaşanıyormuş gibi duyguya kapılıyordunuz. Günümüzün Cengiz Han’larını, günümüzdeki “Cengiz Han’ın Müslümanları”nı görüyor ve bir hasretle günümüzün Temür Melik’lerini arıyordunuz.

Bir tarihi romanın böylesine etkileyici olmasına hayret etmiştim. Bildiğimiz tarihi romanlara hiç benzemiyordu. Müthiş kahramanların yüzlerce kişiyi öldürmesi, fetihler yapması, her macerada Kral kızı, Hancı kızı fark etmeksizin epey kadın kurtarması, ya da hayran kadınların onlara âşık olması gibi yazılan tarihi romanlarla hiç ilgisi yoktu. Üslubu inanılmaz akıcıydı, soluk soluğa, heyecanla çeviriyordunuz sayfaları.

Buhara Yanıyor ve devamı Elveda Buhara’yı defalarca okuduktan sonra, bu kitapların yazarı Yavuz Bahadıroğlu’nun ne kadarı kitabı varsa defalarca okudum. En çok okunan ilk romanı Sunguroğlu kitabıydı. Orhan Gazi’nin akıncısı Sunguroğlu, bir Osmanlı akıncısında olması gerektiği gibi çeşme başında veya bir pınar başında abdest alıyor, bir ağacın altında namazını kılıyor, kadın kız işlerine dalmıyordu. İşte bu farklılık yüzünden, bütün dindar kesim gerçek kahraman gördükleri Sunguroğlu kitaplarını alıyor, hem kendisi okuyor, hem de çocuklarına okutuyordu. Tarihi romanların pek de revaç görmediği yıllarda, Yavuz Bahadıroğlu’nun tarihi romanları büyük ilgi görüyor, peynir ekmek gibi satılıyordu. Sunguroğlu’nun ikincisi olan Bizans Sarayları’nda romanındaki anlatıma hayran kalmış, ilk başlardaki köy ve doğa tasvirlerini çok beğenmiştim.

Bir gün Niyazi Birinci ile Yavuz Bahadıroğlu’nun aynı kişiler olduğunu öğrendim, şok oldum. Yavuz Bahadıroğlu, Niyazı Birinci’nin müstearıymış meğer. Oysa gerçek isim gibi güçlüydü bu müstear isim. Her iki ismin de pek çok kitabı vardı, nasıl bu kadar üretebiliyor diye hayret etmiştim.

Bir gün, İstanbul’da yaşayan arada gelip giden Ahmed Yaşar Gürsoy Abi, “Benimle İstanbul’a gelmek ister misin?” deyince, hem ilk kez İstanbul’a gideceğim için sevindiğimden, hem de uğrayacağımız Yeni Asya gazetesinde Veysel Akpınar, Şeref Baysal gibi birkaç isimle köşe yazarlığı yapan Yavuz Bahadıroğlu’nu görme ihtimali olduğundan kabul ettim.

İstanbul’a gelip Kadıköy’de bir evde misafir olduk. O gün sohbet........

© Medyascope