"Suphi'yi kim öldürdü?"
Dünya edebiyatında; yazılmış, basılmış, okuyucusuna ulaşmış hiçbir roman, yazarı için tam anlamıyla bitmiş bir roman değildir. “Don Kişot” da “Anna Karenina” da “Kayıp Zamanın İzinde” de “Parma Manastırı” da “Suç ve Ceza” da “Tutunamayanlar” da (listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz) tam anlamıyla bitmiş, müellifinin “tamam işte, yazmak istediğim roman bu işte” dediği romanlar değil. Hepsi yazarı için “eksik”, “yeniden yazsam böyle yazmazdım” dediği veya “şunları ekleseydim keşke” deyip arkasından hayıflanarak baktığı romanlardır. Hiçbir roman yazarının kafasında bitmez; coşkun nehirlere benzer iyi romanlar, durmadan akarlar.
Mesela editörünün, Marcel Proust’un elinden “Yitik Zamanı” zar zor kurtardığı söylenir. Yazar kitabıyla istemeden vedalaşmak zorunda kaldığında, roman elinden gidince yaşamanın anlamının da kalmadığına hükmedip kısa bir süre sonra kendisi de hayata veda etmiştir.
Bu yüzden bazı yazarlar, gözü arkasında kala kala “editörün merhametine” teslim ettiği romanlarına yeni baskılarında yeni şeyler eklemiş, bu durum da yıllar geçtikçe içinden çıkılmaz birtakım karışıklıklara yol açmıştır. Bunun en son örneğini bizde, Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” romanın KETEBE’de yapılan yeni baskısında hep birlikte gördük. Sonraki baskılarına yazarın eklediği şeyleri görmeyip ilk baskıyı esas alan yayıncılar, kırk beş yıldan beri Kemal Tahir’e “sansür” uyguladıkları suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar.
Bende Leyla Erbil’in, 1971 yılında Habora Yayınları arasında çıkan ilk romanı “Tuhaf Bir Kadın”dan iki adet var. Biri Cem Yayınevi tarafından 1980’de çıkmış 3. baskısı; öteki de İş Bankası Kültür Yayınları arasından çıkmış 2014 tarihli 3. baskısı. Geçenlerde kütüphanemde eşelenirken elime Cem Yayınevi arasında çıkan baskısı geçti. Biraz karıştırayım derken “Mustafa Suphi” diye bir ara başlıkla karşılaştım, ilgimi çekti, bir romanda ilk defa bu isimle karşılaşıyordum, kanepeye uzandım ve başladım kitabı okumaya.
Büyük bir hazla; telde yürüyen bir cambaz maharetiyle yazılmış metnin içinde zaman zaman kaybolarak, Türkçenin engin denizinde kulaç ata ata kitabın sonuna geldim kısa süre zarfında.
Anlattığı “tuhaf” kadın Nermin, genç bir yazarın doğuşunu muştuluyordu ki, fazlasıyla benziyor yaratıcısı Leyla Erbil’e. Roman, geleneksel roman kalıplarını bir hayli zorlamış, yazıldığı dönem itibariyle de bir hayli “cesur” bir roman olduğu muhakkak. “Kız”, “Baba”, “Ana” ve “Kadın” bölümlerine ayrıldığı için de ilk yayınladığı yıllarda pek roman muamelesi görmemiş, hikaye kitabı olarak telakki edilmiş daha çok edebiyat mahfillerinde.
Diğer bölümleri bir tarafa bırakalım, “Baba” bölümünde denizci Ahmet Kaptan’ın hikayesini anlatıyor Leyla Erbil bize. Çok uzun yıllar boyunca Karadeniz’de ve başka denizlerde kaptanlık yapmış olan Ahmet Kaptan’ın dilinden düşmeyen bir soru var, yıllar yılıdır aynı soruyu sorup duruyor durmadan:
“Suphi’yi kim öldürdü?”
Kaptan’ın bu sorusu vesileyle yazar bize 1921 yılının 28 Ocak’ını 29’a bağlayan gecesinde 14 yoldaşıyla birlikte Trabzon’da, Sovyetler Birliği’ne gönderilmek üzere sınır dışı edilirken bindirildikleri teknede, Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kâhya tarafından öldürülen TKP’li Mustafa Suphi hadisesini hatırlatıyor ve sık sık “Suphi’yi kim öldürdü?” sorusunu haykırıp duruyor metin içinde.
Sahi, Suphi’yi kim öldürdü?
Bu soru tam yüzyıllık bir sorudur ve hâlâ sorunun dört başı mamur bir cevabı bulunmuş değildir. “Kör kayıkçı” hariç, herkes cinayeti görmüştü oysa. Buna rağmen aydınlanmadı, herkesin bildiği failler hiçbir zaman mahkeme önüne çıkartılmadı. O günden bugüne hadise Mete Tunçay, Yavuz Aslan, Ahmet Kardam hariç yakın dönem tarihçilerin pek ilgisini çekmedi, edebiyatçılar pek bulaşmadı. Nazım Hikmet’in iki şiirine, Ruhi Su’nun bir türküsüne mevzu oldu; bunun dışında hadisenin arka planında yerel güç odaklarının, İttihatçı kalıntılarının ve Ankara hükümetine yakın bazı etkili şahsiyetlerin arasında vuku bulmuş bir hadise olarak “gizemini” bugüne kadar hep muhafaza etti.
Leyla Erbil’in romanı ister istemez beni hadisenin içine çekti. Nazım Hikmet’in;
“Göğsümde 15 yara var!
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak”
diye başlayan şiirini; Ruhi Su’nun 1980’li yılların o haki renge bürünmüş ilk yarısında teybin sesini kısarak dinlediğimiz;
“Hayali gönlümde yadigar kalan
Bir yanım deryada çalkanır şimdi
On beş mürşid ile boğulup ölen
Bir yanım deryada çalkanır şimdi”
diyen “15’lere Ağıt” türküsü kafamın içinde çınlayıp duruyor hâlâ. Ama Leyla Erbil, başı sonu belli bir hikaye anlatmıyor romanında. Cinayet; bastırılmış bir tarihin içinde sol hafızanın karanlık bahçesine terkedilmiş, o bahçeyi o zamana kadar pek ziyaret eden olmamış.
Mesela şu diyalog kimlerin arasında geçiyor belli değil romanda:
“-Suphi'den ne istediniz?- Onu öldüren sizsiniz, dedi adam- Doğudan kaçsaydı Kürtlerin üstüne atacaktınız.
-Yaa; bilemedimdi, gireyim de meclise beni de vurdurun size!
- Sakın Suphi'yi de öldürmesin Bolşevikler!” (s.91)
Veya şu diyalog:
“- Açık konuş, Suphi’yi sen mi öldürdün?- Şaşırmışsın sen! Ben o sıra değil miyim esir üserada?
- Her şeyi üseranın üstüne atma, doğruyu söyle bana.
- Bana bak, al aklını başına, bunca adam ölüyor, Romrom Anam ölüyor, babam ölüyor, anam ölüyor, oğlum ölüyor, Suphi’den ne bana! Onu bu milletin kollektif vicdanı öldürmüştür olsa olsa.
- Yalan, yalan, bu milletin kollektif vicdanı yoktur ki öldürsün Suphi’yi, bana bir tek suçlu gerek hem ki alayım hıncımı ondan.- Ben kurtarmışım elli üç can Sezainur vapuruna, Suphi senin neyin olur, ya bi de baa!
- Onu tanımıştım, onu getirmiştik Bahricedit’le Sinop’a, onunla yemiştik içyağına karalahana, rakı içmiştik. O, gözbebeği idi büyük emeğin o, onu biri, tek başına biri, sen öldürdün!- Hastir! İbretsiz deli!” (s.92)
Bir de Ahmet Kaptan’ın Suphi’nin “ölüm anını” anlattığı;
“(…) gemide kalan öteki on beş yolcuyla birlikte boğuluyor sonra. Seyrediyorum suyun onu yutmasını, batmayı boğulmayı, boğulmayı batmayı… Bu benim yaşadıklarım cabasıdır hoş yaşamanın. Bana mı öyle gelir........© Habertürk





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Rachel Marsden