Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz.

Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.

Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.

‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.

Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.

Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.

Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı ‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.

Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.

Rusya’da neredeyse her kapılı mekanda bulunan ‘vestiyer’ bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor. Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800 binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da ‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.

Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler, araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.

Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır. Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’ okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.

İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere, merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.

Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin büstleri masalarda oturanları çevreliyor.

Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı. Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer. Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok kitaplık bulunuyor.

*

Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.

QOSHE - Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa - Kavel Alpaslan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Toplumsal yaşamın kalbi Lenin Kütüphanesi'nde atarsa

42 1
27.04.2024

Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz.

Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14. yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir. Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki ‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.

Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim, bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz ‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de özetleyebilirsiniz.

‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.

Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da, Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor. Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer alıyor.

Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle dinleyecek olursak........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play