“Tarihten biliyoruz ki, sömürgecilik olaylarının çoğunun vardığı nokta, onursuzluk olmuştur: Fransızlar Cezayirlileri, İtalyanlar Libyalıları, Britanyalılar Hintlileri önce sultaları altına almışlar, sonra da terk etmişlerdir; benzeri politikaları Portekizliler, İspanyollar, Belçikalılar ve Hollandalılar da izlemişlerdir. Hâkim oldukları yerleri terk etmeyen ve apartheid uygulamalarında utanmazca ısrar eden beyaz Afrikalılar gibi ülkeler de nihâyet tarihin gücüyle süpürülüp atılmışlar ve ırkçı tutumlarına son verip, boyunduruk altında tuttukları insanların iradesine uymak durumunda kalmışlardır. Halbuki Siyonistlerin gücü hâlâ yerindedir. Yahudi toplumda Hıristiyan Filistinlilerin aynı derecede tarihsel bir gerçek olan varlıklarının bir İslam ya da Hıristiyan cumhuriyetine bahane oluşturabilmesi ölçüsünde, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının bahanesi işlevi görmüştür. Oysa Filistin (ister Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Müslüman olsun) Filistinlilere aittir.” [1]

Kişi sıkça sözcüklerin içindeki trajiği, artık şeylerdeki (Bu şeyler yıkımda yer alan veya sabah güneşinin duruluğunda olanlardır.) geri döndürülemeyecek olanı bulana kadar bir varlığın yitimini görecektir. Bu varlığın yitimi hiç ve hiç kabul etmeyeceğiz, ki o Filistin’dir. Dünyanın yükünün – Tiranların, faşistlerin, sömürgecilerin – omuzlarına bindiği ve onu yok etmeye çalıştığı bir zamanda Filistin’i düşünmemiz, onu ifadenin en güçlü yerine (yine ve yine konuşmak gereğine) yerleştirmemiz gerekir. Filistin’in gerçeğinin bizlerin gerçeği olduğu ifadesini unutmadan onunla şeyleri yaratmamızın başlangıç noktası olacağı açıktır. Bizler – Alımlayıcı ezilmiş Filistin’i görmelidir. – sözlerimizin dizginlerini tutamayacak noktadayız. Kelimeler, zamanın ifadesini herhangi bir kıyafet gibi üzerimize yerleştirdiğinde artık konuşulması gerekenin netliğiyle imleyeceklerimizin toplanması ânıdır, tam dünyanın ortasında veya ona şekil verirken. Faşist bir devletin katliamıyla ve tiranların, çağın kâbuslarının karşısında Filistin için söyleyeceklerimiz belki onun acılarını, trajedisini dindirmeyecek. Ancak Godard’ın Here and Elsewhere’de (1976) görüntü-imaj ifadeyle oynayışındaki bağlamla imlediği yerde söylediği gibi Sessizlik ölümcül olabilir. Hayatta kalabilmek için engellenmesi gerekir.” diyeceğiz ve söyleyeceklerimiz bundan hareketle oluşacak-tır. Bu yazının derdi Filistin’in derdinden başkası olmayacaktır, yani ‘yokluğun içinde bir var olanı’ ifade etmeye çalışacaktır. İfadeler, pozlar, sözcükler, imajlar tamamıyla Filistin’in yanındadır bizler için, çünkü Tarih’in yanında olmadığı tüm trajik-olaylar gibi bizler faşist rütbeleriyle yine aynı Tarih’i yazan tarafların karşısındayız. Bir kez daha belirterek, sözcükleri tüm tiranlara fırlatarak şunu dememiz gerekecektir: “Yaşasın Özgür Filistin.” [2]

The Dupes (Yön: Tewfik Saleh, 1972)

Arap sinematiğinde Filistin’in trajiğine bakan ilk filmlerden kabul edilen bu yaratının odağı, şeylerini şekillendiren yerde yaşamaya, ailelerini geçindirmeye çalışan üç kişinin yıkıcılığın içinde sürüklenişidir. Daha ilk plandan Abou Keïss ile (yaratıyı şekillendiren ve trajikleri birleştiren) bir çölün ortasındaki ölü kemiklerini bağlamına oturtan ve buradan güzel ağaçlı bir alana geçen yaratı, netliğini buradan gösterir. Bir hayâl olan, “Vaat Edilmiş Topraklar” Keïss’ı ve diğerlerini büyüleyen alandır. Bu yeni hayat istemi, fakirliğin ve umutsuzluğun içinde sürüklenenlerin yıkıcı gerçekliğiyle buluşur. Abou Keïss’ın yaşlılığı ve bitkin oluşunun diğer tarafında Assad siyasi bir aktivist olarak dikkat çeker. Yaratının merkezindeki ikinci kişi olan (anlatısal sıralamayla) Assad, yine Abou Keïss gibi Kuveyt’e giderek para kazanmaya, toparlanmaya çalışır. Üçüncü kişi olan Marwan (skaladaki yaş olarak en küçük kişi) evin geçimini sağlayan abisinin para göndermeyi kesmesi ve babasının ailesini terk etmesiyle okulunu bırakmak zorunda kalır ve Kuveyt için zorlu bir yolculuğa çıkan varlıkların başlangıcını oluşturur. Tevfik Salih’in üç kuşak karakteri birleştirerek, onları bu yıkıcı yolculuğa çıkarmasındaki ifade “artık geri dönülemeyecek ve yaşamaya çalışma(k) zorunda olanların” trajiğini de netleştirir. Varlıkların hedefleri, onların sırtına yüklenen “erkeklik” imleyişiyle kendilerini ve ailelerini geçindirmek çabasıdır. Bu çaba yolunda kaçakçı Aboul Kheizaran ile anlaşırlar ve Irak’dan Kuveyt’e yol alırlar. Bu yol, artık geri dönülemeyecek olan (Geri dönmek buradakinden daha trajikse eğer.) bir alana aittir. Gassan Kanafânî’nin “Güneşteki Adam” öyküsünden uyarlanan yaratının neredeyse tamamı Suriye’de çekildi ve Arap sinematiğinde uzun yıllar yasaklı kaldı. Şeylerdeki gerçekçi ifade (özellikle şiirsel ve duygusal imgeyle), katıksız bir sinematik görüntü ile [3] The Dupes (özgün adıyla ‘Al-Makhdūʿūn’) Ortadoğu sinematiğinin sosyal gerçekçi yaratıları arasında önemli bir yerdedir.

Wedding in Galilee (Yön: Michel Khleifi, 1987)

“Kendi payıma şunun altını çizmek isterim: Filistin davası haklı bir davaydı, ama bu kavga yanlış bir yolla sürdürülüyordu. Dünyaya kendimizden bahsettirmenin başka bir yolunu bulmak zorundaydık. Aynı zamanda, bütün dünyanın karşımızda yer aldığı ve Siyonistlerin her yere yayıldıkları gibi basitçi bir izlenimin kurbanıydık. Çocukluk günlerimden beri, sinema yoluyla anlatmayı düşündüğüm şeylerin merkezine hep bu meseleyi oturtmayı hayâl etmiştim. İsrail’in gücünün kaynağı, bizim zayıflığımız; fakat bizim zayıflığımızın kaynağı İsrail’in güçlü olması değil, tersine, Arap toplumunun kaldırıp atamadığı arkaik yapıları: kabilecilik, patriyarkalizm, din ve cemaat hayatı. Bu katı yapılar yüzünden ne insanlar bir birey olarak kendilerini ortaya koyabiliyorlar, ne de çocukların ve en önemlisi kadınların kendilerine özgü bir hakları oluyor.” [4]

Celile’deki bir Filistin köyünün muhtarı Abu ‘Adil, oğlunun “unutulmaz düğünü” için İsrail askeri valisinden izin almaya çalışır. Bu izinin nedeni uygulanan sokağa çıkma yasağıdır. Askeri valinin endişesi onu bir şartla düğünün yapılmasına getirir. Kendisinin de düğüne katılması gerekecektir, ki burada şeylerdeki gerginliğin (birleşmemeleri ve mesafelerini korumaları gereken iki kısmın) başlaması netleşir. Abu ‘Adil tarafında şeylerin trajiği artar. Erkek kardeşinin İsrail askerinin önerisini kabul eden abisine tepkisi sert olur ve onu “onursuzlukla” itham eder. Yine anlatının ifadesini şekillendiren olaylardan birinde Ziyad’ın önderliğindeki Filistin milliyetçilerinin İsrail askerlerine saldırı hazırlaması, bir düğün-alanın gergin pozlarını yaratır. Buradan hareketle artık sürekli diken üstünde olanların içine girer kamera. Muhtar oğlunun düğününün kusursuzluğuyla uğraşır, muhtarın eşi ve yaratının dinamiğini oluşturan / birleştiren kişi-si çarkın düzenli işleyişiyle uğraşır. Bir tarafta İsrail askerlerinin mekânı, düğün alanını çepeçevre incelemesi, diğer tarafta Filistinli milliyetçilerin saldırı hazırlığı vardır. Muhtarın kızı Sümeyye’nin keskin dişiliği ve sinik kişiliği de yaratının “kadın karakterlerinin” güçlü yazılmış olmasındaki bağlamı [5] ortaya çıkarır. Buraya kadar tüm karakter, yaratının ifadesi veya nereye ilerleyebileceği netleşmiş olur. Bundan sonrası dinamik-ritmi ya da Filistin trajiğinin nasıl anlatılacağıyla ilgilidir. Khleifi’nin kamerası bir kısrağın “kurtulması için silaha değil, barışa ve özgürlüğe” ihtiyacı olduğu gerçeğine yaslanır. Bu gerçeklik öyle yabana atılacak bir imge-ifade değildir. Faşist bir söylemle, devletle (Kabul edilmeyecek olan.) Filistin’in tarihine bir kez daha bakılır alegorik olarak. Filistin düğünün yarattığı özgür ortamda (Ona ait olan ve çalınmış olan.) kendiliğini görür. İsrailli askerler gergindir, her ne kadar “sıfır riskle” geldikleri bir yer olsa da diken üstündedirler. Evlenen çiftin trajiği de bir o kadar netleşir. Gerdek gecelerinin kanıtı olarak düğün ahâlisine gösterilecek çarşafı ver(e)meyen çift, yıkıcı olana karşı bilenir. Muhtarın oğlu ona yüklenen katlanılmaz yükle babaya saldırır. Gerçekteki kırılma için önemlidir bu, çünkü yazılmış olana karşı başkaldırı vardır. Hazırlığı yapılan saldırı muhtarın kardeşince püskürtülür, güneş ve kalabalıktan etkilenen bir kadın İsrail askeri, garip bir “erotik kokular” eşliğinde üniforma-giysi ikilemine girer. Çiftler, sembolik olan çarşafı verir. İsrail askerleri halkın ortasında üzerlerine kıyafetler, bohçalar atılarak uğurlanır (!) ve küçük çocuk gecenin karanlığında ağaç kovuğuna doğru koşar. Çok-yönlü anlatısı ve tekinsiz-gergin ritimle Wedding in Galilee (Özgün adıyla ‘Urs fi al-Jalil) (1987) Filistin sinematiği için özgün kalıplar, güçlü imgeler yaratır.

Chronicle of a Disappearance (Yön: Elia Suleiman, 1996)

Her şeyden önce kaybolmuş ve boşluğa doğru konuşan bir varlığın trajiğine bakmak gerekir. Süleyman’ın yaratısı “Yurtlarının Siyonist işgali altında olduğu koşullarda büyüyen Filistinliler kuşağının kopuk kopuk anılarından yapılmış çok başarılı bir anlatıdır. Geri dönüş fikrini yerle bir eden bir ‘geri dönüş’ün hikâyesidir.” [6] Bu kopuk-luk hâlinin, bir yerlerde ve özellikle kendinden olanda (kendi ülkesinde) kaybolma(k) hâlinin trajiği önemlidir. Uzunca bir dönüş hareketiyle uyuyan bir adamın yüzün(d)e çevreleyerek başlar film. İki bölüme ayrılan yaratının ilk kısmı “Nasıra – Kişisel Günlük” adındadır. Buradaki ses, sessizliğin üzerine kuruludur. Gündeliğin sıradanlığında Süleyman’ın teyzesinin akrabalarıyla yaşadıkları şeyleri dinleriz. Bu sıradanlıkta ve sessizlikte varlık yavaş yavaş kaybolur, bir hiçliğe doğru. Sözgelimi bir araba sahnesi vardır, ki yaratının karakteristik ironisini [7] açığa çıkarır. Defalarca tekrarlanacak bir “ertesi gün” ibaresinden sonra arkadaş iki kişi bir alana doğru araçlarıyla gelir. Araçlarından inerek kavgaya tutuşurlar ve çevredekilerin ayırmasıyla tekrar araçlarına binerek uzaklaşırlar. Bu yaratıyı okumak (Ya da üzerine düşünmek.) için önemlidir çünkü alandaki-gündelikle sıradanlıkla aynı paralelde bir ifadeyi göstermeye / bulmaya iter bizi. Kavganın kendisi ekrana yaklaşandır; aslında olan ise birleşmelere, bir politik yıkıcılığın karşısında birleşmeye bakmaktır. Bu bakış yine Süleyman sinematiğinde büyük bir sessizliğe bürünür. Sessizlik demişken, Süleyman’ın onun hakkında söyledikleriyle yazdıklarımıza bir süre ara vermekte fayda olabilir.

“Akademik olarak bilmediğim, kronolojik olarak bilmediğim şeyleri sessizlikte telafi ettim. Bugün bir ara, hayatımda kaç sessiz filmi izlediğimi hesaplamaya çalışıyordum… Görmeye ihtiyaç duymadığınız şeyleri genellikle zihninizden çıkarıp atarsınız. Fakat bu olayı bir takıntı hâline getirmiştim ben. Bardağı alıp yerine koyarsınız; bana bunda yanılsamaya yol açıcı bir boşluk olduğunu söylerseniz, ben de bazen bu boşluğun nerde olduğunu tutarlı bir biçimde anlamamın dahi mümkün olmadığı bir yerde duruyor olabilirim. O zaman kapıyı açmak ister, dışarıya çıkmanın sürekliliğini görmeyi arzularım. … Elbette size söyleyebileceğim şey, entelektüel bakımdan bu sessizliğin ölüme yakın durduğudur; belki de kendi payıma, gördüğüm her görüntüde bir ölüm bulunduğu şeklinde bilinçaltı bir yönelimim vardır. Bu mümkündür, potansiyel bir duruma işaret eder. Fakat sessizlikte de bir boşluk bulunur; üstelik bu sessizlikteki boşluk, bu boş mekân, boşluğu doldurma potansiyeliyle de yüklüdür -o zamanda boşluğun neyle doldurulacağı sorunu ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle, izleyiciye vaaz gibi gelebilecek çok fazla kirlenmiş kesinliklerden ya da konuşmalardan hep uzak durmuşumdur; seyirci bunu irdeleme, gösterilen şeyin üzerinde düşünme yeteneğine ya da rolüne sahiptir zaten, fiilen görüntüyü hangi mekânla dolduracağı ya da o görüntüye nasıl katılacağı konusunda kendi fikirlerini geliştirebilir pekalâ. Burada bir strateji aramayın. Ben bunun potansiyel bakımdan olabilme ihtimalinden bahsediyorum sadece. Bence, sessizlik de zamanın geçişinin geçmesine karşı bir direnme biçimidir, bir anlamıyla böyledir. Anlayacağınızı sanıyorum, sessizlik sizin şimdinizde kök salmıştır.” [8]

Doğal olarak güncenin, sıradanlıkta ve boşluğa kaçan ifadelerin birleştiği yerde Süleyman’ın kendisinin o anları, imgeleri slayt ile izlediği yerde güçlü bir poz vardır. Bu günce hâli, kaydedilmiş olanda, bir belgesel yaratıda gözükür. Babanın pozları, annenin ve akrabaların pozları, Süleyman ile babanın aynı karede oluşu. Bu slayt görüntülerden sonra tekrar yaratının başındaki ifadeye döneriz, öylece uyuyan babaya. Ve ikinci bölüm başlar, “Kudüs – Siyasi Günlük.” İkinci kısımda dinamik bir olay örgüsü ya da şeylerin çokluğuyla (Bölümler artar, çeşitlilik artar.) karşılaşırız. Süleyman Kudüs’te bir eve taşınır. Aynı paralelde – onu imleyerek – Adan adında bir genç kadın Arapça isminin söylenişindeki parodik ifadeyle zor da olsa ev kiralamaya çalışır. “Kendine daha fazla vakit ayırmak için” yeni eve taşınan Süleyman, uzun süreli sessiz bakışlarına devam eder. Yeni filmini konuşmak için gittiği toplantıda söz sırası ona geldiğinde mikrofon teknik bir problemle sürekli cızırdar ve bu süreksiz sürekliliğin içinde izleyiciler de yavaşça alanı terk eder. Adan’ın politik ifadesine yaklaşan Süleyman’ın kişiliği, Filistin politiğinin netliğinde bir “görünmez olana” dönüşmeye başlar. Bu görünmezlikte sadece “pijamalı bir adam” olarak bahsedilen Süleyman, trajikomik olayların içerisinde yer alır. Adan’ın polis telsiziyle onlarla alay edişinden Süleyman’ın ortadan kaybolmaya (Bunu özellikle istemesine gerek yoktur, çünkü zaten görünmezdir.) çalışır. Tüm bu olağan-olmayan-olağanlıklar içerisinde Süleyman tekrar yuvasına döner. Bir İsrail kanalının karşısında öylece oturan ailenin önündeki karanlıkta durur ve yaratı İsrail marşıyla sessizliğine (Sömürenin, katilin diliyle.) gömülür. Bu son karakteristik bir bozulma ifadesini de gösterir. Burada baskıcı olan sonu yaratan değildir, sonda yer alandır. Sıkça parçalanmış anlatı düzeni ve bağın, Filistin halkının hep orada, öylece duracağının ifadesiyle yaratının bütününü görmek [9] önemlidir. Sözün özü Chronicle of a Disappearance, sıkça farklı ve birbirine yakın olaylarla Filistin politiğinin varlığına, ajite ifadeden uzak ve sembolik olanla bakan güçlü bir yaratıdır.

Children of Shatila (Yön: Mai Masri, 1998)

Children of Shatila, İsrail’in Lübnan’ı işgali sonrası Filistinli mültecilerin olduğu Şatila kampındaki katliamından trajikleriyle birlikte kurtulan ve ailelerinin, sevdiklerinin katledilmesi sonrası yaşamaya çabalayan çocukların hikâyesidir. Bir video kamera yaratının içinde dolaşır, trajiklerini üstlerinden atmaya ve tutunmaya çalışanların ifadelerine odaklanır. Issa ve Farah’ın gözünden kampta yaşadıklarına, geçmişlerine, yıkıcı olana bakan yaratının ifadesindeki çarpıcılık, gerçek-olana yaklaşma şeklindedir. Buradaki hayâller, Farah’ın doktor olmak istemesindeki çarpıcı gerçekle (çocukların acı çekmesini istememesiyle) ve Issa’nın prens olmaktaki katıksız net-güçlü ifadesiyle görülür. Masri, video kamerasını çocuklara bırakır ve onlardan yaşadıklarını anlatmalarını bekler. Issa bir arabanın çarpması sonucu ağır bir rahatsızlık geçirir. Bu zorlukta yine de yaşamaya tutunmaya çalışmanın olağanüstü ifadesini gösterir izleyiciye. Durmaz, sürekli savaşır. İşten işe girer. Video kamera sıkça öznel ifadeye yakındır. Daha geniş kamerada birleşmeler, yaşamak istemekteki imge ekrandadır. Her türlü zorluğa rağmen çaba şeyleri toparlamaya çalışır.

“Lübnan’daki kamplarda da çocukların deneyimleri yıllar boyunca travmatik oldu. Kuşatmalara, katliamlara maruz kaldılar — 1982’deki Sabra ve Şatila katliamı vardı. Şatila’nın aynı zamanda Filistinlilerin çektiği acıların güçlü bir sembolü olduğunu düşünüyorum, ayrıca direnişin de çok güçlü bir sembolü olduğunu düşünüyorum çünkü en çok hedef alınan kamp oydu. Katliamı, kampın üç yıldır kuşatma altında olduğunu ve İsrail tarafından birden fazla kez yıkıldığını, parçalandığını anlattım. Filmdeki bu çocuklar Mona ve arkadaşları, 12-14 yaşları arasındaki bu genç Filistinli çocuklar, özellikle ebeveynlerinden birini veya her ikisini de İsrail bombardımanında veya kamp kuşatmasında kaybetmişler. Yani hepsi kaybetmeyi yaşadı. Filistin özelinde toplumun güçlü olması da önemlidir. Ortak bir kimliğin olması, Filistin’e ait olma duygusu, ortak siyasi mücadele de önemlidir. İnsanları bir arada tuttular ve ebeveynlerini, büyükanne ve büyükbabalarını ve akrabalarını kaybetmiş olsalar bile çocuklara yardım ettiler; bunu karşılayan bir topluluk duygusu vardı. Yani yaşlarından önce büyüyorlar. Tabii ki bunlara maruz kaldılar, sürekli sokaklardalar, evleri küçük, karanlık, nemli ve sıkışık sokaklar olduğundan kampta sürekli karşılaşıyorlar, konuşuyorlar, öğreniyorlar. Onlar çok zeki çocuklar. Bu kadar derin ve parlak olmaları, yaşlarına göre olgun olmaları ve politikayı bile anlayabilmeleri dikkat çekiciydi. Gerçekliklerini tanımlama biçimleriyle tam olarak neler yaşandığını anlıyorlardı. Ama aynı zamanda onlar çocuk, oldukça travmatik, birçok duygu var. Onları çekerken duyguları çok hamdı çünkü çok fazla acı çekmişlerdi. Bunu kabul ediyorlardı ama bu (onun) normal bir çocukluk olduğu anlamına gelmez.” [10]

Hayâl etmek, tüm bu trajiğe rağmen yaşamaya çalışmaktaki pür imge Children of Shatila’nın netliğidir. Ve Filistin’e dönmek umudun ifadesiyle yaratı sonlanır. Video kamerada gözüken yaşlı adamın çocuklara dediği gibi: “Filistin’i hiçbir zaman unutmayın. Bana söz verin.”

Salt of this Sea (Yön: Annemarie Jacir, 2008)

Soraya, Filistin asıllı bir Amerikalı olarak atalarının bir zamanlar yaşadığı topraklara geri döner. Geri dönüşündeki istem (ya da çağın varlıklarının sıkça kullandığı ve sevdiği bir kelimeyle belirtirsek eğer, motivasyon) ailenin trajiğini görmek, üzerine düşünmek ve bağlamını yaratmaktır. Daha yaratının başından bir gerçek-görüntü ile açılır film panzerler, yıkılan binalar, kaçmaya çalışanlar. Ülkeye girer girmez havaalanı kontrolünde yaşadığı politik problemin trajiği de şeylerin cabasıdır. Didik didik incelenir ve öfkesinin – yaratının çoğunu şekillendirecek olan – ifadesine yaklaşmaya başlar. Belki de bu öfke daha film başlamadan önce bile vardır. Buradan bir arkadaşının yanına Ramallah’a geçer. Büyükbabasının ölümünden sonra İngiliz Filistin Bankası’ndan onun hesabında kalan 15,572.16 doları almaya çalışır. Ancak ona İsrail kurulmadan önce tüm Filistin mevduatlarının silindiği (yok edildiği!) söylenir ve kısa süreli vizesi de problemleri artırır. Bunlara rağmen oradan ayrılmaya niyetli değildir, çabalar. Garson Emad’la tanışan Soraya’nın “sahip olunan gerçeği kazanma(k) çabası” hızlanır. Soraya, Emad’ın yanında garsonluk yapmaya başlar, ki bu iş kısa sürer. Artık tüm şeylerin tükendiği yerde, Soraya, Emad ve Marwan bankayı soymaya karar verirler. Soyduktan sonra da İsrail plakalı araçla bir geçiş noktasından ilerler. İsrail topraklarına (Filistinlileri katlederek alınan topraklar imleyişini gösterir buradaki açılar.) girişleri eğlenceli bir sekans izleniyormuş hissin, gösterir, ancak trajik ifade karşıt bir alanla daha nettir. Yeni bir yerde – eskinin ve yeninin sahibi olarak – Soraya artık atalarının topraklarındadır. Eski evlerini görmeye gittiğinde orada yaşayan Irit ile karşılaşırlar. Sıradan bir tanışma durumunu, hatta karşısındakinin sıcakkanlı konukseverliğini bozan Soraya’nın tavrı olur. Tarihin doğru tarafında olsa da öfkeli ve sert kişiliğiyle şeylerdeki yıkıcılığı artırır ve oradan uzaklaşması gerekir. [11] Dawayima’ya (Amatzya)’ya geçen Emad ve Soraya, burada filizlenen aşklarının, tarihlerinin içindeki ifadeyle birleşmesini görürler. Bu kaçış hâli, trajiğini bilen varlıklar için sonsuz değildir. Polis tarafından yakalandıklarında da artık şeylerin bitişi başlar. İfadeleri topladığımızda dışarıdan gelen varlığın (Belki de Yabancı’nın bakışıdır bu.) ailesinin trajiğinin üzerine gitmesi ve bu “gerçekleşmesi hayâl” olarak çizilecek bir yaratının seyrinin romantik olana dönmesiyle şeylerdeki politiğin azalmasıyla netleşmeyi sağlarız. Dizginlenemeyen öfke, tarihin doğru tarafı için önemlidir ancak şeyler, gerçekliğin yanındadır. Ve gerçekler çokça çetindir.

The Time That Remains (Yön: Elia Suleiman, 2009)

Nasıra kayıtsız şartsız İsrail ordusuna teslim olmuştur. Arap şehirlerinden gelen tüm savaşçılar orduya teslim edilecektir. (…) Herhangi bir kural ihlalinde, saldırganı öldürme yetkisi sadece ve sadece ordu komutanına âittir. Sivil olaylarda yetki Belediye Başkanı’nda olacaktır. Fakat neyin sivil neyin ordu işi olduğu konusunda tek karar yetkisi orduya âittir.”

Onurlu bir adamın iki gayesi vardır: Savaşarak ölmek ya da zafer kazanmak. Kendi toprağımızda saygı görmediğimiz bir hayat istemiyoruz. Eğer bizim sözlerimiz dünya üzerinde yankılanmıyorsa, ruhumu avucuma alıp ölüp kuyusuna kendim atlayacağım. Kardeşlerinin yüreğine huzur veren bir yaşam mı? Yoksa düşmanlarının yüreğine işkence eden bir yaşam mı?

Hey çocuk. Bir Vatan versene.

—Vatan kalmamış, sadece Arap gazeteleri var. (Çocuk gazeteyi verir ve uzaklaşır.)

—Bütün Araplar bedava. (filmdeki konuşmalardan)

Neredeyim ben?” in trajiğiyle, imlediği söylemin başı, sonu, ortası ve tamamı olan yaratının odağı, yarı-otobiyografik bir dönem anlatıdır. 1948’den 70’lere, 80’lerin ortasından şimdiki zamana, yani Süleyman’ın konuştuğu zamana doğru gelir film. Ülkelerinin kontrolünü düşmana bırakmak istemeyen genç devrimcilerin, Fuad eksenindeki çabasıyla yaratının dönemsel bağlamı ekrana gelir. Bir sessizliğin, “tüm ulusun sessizliğinin metaforuna dönüştüğü yerde” Süleyman sinematiğinin güçlü yaratılarından birine baktığını bilmelidir alımlayıcı. Özgürlük için savaşılan yerde, yıkımını bilen varlıkların trajiğidir buradaki. Gözleri bağlanır ve uçurumdan atılır. Zaman ilerlemeye başlar. Bu sefer, 70’lerdeyizdir. Süleyman, baba ve anne yemek masasındadırlar ve o dönemi şekillendiren (anlatısal olarak) absürt olay-lar ortama gelir. Bir komşunun, artık şeylerin hiçbir önemi kalmadığı yerde sürekli kendini yakmaya çalışması, güçlü bir alegorik ifadeyi de imler. Sürekli ve sürekli, aynıdan aynıya giden bir hayatta yine ve yine devam etmek gereğidir. İsrailci politikte bir okula bakarız, bir öğrencinin (mutlak olarak azınlık kabul edilen) “Amerika’nın emperyalist bir devlet olduğunu dile getirmesi” okulun görevlilerince hoş karşılanmaz ve bu sahne, filmin posteri de olur. Baba arkadaşıyla gecenin soğuğunda balık tutmaya gider, çocuk yani Süleyman sıkça sessizdir. Günler geçer, şeyler sıradanlaşır. İsrail polisiyle Filistinliler çatışır, balkon açının tamamında yer alır. Şeyler uzaktan izlenir, trajik çokça yakındadır. Süleyman evine döner, karanlığın içindedir (Chronicle of Disappearance’in son sahnesini hatırlayalım.) Sürgününü bitmiştir ve annesiyle, sessizliklerini sürdürür. Annenin şekeri artar, Süleyman orta açıda hem şehri hem de onu izler. Bir partiden sonrasına kesilen sahne Süleyman elindeki sırıkla duvarın üzerinden atlar ve şeylerin başına döner. Issız bir yer, uyuyan bir şoför ve sessizlik. Annesini hastanede ziyaret eder, ses-sizlik konuşur ve hastanenin girişini izleyen kamera, metaforik bir imgeyle yani hâlâ-ve-hâlâ yaşanıyor olmanın gerçekliğine işaret eder. “Komedinin [ifadenin] beraberinde gittikçe tırmanan, artan şefkat ve melankoli(k) gizlice içeri süzülür ve sonunda belli / belirli [olan] umut kaybolur.” [12]

200 Meters (Yön: Ameen Nayfeh, 2020)

Büyük bir habishanedeyiz.

Hapishane. (filmdeki konuşmalardan)

Adının imlediği yıkıcı alanda 200 Meters, ailesi duvarın öbür tarafında yaşayan – ve onunla aynı çizgide, doğrultuda – Mustafa’nın Filistin politiği içindeki trajiğidir. İnşaat işçisi olan Mustafa, ailesinin İsrail pasaportuyla duvarın öbür tarafında yaşayabilecekken bunu onuru için (Ya da erk-ek-lik için.) kabul etmez. Kendi kimliğini korumak ve leke sürdürmemek için şeylere katlanan Mustafa’nın kaçınılmaz ifadesi, sınırdan geçemeyeceği bir günden sonra oğluna arabanın çarptığını öğrendiğinde yıkıcı bir duruma yaklaşır. Sınırdan kaçak geçmenin peşine düşen Mustafa, yaratının neredeyse tamamını şekillendirecek uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta sınır kontrollerinden, muhtemel tehlikelerden kaçmaya çalışır. Servisteki yabancı (Alman olarak tanıtılır ancak yaratının sonunda çatışmanın ortasındaki kimlikten olduğu anlaşılır.) Anne ile kaotik bir birleşmeye ilerleyen Mustafa’nın ailesini görmek için harcadığı çaba, Filistin politiğinin (azınlıklaştırılan, ötekileştirilen) gerçeğini tekrardan görmesini sağlar. Şeyler tekrar normale döndüğünde (Yani yaratının başındaki normal olana, gerçeğin normal olmayanına. [13]) Batı Şeria’da birbirlerine bakan iki evin gerçeği (Yine-ve-yine devam edecek.) sürmeye devam eder.

Bonus Olarak Bir Film: Here and Elsewhere (Yön’ler: Jean-Luc Godard, Anne-Marie Miéville ve Jean-Pierre Gorin, 1976)

Bizler de diğer herkes gibi onlar hakkında bir şeyler söyledik. Onların dediklerinden farklı şeyler. Gözüken o ki, görmeyi ve işitmeyi pek bilmiyoruz. Veya sesler o kadar yüksek ki gerçekliği kapatır durumdalar. Başka yerde anlamaktansa, burada görmeyi öğren. Diğerlerinin ne yaptığını izlemektense, konuşmalarını anlamayı öğren. Diğerleri, bizim ‘buradamızın’ ‘başka yerinde’ olanlar…” (filmdeki konuşmalardan)

“Başka yerden buraya” bir sinematik ifadenin alanında Filistin politiğinin yıkıcı gerçekliğiyle (devrimci söylemin gerçekliği) Fransa’da yaratılan Godardcı karşıt-imgeyle yapay bir ailenin en azından “söylemde” birleşmesinin yaratısıdır. Godard ve “Dziga Vertov Grubu” 60’ların sonlarında Filistin Kurtuluş Örgütü ve Arap Birliği tarafından finanse edilen “Zafere Kadar” adlı bir proje için Filistinli mültecilerin koşulları üzerine bir filmin yaratımı düşüncesiyle Ortadoğu’ya geldi. Ürdün, Lübnan ve Batı Şeria’da aylarca yapılan çekimlerden sonra, yaratının imgesi tarihin haklı tarafında olan Filistin’in üzerine düşüncelere kaydı. Çekimleriyle Fransa’ya dönen Godard’ın grup içindeki müzakerelerde “yaratının ifade edeceği yeri, çevresini ve imgesini” netleştirememesiyle [14] film rafa kaldırıldı. Sonralarda kurgu odasından gelen sesle, şeylerin yok olmaya yüz tuttuğu bir zamanda yine de konuşmak gereği hissedilir. Godardcı ifadede yaratının gerçekliği, yani Filistin politiğinin gerçekliği varlıkların (Bunu hisseden ve / veya izleyen alımlayıcının.) trajiğiyle birleşir. İmaj üstüne konuşulur, dünya ve televizyonda Filistin’in yansımaları üzerinden görüntünün gerçekliği tartışılır. Sıradan bir aile televizyonun başında, ona sıkça odaklanmış ya da içinde kaybolmuş olarak gözükür. Gerçekliğin bozuluşu kurgunun tekrar yorumlanışında daha da açığa çıkar. Bir devrim idealiyle çıkılan yol (Kameranın başlangıcı için.) yerini imaj + imaj + imajlara bırakır. İçinden çıkılamayan – Çıkılmak istenmeyen mi? – politik alan, onu artık teslim olmuş imajlara yaklaştırır. Mikro politikten (Filistin politiği) makro politiğe (imaja bakış, televizyoncu gerçeklik ve çoğu) geçiş hızlanır. “Bugünün gürültüsünün imajları”, “başka yerdeki sade imajlar” ve çoğu şeylerin birleşme yerindedir. Belki de kaybolan bir gerçekliğe, trajik-politik olana duyulan serzeniştir buradaki. Kimsenin görmek ve bakmak istemediği gerçek. [15]

DİPNOTLAR VE SON NOTLAR

[1] Tarihin çarpıcı gerçekliğini net-çe ifade etmek gerekir. Kaynak için bkz.: Derleyen, Hamid Dabaşi (Birinci Baskı, 2009). “Filistin Sineması, Bir Ulusun Hayalleri”, çev.: Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, Sunuş Bölümü, syf. XXI. Buradan hareketle dipnotlardaki italik, kalın kısımlar bana âittir.

[2] Umarız Godard’ın belirttiği gibi görmeyi, bakmayı bilenler olacaktır bu yazıya.

[3] Filmin sinematik tercihi için yapılan yoruma (Belki de gerekli olan orada belirtilendir.) bakmak gerekir. a.g.y (Bkz. birinci dipnot, sayfa 23.)

[4] a.g.y (Bkz. birinci dipnot, sayfa 35.)

[5] Kendi adıma Wedding in Galilee’deki kadın temsillerini (tamamı olmamakla birlikte) güçlü buluyorum. Yine bu film üzerine yazılmış, fazlasıyla-fazlasıyla ve fazlasıyla güçlü bir yazı için bkz.

[6] a.g.y (Bkz. birinci dipnot, sayfa 173.)

[7] O araç insanların arasında yaklaştığı tüm sahnelerde filmin parodik-imgesinin güçlü kısmını gösterir. Kavgalar, sessizlik; hiçbir şey olmamış gibi tekrar aynı arabaya binen kavgalılar.

[8] a.g.y (Bkz. birinci dipnot, sayfa 174-175.)

[9] Bu sekans (yaratının bittiği yer) sömürenin diline çevirir açısını. Kişilerin umurunda değildir ve uyurlar vs.

[10] Mai Masri röportajı için (Çeviri bana âit.) bkz.

[11] Çağın trajiği buradadır. Sadece haklı olmak yetmez, katilin çaldığı kelimeleri de tekrar almak gerekir. Kendi adıma Salt of this Sea’nin diğerlerine göre daha fazla “Batı’dan bakan” bir yaratı olduğunu düşünüyorum. Bu öfke hâlinin tutarsızlığını (gerçekliği reddetmeden) daha da netleştirir.

[12] Bir film için yazılabilecek en net ifadelerden biri: “Through the comedy of it all, a mounting tenderness and melancholy creep in and, in the end, a certain loss of hope.” Kısa bir yazı için bkz.

[13] Bir problem (tarihin başından beri) olabilir burada. Son sahneye bakalım. Mustafa bir kutlama hazırlığındadır, duvarın ötesinde ailesi vardır. Işıklar yanar, varlıklar sevinir. Sanki burada “mutlu” bir ifadenin şeylerin üzerine sinmesi gerektiğine dâir bir çıkarım oluşturulmaya çalışılır. Oysaki trajik hâlâ devam eder, duvar oradadır.

[14] İfadenin netleşmemesindeki şey çokça trajiktir. Filistin halkı ve devrimcileri katledilmiştir, tüm aktörler (yaratının ifade ettiği yerde) katledilmiştir. Bu başlı başına yeterlidir, çünkü ölüm şeyleri yıkar.

[15] Dünya her zaman gözlerini kapatır. Bizleri, Godard’ı, Hayfa’da manzaraya bakan varlığı ya da yetkin (kendi devletinin faşist olduğunu kabul eden) bir Kudüslü varlığı çıldırtan da budur. Filistin yalnız bırakılmıştır, aynı sinema gibi bağımsızlığını arar.

The post Anıların Sözcüklerini Yitirene Kadar: Filistin Üzerine appeared first on Fil'm Hafızası.

QOSHE - Anıların Sözcüklerini Yitirene Kadar: Filistin Üzerine - Mustafa Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Anıların Sözcüklerini Yitirene Kadar: Filistin Üzerine

9 0
13.11.2023

“Tarihten biliyoruz ki, sömürgecilik olaylarının çoğunun vardığı nokta, onursuzluk olmuştur: Fransızlar Cezayirlileri, İtalyanlar Libyalıları, Britanyalılar Hintlileri önce sultaları altına almışlar, sonra da terk etmişlerdir; benzeri politikaları Portekizliler, İspanyollar, Belçikalılar ve Hollandalılar da izlemişlerdir. Hâkim oldukları yerleri terk etmeyen ve apartheid uygulamalarında utanmazca ısrar eden beyaz Afrikalılar gibi ülkeler de nihâyet tarihin gücüyle süpürülüp atılmışlar ve ırkçı tutumlarına son verip, boyunduruk altında tuttukları insanların iradesine uymak durumunda kalmışlardır. Halbuki Siyonistlerin gücü hâlâ yerindedir. Yahudi toplumda Hıristiyan Filistinlilerin aynı derecede tarihsel bir gerçek olan varlıklarının bir İslam ya da Hıristiyan cumhuriyetine bahane oluşturabilmesi ölçüsünde, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının bahanesi işlevi görmüştür. Oysa Filistin (ister Yahudi, ister Hıristiyan, isterse Müslüman olsun) Filistinlilere aittir.” [1]

Kişi sıkça sözcüklerin içindeki trajiği, artık şeylerdeki (Bu şeyler yıkımda yer alan veya sabah güneşinin duruluğunda olanlardır.) geri döndürülemeyecek olanı bulana kadar bir varlığın yitimini görecektir. Bu varlığın yitimi hiç ve hiç kabul etmeyeceğiz, ki o Filistin’dir. Dünyanın yükünün – Tiranların, faşistlerin, sömürgecilerin – omuzlarına bindiği ve onu yok etmeye çalıştığı bir zamanda Filistin’i düşünmemiz, onu ifadenin en güçlü yerine (yine ve yine konuşmak gereğine) yerleştirmemiz gerekir. Filistin’in gerçeğinin bizlerin gerçeği olduğu ifadesini unutmadan onunla şeyleri yaratmamızın başlangıç noktası olacağı açıktır. Bizler – Alımlayıcı ezilmiş Filistin’i görmelidir. – sözlerimizin dizginlerini tutamayacak noktadayız. Kelimeler, zamanın ifadesini herhangi bir kıyafet gibi üzerimize yerleştirdiğinde artık konuşulması gerekenin netliğiyle imleyeceklerimizin toplanması ânıdır, tam dünyanın ortasında veya ona şekil verirken. Faşist bir devletin katliamıyla ve tiranların, çağın kâbuslarının karşısında Filistin için söyleyeceklerimiz belki onun acılarını, trajedisini dindirmeyecek. Ancak Godard’ın Here and Elsewhere’de (1976) görüntü-imaj ifadeyle oynayışındaki bağlamla imlediği yerde söylediği gibi Sessizlik ölümcül olabilir. Hayatta kalabilmek için engellenmesi gerekir.” diyeceğiz ve söyleyeceklerimiz bundan hareketle oluşacak-tır. Bu yazının derdi Filistin’in derdinden başkası olmayacaktır, yani ‘yokluğun içinde bir var olanı’ ifade etmeye çalışacaktır. İfadeler, pozlar, sözcükler, imajlar tamamıyla Filistin’in yanındadır bizler için, çünkü Tarih’in yanında olmadığı tüm trajik-olaylar gibi bizler faşist rütbeleriyle yine aynı Tarih’i yazan tarafların karşısındayız. Bir kez daha belirterek, sözcükleri tüm tiranlara fırlatarak şunu dememiz gerekecektir: “Yaşasın Özgür Filistin.” [2]

The Dupes (Yön: Tewfik Saleh, 1972)

Arap sinematiğinde Filistin’in trajiğine bakan ilk filmlerden kabul edilen bu yaratının odağı, şeylerini şekillendiren yerde yaşamaya, ailelerini geçindirmeye çalışan üç kişinin yıkıcılığın içinde sürüklenişidir. Daha ilk plandan Abou Keïss ile (yaratıyı şekillendiren ve trajikleri birleştiren) bir çölün ortasındaki ölü kemiklerini bağlamına oturtan ve buradan güzel ağaçlı bir alana geçen yaratı, netliğini buradan gösterir. Bir hayâl olan, “Vaat Edilmiş Topraklar” Keïss’ı ve diğerlerini büyüleyen alandır. Bu yeni hayat istemi, fakirliğin ve umutsuzluğun içinde sürüklenenlerin yıkıcı gerçekliğiyle buluşur. Abou Keïss’ın yaşlılığı ve bitkin oluşunun diğer tarafında Assad siyasi bir aktivist olarak dikkat çeker. Yaratının merkezindeki ikinci kişi olan (anlatısal sıralamayla) Assad, yine Abou Keïss gibi Kuveyt’e giderek para kazanmaya, toparlanmaya çalışır. Üçüncü kişi olan Marwan (skaladaki yaş olarak en küçük kişi) evin geçimini sağlayan abisinin para göndermeyi kesmesi ve babasının ailesini terk etmesiyle okulunu bırakmak zorunda kalır ve Kuveyt için zorlu bir yolculuğa çıkan varlıkların başlangıcını oluşturur. Tevfik Salih’in üç kuşak karakteri birleştirerek, onları bu yıkıcı yolculuğa çıkarmasındaki ifade “artık geri dönülemeyecek ve yaşamaya çalışma(k) zorunda olanların” trajiğini de netleştirir. Varlıkların hedefleri, onların sırtına yüklenen “erkeklik” imleyişiyle kendilerini ve ailelerini geçindirmek çabasıdır. Bu çaba yolunda kaçakçı Aboul Kheizaran ile anlaşırlar ve Irak’dan Kuveyt’e yol alırlar. Bu yol, artık geri dönülemeyecek olan (Geri dönmek buradakinden daha trajikse eğer.) bir alana aittir. Gassan Kanafânî’nin “Güneşteki Adam” öyküsünden uyarlanan yaratının neredeyse tamamı Suriye’de çekildi ve Arap sinematiğinde uzun yıllar yasaklı kaldı. Şeylerdeki gerçekçi ifade (özellikle şiirsel ve duygusal imgeyle), katıksız bir sinematik görüntü ile [3] The Dupes (özgün adıyla ‘Al-Makhdūʿūn’) Ortadoğu sinematiğinin sosyal gerçekçi yaratıları arasında önemli bir yerdedir.

Wedding in Galilee (Yön: Michel Khleifi, 1987)

“Kendi payıma şunun altını çizmek isterim: Filistin davası haklı bir davaydı, ama bu kavga yanlış bir yolla sürdürülüyordu. Dünyaya kendimizden bahsettirmenin başka bir yolunu bulmak zorundaydık. Aynı zamanda, bütün dünyanın karşımızda yer aldığı ve Siyonistlerin her yere yayıldıkları gibi basitçi bir izlenimin kurbanıydık. Çocukluk günlerimden beri, sinema yoluyla anlatmayı düşündüğüm şeylerin merkezine hep bu meseleyi oturtmayı hayâl etmiştim. İsrail’in gücünün kaynağı, bizim zayıflığımız; fakat bizim zayıflığımızın kaynağı İsrail’in güçlü olması değil, tersine, Arap toplumunun kaldırıp atamadığı arkaik yapıları: kabilecilik, patriyarkalizm, din ve cemaat hayatı. Bu katı yapılar yüzünden ne insanlar bir birey olarak kendilerini ortaya koyabiliyorlar, ne de çocukların ve en önemlisi kadınların kendilerine özgü bir hakları oluyor.” [4]

Celile’deki bir Filistin köyünün muhtarı Abu ‘Adil, oğlunun “unutulmaz düğünü” için İsrail askeri valisinden izin almaya çalışır. Bu izinin nedeni uygulanan sokağa çıkma yasağıdır. Askeri valinin endişesi onu bir şartla düğünün yapılmasına getirir. Kendisinin de düğüne katılması gerekecektir, ki burada şeylerdeki gerginliğin (birleşmemeleri ve mesafelerini korumaları gereken iki kısmın) başlaması netleşir. Abu ‘Adil tarafında şeylerin trajiği artar. Erkek kardeşinin İsrail askerinin önerisini kabul eden abisine tepkisi sert olur ve onu “onursuzlukla” itham eder. Yine anlatının ifadesini şekillendiren olaylardan birinde Ziyad’ın önderliğindeki Filistin milliyetçilerinin İsrail askerlerine saldırı hazırlaması, bir düğün-alanın gergin pozlarını yaratır. Buradan hareketle artık sürekli diken üstünde olanların içine girer kamera. Muhtar oğlunun düğününün kusursuzluğuyla uğraşır, muhtarın eşi ve yaratının dinamiğini oluşturan / birleştiren kişi-si çarkın düzenli işleyişiyle uğraşır. Bir tarafta İsrail askerlerinin mekânı, düğün alanını çepeçevre incelemesi, diğer tarafta Filistinli milliyetçilerin saldırı hazırlığı vardır. Muhtarın kızı Sümeyye’nin keskin dişiliği ve sinik kişiliği de yaratının “kadın karakterlerinin” güçlü yazılmış olmasındaki bağlamı [5] ortaya çıkarır. Buraya kadar tüm karakter, yaratının ifadesi veya nereye ilerleyebileceği netleşmiş olur. Bundan sonrası dinamik-ritmi ya da Filistin trajiğinin nasıl anlatılacağıyla ilgilidir. Khleifi’nin kamerası bir kısrağın “kurtulması için silaha değil, barışa ve özgürlüğe” ihtiyacı olduğu gerçeğine yaslanır. Bu gerçeklik öyle yabana atılacak bir imge-ifade değildir. Faşist bir söylemle, devletle (Kabul edilmeyecek olan.) Filistin’in tarihine bir kez daha bakılır alegorik olarak. Filistin düğünün yarattığı özgür ortamda (Ona ait olan ve çalınmış olan.) kendiliğini görür. İsrailli askerler gergindir, her ne kadar “sıfır riskle” geldikleri bir yer olsa da diken üstündedirler. Evlenen çiftin trajiği de bir o kadar netleşir. Gerdek gecelerinin kanıtı olarak düğün ahâlisine gösterilecek çarşafı ver(e)meyen çift, yıkıcı olana karşı bilenir. Muhtarın oğlu ona yüklenen katlanılmaz yükle babaya saldırır. Gerçekteki kırılma için önemlidir bu, çünkü yazılmış olana karşı başkaldırı vardır. Hazırlığı yapılan saldırı muhtarın kardeşince püskürtülür, güneş ve kalabalıktan etkilenen bir kadın İsrail askeri, garip bir “erotik kokular” eşliğinde üniforma-giysi ikilemine girer. Çiftler, sembolik olan çarşafı verir. İsrail askerleri halkın ortasında üzerlerine kıyafetler, bohçalar atılarak uğurlanır (!) ve küçük çocuk gecenin karanlığında ağaç kovuğuna doğru koşar. Çok-yönlü anlatısı ve tekinsiz-gergin ritimle Wedding in Galilee (Özgün adıyla ‘Urs fi al-Jalil) (1987) Filistin sinematiği için özgün kalıplar, güçlü imgeler yaratır.

Chronicle of a Disappearance (Yön: Elia Suleiman, 1996)

Her şeyden önce kaybolmuş ve boşluğa doğru konuşan bir varlığın trajiğine bakmak gerekir. Süleyman’ın yaratısı “Yurtlarının Siyonist işgali altında olduğu koşullarda büyüyen Filistinliler kuşağının kopuk kopuk anılarından yapılmış çok başarılı bir anlatıdır. Geri dönüş fikrini yerle bir eden bir ‘geri dönüş’ün hikâyesidir.” [6] Bu kopuk-luk hâlinin, bir yerlerde ve özellikle kendinden olanda (kendi ülkesinde) kaybolma(k) hâlinin trajiği önemlidir. Uzunca bir dönüş hareketiyle uyuyan bir adamın yüzün(d)e çevreleyerek başlar film. İki bölüme ayrılan yaratının ilk kısmı “Nasıra – Kişisel Günlük” adındadır. Buradaki ses, sessizliğin üzerine kuruludur. Gündeliğin sıradanlığında Süleyman’ın teyzesinin akrabalarıyla yaşadıkları şeyleri dinleriz. Bu sıradanlıkta ve sessizlikte varlık yavaş yavaş kaybolur, bir hiçliğe doğru. Sözgelimi bir araba sahnesi vardır, ki yaratının karakteristik ironisini [7] açığa çıkarır. Defalarca tekrarlanacak bir “ertesi gün” ibaresinden sonra arkadaş iki kişi bir alana doğru araçlarıyla gelir. Araçlarından inerek kavgaya tutuşurlar ve çevredekilerin ayırmasıyla tekrar araçlarına binerek uzaklaşırlar. Bu yaratıyı okumak (Ya da üzerine düşünmek.) için önemlidir çünkü alandaki-gündelikle sıradanlıkla aynı paralelde bir ifadeyi göstermeye / bulmaya iter bizi. Kavganın........

© Film Hafızası


Get it on Google Play