43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak.

Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin ikincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.

En Sevdiğim Pastam / Keyke mahboobe man (Yön. Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha, 2024)

Olgunluk dönemine erişen sinema; zamanla beyaz, genç ve göz alıcı başkarakterlerin hikâyesini anlatmaktan çok daha kapsayıcı bir hâle büründü. Özellikle son dönem çokça örneği görülen yaşlı ve yalnız karakterlerin hayatına odaklanan filmlerin bir sıralaması yapılacaksa kesinlikle listenin en başlarına kolaylıkla adını yazdıracak bir film, En Sevdiğim Pastam. İranlı yönetmen Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha’nın hem yazıp hem de yönettiği; prömiyerini bu yıl Berlin Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Mahin’in kocasını kaybetmesinin üzerinden otuz yıl geçmesinin ardından harekete geçmesini konu alıyor. Çocuklarının da ülkeyi terk edip yurtdışında yaşamalarının ardından koca evde yapayalnız bir hayat yaşayan Mahin’in içinde otuz yıldır uyuyan dev uyanır. Zira Mahin, ne yalnızlığı ne de ülkesinin nefesini kesen İslam Cumhuriyeti’ni içselleştirebilmiştir. Yalnızlığın canına tak ettiği bir gün sokağa çıkarak İran’ın devrimden önceki özgürlük zamanlarına özlemle, sanki tıpkı o günlerde yaşıyormuşçasına flörtleşecek birini aramaya karar veiri. Tıpkı onun gibi yıllardır yalnız olan Faramarz isimli taksi şoförü ile adeta yıllara bedel olacak denli dolu dolu geçen saatler, tarifi mümkünsüz güzelliktedir. Fakat seyirciye de incelikli espirileri ile şahane bir seyir deneyimi yaşatan anların sonu rejimin karanlığı ile sarsılır.

Mahin ve Faramarz’a hayat veren oyuncuların üst düzey performansı, zekice yazılmış diyalogları, bireyin yalnızlığı ve çaresizliği ile rejimin karanlığının paralelliğinin ustaca harmanlanması ile ete kemiğe bürünen En Sevdiğim Pastam, bir kez daha İran Sineması karşısındaki hayranlığı perçinliyor.

Filmi 20 Nisan Cumartesi 13.30’da Atlas 1948’de, 21 Nisan Pazar 19.00’da Kadıköy Sineması’nda ve 27 Nisan Cumartesi 21.30’da Sinematek / Sinema Evi’nde izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Başlangıç / Origin (Yön. Ava DuVernay, 2023)

Alışılagelmiş bir Black Lives Matter hareketi filmi gibi başlayan Başlangıç, ülkemizde de yayınlanan, Isabel Wilkerson tarafından kaleme alınan Toplumda Kast Sistemi: Bizi Bölen Yalanlar’ın yazım sürecine odaklanıyor. DuVernay; öncelikle Wilkerson’un nasıl bir yıkım sürecinden geçtikten sonra kitap ile ilgili araştırma yapıp, üzerine düşünmeye başladığını detaylıca aktarıyor. Wilkerson; hayattaki en önemli üç dayanağı olan eşi, annesi ve kuzenini kaybetmesiyle henüz kafasında sadece bir tohum olan fikri çimlendirip fidana dönüştürür. Wilkerson, ABD’de yaşanılan siyah cinayetlerinin, siyahîlere karşı yüzlerce yıldır yapılan sistematik suçların altında yatan sebebin ırkçılık değil kast sitemi olduğunu düşünür. Wilkerson, başta yayınevi olmak üzere çevresindeki kimse tarafından desteklenip anlaşılamasa da araştırmaya başladığında ne kadar haklı olduğunu görür. Almanya’ya ve Hindistan’a araştırma yapmak için giden Wilkerson, gerek Nazilerin gerekse Hindistan’ın ABD’nin siyahlara uyguladığı politikayı benimsediklerini açığa çıkarır. Başlangıç, her anlamda bugüne kadar siyah hakları ile ilgili yapılan filmlerden olumlu anlamda ayrışmaktadır.

Başlangıç, yine geçen yıl izlediğimiz Oscar’da da ismini bolca duyduğumuz American Fiction (2023) gibi artık mağdur edebiyatı üzerinden yaratım yapmak yerine meseleyi çok daha derinlikli bir şekilde tartışmayı, her şeye “ırkçılık” yaftasını yapıştırmak yerine daha akademik okumalar yapılması gerektiğini söyleyen bir film. Zira film, “ırkçılık” kavramının tüm dünyada içinin boşaltılmasına karşı durarak uzun bir sürece yayılan araştırmalar sonucunda yazılan akademik bir kitaptan yola çıkmaktadır. DuVernay, başkarakter Wilkerson’un annesinin evini, onun aile hayatını, acılarını, yas sürecini ve o yas sürecinden çıkmasını da ustalıklı bir şekilde filme yedirmeyi başarmaktadır. Tek başına evin bile hikâyede metafor olarak görevi asla kör göze parmak sokmamaktadır. Tabii filmin yer yer belgesel ile boy ölçüşecek denli bilgi aktarımı yapmasına rağmen iki buçuk saate yakın zamanını asla hissettirmemesinde DuVernay’ın ustalıklı senaryosunun da fazlasıyla etkisi olduğu inkâr edilemez.

Filmi bu akşam 21.30 seansında Kadıköy Sineması’nda veya Cinewam City’s 7’de ve 20 Nisan Cumartesi 21.30’da Beyoğlu Sineması’nda izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Mutluluk/ Grace (Yön. Ilya Povolotsky, 2023)

Mutluluk kelimesinin etimolojik olarak felsefesini tartışan Ilya Povolotsky, bu sert gerçekçi hikâyede ilk uzun metrajını hayata geçirirken yapımcılığını da yine kendisi üstleniyor. Kuzey insanının kasvetini, ruhsal bunalımlarını bireysel bir iç yolculuk anlatısıyla ele alan Povolotsky, tüm bunlar yaşanırken henüz on beş yaşında olan genç bir kızın babasıyla çıktığı yolculuğu büyüme serüveniyle paralel olarak işlemektedir.

Aidiyet kavramının ulaşmadığı sert iklimler, topraklarında yaşayan insanları daha iyi bir yerin var olma hayaliyle yolcu etmektedir. Yeni bir yer görme ya da merak etmenin ötesinde kaçıp gitmek duygusunun ağır bastığı bu yolculuklar hiçbir yere sığamayan günümüz modern insanının en gözde ortak bunalımlarından biri hâline geldi. Herkesin mutlu olmak istediği; ancak nasıl olunduğuyla alakalı soru işaretleri olan bu duygu, yüz yıllardır insanlığın peşine düştüğü bir sır olarak lanse edilmektedir. Birçok felsefi düşüncenin de temelini oluşturan mutluluk arayışı, hâlâ önemini ve ulaşılma çabasını korumakta. Ilya Povolotsky’nin mutluluğu aramak için -hayatta kalmak için- yola çıkan bir baba kızın hikâyesine odaklandığı Mutluluk, genç kızın deniz görmek için en son konuşlandıkları yerden gitmek istemesiyle başlıyor. Geçimlerini gündelik işler sayesinde sağlayan baba kız, tüm zorlu koşullara rağmen aile bağlarını korumayı başaran bir dinamiğe sahip. Genç kızın annesiz büyümesi, babanın tüm hayatını kızına adaması Rusya gibi soğuk bir ülkenin soğuk insanlarıyla mücadele hâlinde geçen koca bir ömür filmin mutluluğa ulaşmak yolundaki motivasyonunu bir an bile düşürmez. İşçi sınıfına mensup bu aile için arayış, hiç var olmayan başka bir yerin daha iyi şartlar sağlaması umududur. Oysa konfor alanı ve günlük rutinlerin bireyi güvende hissettiren toksik mutluluğu yadsınamaz bir gerçek; ancak Povolotsky tam da bizi bu noktadan yakalamak istediğini henüz filmin başındayken anlıyoruz. Alışkanlıkları değişmekte olan genç kızın babasına karşı başlattığı isyanlar ve çekişmeler bu kasvetli ortamı daha yorucu ve katlanılması zor bir hâle getirir. Cinsel uyanış ve ödipal karmaşalar içinde geçen yolculuk bir çeşit hayat döngüsü olarak da ele alınabilmektedir. Herkes için farklı anlamlar barındıran bu kavram peşine düşünüldüğünde nerede bulunacağı asla belli olmayan bir efsaneye dönüşmüştür.

Dünya prömiyerini 76. Cannes Film Festivali’nde yapan Mutluluk, 2023 Stockholm Film Festivali En İyi Sinematografi ödülünün sahibi oldu. Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde ‘Dünya Festivalleri’ kapsamında gösterilmektedir.

Filmi 20 Nisan Cumartesi 13.30’da Sinematek/Sinema Evi’nde ve 23 Nisan Salı 19.00’da Cinewam City’s 3’de izleyebilirsiniz.

İrem YAVUZER

Ortaklar/ Riverboom/ Partners (Yön. Claude Baechtold, 2023)

Üç arkadaşın Afganistan maceralarını kameraya aldığı bu belgesel filmde Batılı insanların Doğu hakkındaki önyargıları ve savaş olabildiğince karikatürize bir şekilde işleniyor. Claude Baechtold’un kendi çekimlerinden oluşan film aslında bir anı kaydı olarak yıllar öncesinde kaybolmuş görüntüleri kapsıyor. 11 Eylül saldırılarından yaklaşık bir sene sonra Afganistan’a gitmek isteden Serge yanına iki arkadaşını da alıp küçük çaplı bir belgesel yapmak ister. Bir gazeteci, bir fotoğrafçı ve bir tipograftan oluşan bu amatör grup kendi çaplarından harika bir işe imza atarlar.

Kısa bir süre önce anne babasını bir trafik kazasında kaybeden Claude, Afganistan yolculuğunu belki de bir terapi olarak görmektedir. Hayatta kalma güdüsü ve ölüm korkusu her gece gördüğü kabusları bir nebze unutturmayı başarmıştır. Her ne pahasına olursa olsun evine tamamen değişmiş, yeni biri olarak dönecektir. Dünya üzerindeki diğer insanların nasıl bir hayat sürdüğünü, nelere maruz kaldığını deneyimlemek bu üç Batılı erkeği bambaşka bir gerçeklikle tanıştırmaktadır. Çizdikleri rota mayın tarlaları, silahlı adamlar, haydutlar ve hatta Taliban tehlikesi içermektedir. Ki zaten iç savaşın önemli iki aktörü olan Abdürreşid Dostum ve Atta Muhammad Nur ile yaptıkları röportajlarda ülkenin siyasi gerilimi ve ölüm yoğun bir şekilde kendini göstermektedir. Asıl amaçları doğuda olup biteni kendi bakış açılarıyla göstermek, gerçekleri ortaya çıkarmak olan bu üç belgeselci, fark etmeden tüm hikâyeyi bir yolculuk filmine dönüştürür. Hatta eğlenceli, hoş vakitlerin geçirildiği bir kendini bulma hikâyesi bile diyebiliriz.

Filmin tamamı Claude Baechtold’un Afganistan’dan satın aldığı ucuz bir kamera ile kayda alınmıştır. 2002 yılında çekilen bu görüntüler üç ortağın ülkelerine döndükten kısa bir süre sonra ne yazık ki sorumsuz başka bir arkadaşa verilmesinin ardından kaybolmuştur. Bir gün Baechtold’a “gelen videolarını buldum, geri ister misin ya da çöpe mi atayım” cümlelerini içeren telefon konuşması ardından bu eğlenceli ve deneysel belgesel ortaya çıkmıştır. Claude Baechtold’un başarılı hikâye anlatıcılığı ve yaşadığı süreci neşeli bir dille aktarması, üzücü savaş belgesellerini bozguna uğratan yeni bir dil oluşturmaktadır. Afganistan hakkındaki olumsuz düşünceler, ülke insanları ve masum halkı tanıdıktan sonra daha olumlu, iyimser bir iz bırakmıştır.

Filmi Bu akşam 16.00’da Beyoğlu Sineması ve 22 Nisan Pazartesi 11.00’de Cinewam City’s 3’de izleyebilirsiniz.

İrem YAVUZER

Firebrand/ Kraliçenin Oyunu (Yön: Karim Aïnouz, 2023)

Kana ve zalimliğe bulanmış Tudor dönemi İngilteresi… Kral Henry VII’nin altıncı ve son eşi Katherine Parr; kral denizaşırı sefere çıktığında taht naibi olarak ülkenin başına geçer. Başka ve yepyeni bir gelecek için elinden gelen tüm cesur hamleleri yapar. Hastalığı artan, gitgide paranoyaklaşan ve akıl sağlığını kaybetmeye başlayan kral ülkeye döndüğünde öfkesinin tüm odağını radikallere ve kraliçeye Katherine’e yöneltir. Katherine kendini bir anda bir ölüm kalım savaşı içinde bulur.

Sisli, puslu vebadan bir kırılan bir ülke… Sakin ama güçlü bir kraliçe, hastalığı yüzünden güçten düşmekte olan bir kral, onun öfkesi ve paranoyak hezeyanları. Temposu bir saniye bile düşmeyen bir psikolojik gerilim.

Tarihin belki de en karanlık ve kanlı dönemlerinden birine odaklanan film pek çok temayı başarılı bir şekilde örüyor. Adalet isteği, hayatta kalma arzusu, iktidarı ele geçirme çabası, ölüm korusu, dayanışma ve zafer.

Kral Henry VII canlandıran Jude Law kralın içten içte çürüyen ruhunu çok iyi yansıtıyor. Gücü ve erki sembolize etmesi gereken kralın bacaklarından akan irin aslında çökmekte olan iktidarı da anlatıyor. Onu ayakta tutan bandajlar, ilaçlar ve kulağına fısıldanan zehirli sözler ise çürümekte olan etin ve sistemin de koruyucusu olarak izleyicinin karşısına çıkıyor.

Kraliçe Katherine Parr’ın sakinliği, gücü, korkularının arkasından çok da saklayamadığı öfkesi ise kralın gücüne bir tehdit olarak görülüyor. Kilisenin farklı fikirleri yakan gücünü küllendirebilecek bir karakter olarak sembolize edilen kraliçe hikâye ilerledikçe yok edilmesi gereken bir problem olarak gösteriliyor. Filmin içinde kraliçeyi en fazla gelişim gösteren karakter olarak görüyoruz. İlk başta daha korkak ve çekingen olan Kit filmin sonunda ölüm korkusunu yenen ve kendine olan güveniyle herkesin karşısında dimdik duran gerçek bir “kraliçe” görüyoruz.

Filmin sakin başlayan temposu her saniye yükselerek izleyiciyi kendisine bağlıyor. Kral ve kraliçeyi iki kutup olarak sunan film yan karakterlerin destekleriyle hikayesinin katmanlarını açmayı başarıyor. Başarılı oyuncu performansları, kostümleri, ışık tasarımı ve müzikleriyle Firebrand üzerine düşünülmeyi hakkeden bir film olarak akıllarda kalıyor.

Bir edebiyat uyarlaması olan Firebrand, 2013 yılında çıkan Queen’s Gambit romanından beyazperdeye aktarıldı. Film prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı. Brezilyalı sinemacı Karim Aïnouz, 2022’de Dağların Denizcisi ile İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştı.

Filmi, 19 Nisan Cuma 21.30’da Beyoğlu Sineması’nda, 20 Nisan Cumartesi 19.00’da Cinewam City’s 7’de izleyebilirsiniz.

Ekin TANERİ

The post 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri – 2 appeared first on Fil'm Hafızası.

QOSHE - 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri – 2 - Film Hafızası
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

43. Uluslararası İstanbul Film Festivali Günlükleri – 2

4 0
19.04.2024

43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak.

Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin ikincisiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.

En Sevdiğim Pastam / Keyke mahboobe man (Yön. Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha, 2024)

Olgunluk dönemine erişen sinema; zamanla beyaz, genç ve göz alıcı başkarakterlerin hikâyesini anlatmaktan çok daha kapsayıcı bir hâle büründü. Özellikle son dönem çokça örneği görülen yaşlı ve yalnız karakterlerin hayatına odaklanan filmlerin bir sıralaması yapılacaksa kesinlikle listenin en başlarına kolaylıkla adını yazdıracak bir film, En Sevdiğim Pastam. İranlı yönetmen Maryam Moghaddam, Behtash Sanaeeha’nın hem yazıp hem de yönettiği; prömiyerini bu yıl Berlin Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Mahin’in kocasını kaybetmesinin üzerinden otuz yıl geçmesinin ardından harekete geçmesini konu alıyor. Çocuklarının da ülkeyi terk edip yurtdışında yaşamalarının ardından koca evde yapayalnız bir hayat yaşayan Mahin’in içinde otuz yıldır uyuyan dev uyanır. Zira Mahin, ne yalnızlığı ne de ülkesinin nefesini kesen İslam Cumhuriyeti’ni içselleştirebilmiştir. Yalnızlığın canına tak ettiği bir gün sokağa çıkarak İran’ın devrimden önceki özgürlük zamanlarına özlemle, sanki tıpkı o günlerde yaşıyormuşçasına flörtleşecek birini aramaya karar veiri. Tıpkı onun gibi yıllardır yalnız olan Faramarz isimli taksi şoförü ile adeta yıllara bedel olacak denli dolu dolu geçen saatler, tarifi mümkünsüz güzelliktedir. Fakat seyirciye de incelikli espirileri ile şahane bir seyir deneyimi yaşatan anların sonu rejimin karanlığı ile sarsılır.

Mahin ve Faramarz’a hayat veren oyuncuların üst düzey performansı, zekice yazılmış diyalogları, bireyin yalnızlığı ve çaresizliği ile rejimin karanlığının paralelliğinin ustaca harmanlanması ile ete kemiğe bürünen En Sevdiğim Pastam, bir kez daha İran Sineması karşısındaki hayranlığı perçinliyor.

Filmi 20 Nisan Cumartesi 13.30’da Atlas 1948’de, 21 Nisan Pazar 19.00’da Kadıköy Sineması’nda ve 27 Nisan Cumartesi 21.30’da Sinematek / Sinema Evi’nde izleyebilirsiniz.

Tuba BÜDÜŞ

Başlangıç / Origin (Yön. Ava DuVernay, 2023)

Alışılagelmiş bir Black Lives Matter hareketi filmi gibi başlayan Başlangıç, ülkemizde de yayınlanan, Isabel Wilkerson tarafından kaleme alınan Toplumda Kast Sistemi: Bizi Bölen Yalanlar’ın yazım sürecine odaklanıyor. DuVernay; öncelikle Wilkerson’un nasıl bir yıkım sürecinden geçtikten sonra kitap ile ilgili araştırma yapıp, üzerine düşünmeye başladığını detaylıca aktarıyor. Wilkerson; hayattaki en önemli üç dayanağı olan eşi, annesi ve kuzenini kaybetmesiyle henüz kafasında sadece bir tohum olan fikri çimlendirip fidana dönüştürür. Wilkerson, ABD’de yaşanılan siyah cinayetlerinin, siyahîlere karşı yüzlerce yıldır yapılan sistematik suçların altında yatan sebebin ırkçılık değil kast sitemi olduğunu düşünür. Wilkerson, başta yayınevi olmak üzere çevresindeki kimse tarafından desteklenip anlaşılamasa da araştırmaya başladığında ne kadar haklı olduğunu görür. Almanya’ya ve Hindistan’a araştırma yapmak için giden Wilkerson, gerek Nazilerin gerekse Hindistan’ın ABD’nin siyahlara uyguladığı politikayı benimsediklerini açığa çıkarır. Başlangıç, her anlamda bugüne kadar siyah hakları ile ilgili yapılan filmlerden olumlu anlamda ayrışmaktadır.

Başlangıç, yine geçen yıl izlediğimiz Oscar’da da ismini bolca duyduğumuz American Fiction (2023) gibi artık mağdur edebiyatı üzerinden yaratım yapmak yerine meseleyi çok daha derinlikli bir şekilde tartışmayı, her şeye “ırkçılık” yaftasını yapıştırmak yerine daha akademik okumalar yapılması gerektiğini söyleyen bir film. Zira film, “ırkçılık” kavramının tüm dünyada içinin boşaltılmasına karşı durarak uzun bir sürece yayılan araştırmalar sonucunda yazılan akademik bir kitaptan yola çıkmaktadır. DuVernay, başkarakter Wilkerson’un annesinin evini, onun aile hayatını, acılarını, yas sürecini ve o........

© Film Hafızası


Get it on Google Play