“Askerden geldim madene girdim. Sigortam olsun, bir geleceğim olsun istedim. Bugünkü aklım olsaydı değil 16 yıl, bir gün bile çalışmazdım” dedi Sayım. Amerika'da yayın yapan The World Radyosu için kendisi ile söyleşi yapmaya İstanbul'dan gelen, uzun yıllardır Türkiye'de çalışan Gazeteci Durrie Bouscaren ve onun çevirmenliğini yapan İran asıllı Sima Ghadirzadeh’e söyleşi başlamadan önce espriler yapan, sürekli yüzü gülen Sayım, kayıt cihazına bağlı mikrofona konuşurken sık sık hüzünlendi, gerildi, öfkelendi...

Adını söylerken “Sayım, ‘i’ ile değil ‘ı’ ile. Nüfus sayımı var ya hani. İşte o sayım” diye şakalar yapıp gülüyordu. Çine-Muğla kara yolunun kenarında bulunan Yağcılar köyünde, zeytinlikleri, sebze-meyve bahçelerini ve bunları tam ortasından bıçak gibi bölerek geçen kara yolunu yüksekten gören bir tepenin yamacında ki evini konuklarına gezdirirken de oldukça keyifliydi. Mart ayının son günlerinde doğadaki uyanış iyice hızlanmış, kimi ağaçlar çiçeklerle bezenirken, kimisinin dalları tomurcuklanmış, zeytinliklerin içinden Madran Dağı’nın ormanlarına kadar yemyeşil bir örtüye bürünmüştü her yer.

Sayım ve eşi çay demleyip, masanın üzerine koydukları kır çiçekleri eşliğinde evlerinde, ellerinde ne varsa konuklarının önüne serdiler. Doğanın türlü ses ve renkleri arasında, iki katlı evin bahçesinde ki kadife çiçekleri ve kekik kokuları eşliğinde yapılan ve yaklaşık bir saat süren söyleşide Sayım bir madendeki günlerine bir silikozis hastası olduğunu öğrendikten sonra çektiklerine gitti geldi...

“2012 yılıydı sanırım. Bir halsizlik belirdi bedenimde. Elim kolum kalkmıyor, biraz çalışınca hemen yoruluyordum. Aslında çok normaldi. O kadar ağır koşullarda, bazen 16 saat çalışıyorduk! İşten eve gelip daha uyuyamadan yeniden çağrılmışlığım çok oldu. Çalışma ortamı dersen her taraf toz, toprak, gürültü...

Halsizliğim geçmeyince, aksine daha da artınca içime bir şüphe düştü. Acaba dedim, benim ciğerimde de mi toz var? Ayda, iki ayda bir ciğer filmlerimiz çekiliyordu iş yerinde. Böyle bir şey olsa ortaya çıkardı diye kendimi rahatlatmaya çalıyor, ancak geçmeyen halsizlik, göğüs ağrıları, nefes darlığına her geçen gün dayanmam daha da güçleşiyordu. Baktım işletmede kimsenin durumumu taktığı yok, izin alıp kendi cebimden Ankara'da ki Meslek Hastalıkları Hastanesine gittim. Doktorlar ciğer filmine bakıp, şikayetlerimi dinler dinlemez teşhisi koydular; silikozis…”

Durrie, Sayım’ın iş yerindeki çalışma koşulları ve alınması gereken işçi sağlığı önlemlerinin alınıp alınmadığı ile ilgili ayrıntılı sorular sordu. Aldığı yanıtlar, yıllardır bu tür haberler yapan ve benzer birçok öyküyü dinleyen deneyimli bir gazeteci için bile ağırdı! Sayım anlattıkça onun da yüz kasları gerildi, dudaklarını ısırdı, gözleri büyüdü ve ağzından birçok kez “Oo my god!” sözcükleri döküldü.

"İlk girdiğim dönemler tam bir rezaletti çalışma koşullarımız. Pandemi zamanında herkesin kullandığı bez maskeler var ya, onun gibi bir maske veriyorlardı. Onu bile günlerce kullanıyor, kimi zaman yıkayıp tekrar yüzümüze takıyorduk. Tabii o zamanlar bilmiyorduk bu silikozis nedir, nasıl bir şeydir. Sonra sonra, iş arkadaşlarımızın peşpeşe hastalanması, sessiz sedasız ölmeleri ile anladık bu hastalığın bizim celladımız olduğunu. Sağlığımız, nefesimiz, canımız pahasına öğrendik... Çine'de, o kadar çok ki silikozis hastası işçi. Birçoğunun haberi dahi olmuyor hastalığından. Ölüp gidiyorlar gencecik yaşlarda, kalp krizi, ecel, kader deyip, arkalarından iki gün ağlanıp unutuluyorlar. Birkaç yıl sonra yeniden gelirseniz belki beni de bulamayacaksınız. Ya da yatağa, cihaza bağlı göreceksiniz. Belki de benim aldığım son nefesler bunlar...”

Yaşı daha kırklarda olan genç bir adamın dudaklarından dökülmemesi gereken sözlerdi bunlar kuşkusuz. Oysa Sayım kabullenmişti hastalığını. Çok öfkeliydi maden patronlarına. “Bizi köle gibi çalıştırıp hasta ettiler ve kapının önüne koydular” diyordu. Sesini çıkaran, bu duruma itiraz eden işçilerin işsizlik ve açlıkla terbiye edildiklerini anlatıyordu.

“Sağolsun Evrensel gazetesi bizim haberlerimizi yapmaya başlayınca herkes duymaya başladı sesimizi. Patronlar ürktü, canları istemese de iş koşullarını biraz iyileştirmek zorunda kaldılar. Biz ise cesaretlendik, sendika getirmeye çalıştı bazı arkadaşlar madenlere. Kıyameti kopardı patronlar. Çoğu işçiyi işten attılar. Yetmedi taşeron soktular işletmelere. Buradan işçi arkadaşlarıma sesleniyorum. Taşeron sistemi sonunuz olur iyice. Aç kalın ama taşeronu sokmayın!..”

Hastalığı ortaya çıktıktan sonra işten çıkarılan işçilerden birisi Sayım. Sonra da hiçbir işletme kendisini işçi olarak almamış, ‘ciğerlerin hasta’ diye. “Sağ olsun iş yerindeki bir mühendisin önayak olması ile belediyeye temizlik işçisi olarak girdim. Yıllarca hasta hasta da olsa çalıştım bu durumda. Arkadaşlarım hastalığımı bildikleri için ağır, tozlu işleri bırakmadılar bana. 6 ay önce de EYT Kanunu çıkınca emekli olabildim. Şimdi, bazen korkunç ağrılar, sızılar eşliğinde, ilaçlarla ayakta durmaya, çoluğum çocuğum için yaşamaya çalışıyorum. Çine'de ve Türkiye'de bu patrondan yana düzen değişmeli artık. Biz alnımızın terini, emeğimizi, gençliğimizi, ömrümüzü veriyoruz bu şirketlere. Karşılığında ölmeyecek kadar bir ücret alıyoruz. Sonra da patronların üç kuruş daha fazla kâr elde etmek istemelerinin kurbanı oluyor, alınacak tedbirleri önlenebilecek bir hastalığa yakalanınca kapı önüne konuyoruz. Bunun neresi insanlığa, Müslümanlığa, ahlaka sığar!..”

Sayım, “Bir daha gelin. İnşallah yine böyle sağ salim konuk edebilirim sizi” diye yolcu etti bizi. Baharda, Çine Ovası günlük güneşlik bir günü yaşarken, Madran Dağı yemyeşil örtüsünü üzerine çekmişken ‘Belki de aldığım son nefesler bunlar’ diyen silikozis hastası Sayım, bize ve herkese sağlık dileyerek el salladı arkamızdan. Kulağımıza kadar gelen son sözleri “Bu düzen değişmeli” idi...

QOSHE - "Bu düzen değişmeli!.." - Özer Akdemir
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

"Bu düzen değişmeli!.."

13 1
08.04.2024

“Askerden geldim madene girdim. Sigortam olsun, bir geleceğim olsun istedim. Bugünkü aklım olsaydı değil 16 yıl, bir gün bile çalışmazdım” dedi Sayım. Amerika'da yayın yapan The World Radyosu için kendisi ile söyleşi yapmaya İstanbul'dan gelen, uzun yıllardır Türkiye'de çalışan Gazeteci Durrie Bouscaren ve onun çevirmenliğini yapan İran asıllı Sima Ghadirzadeh’e söyleşi başlamadan önce espriler yapan, sürekli yüzü gülen Sayım, kayıt cihazına bağlı mikrofona konuşurken sık sık hüzünlendi, gerildi, öfkelendi...

Adını söylerken “Sayım, ‘i’ ile değil ‘ı’ ile. Nüfus sayımı var ya hani. İşte o sayım” diye şakalar yapıp gülüyordu. Çine-Muğla kara yolunun kenarında bulunan Yağcılar köyünde, zeytinlikleri, sebze-meyve bahçelerini ve bunları tam ortasından bıçak gibi bölerek geçen kara yolunu yüksekten gören bir tepenin yamacında ki evini konuklarına gezdirirken de oldukça keyifliydi. Mart ayının son günlerinde doğadaki uyanış iyice hızlanmış, kimi ağaçlar çiçeklerle bezenirken, kimisinin dalları tomurcuklanmış, zeytinliklerin içinden Madran Dağı’nın ormanlarına kadar yemyeşil bir örtüye bürünmüştü her yer.

Sayım ve eşi çay demleyip, masanın üzerine koydukları kır çiçekleri eşliğinde evlerinde, ellerinde ne varsa konuklarının önüne serdiler. Doğanın türlü ses ve renkleri arasında, iki katlı evin bahçesinde ki kadife çiçekleri ve kekik kokuları eşliğinde yapılan ve yaklaşık bir saat süren söyleşide Sayım bir madendeki günlerine bir silikozis hastası olduğunu öğrendikten sonra çektiklerine gitti geldi...

“2012 yılıydı sanırım. Bir halsizlik belirdi bedenimde. Elim kolum kalkmıyor, biraz çalışınca hemen yoruluyordum. Aslında çok normaldi. O kadar ağır koşullarda, bazen 16 saat çalışıyorduk! İşten eve gelip daha uyuyamadan yeniden çağrılmışlığım çok oldu. Çalışma ortamı dersen her taraf toz, toprak, gürültü...

Halsizliğim geçmeyince, aksine daha da artınca içime bir şüphe düştü. Acaba dedim, benim ciğerimde de mi toz........

© Evrensel


Get it on Google Play