Bu köşenin düzenli takipçileri gündemin vaveylası arasında, doğrusu son yazısına kadar tamamlayamadığım, “Büyük Düzeltme” serisini hatırlayacaklardır. Bu yazı serisinde Türkiye’nin artık sürdürülemez hale gelmiş ekonomi ve dış politikalarında girişilen büyük dönüşü, kronolojisi, sebepleri ve sonuçları bakımından ele almıştım. O bağlamda yazmaya niyetlendiğim tüm argümanları, planladığım şekilde, kâğıda dökmeyi bitirememiş olmakla birlikte, meramımı büyük ölçüde anlattığımı sanıyorum.

XIX. yüzyılda temellenen ve bu 7 Ekim’de yeni ve korkunç bir safhaya giren Filistin – İsrail çatışmasının ilk günlerinde, “garantörlük” sistemine dayalı bir formül öneren; arabuluculuk konumu için, kimi kriterlerle yaklaştığınızda ideal pozisyona sahip olduğu söylenebilecek; kendi siyasi ve iktisadi pozisyonunun bastırdığı gereklilikler çerçevesinde ulusal menfaatlerini önceliklendirdiği gözlemlenen; olayların arkasında İran’ın jeopolitik kaygı ve dizaynlarının oynadığı açık rolü tespit eden Türkiye, belli bir diplomatik dengeyi gözetmeye çalıştı. Ancak, bu durum artık böyle değil. 28 Ekim’de gerçekleştirilen “Büyük Filistin Mitingi” bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıydı. Bu mitingi müteakip olarak Türkiye’nin bu çatışmada, örneğin başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi, ağırlığını Hamas’dan yana koyduğu yönünde kuvvetli mesajlar verdiğini söyleyebiliriz.

Başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi ifadesi bir analiz değil, bir tespit. Zira söz konusu mitinge Arap dünyasından “sürpriz devlet adamlarının” katılacağı; hatta mitinge Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin, Ürdün Kralı II. Abdullah’ın, Libya ve Lübnan devlet başkanlarının davet edildiği ve bunların katılım göstereceği yönünde haberler yapılmıştı. Fakat, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı bir yana koyarsak, Filistin Büyükelçisi ve bir Birleşik Arap Emirlikleri heyeti haricinde, ne “sürpriz devlet adamı” ne de Arap lideri namına ortada kimse yoktu. Onların ayıbı diyebilirsiniz. Öte yandan, bu bir ayıp dahi olsa, ilk sinyali açık biçimde 25 Ekim’de AK Parti Meclis Grup Toplantısı’nda verilen dış politika patikasında yine “değerli” yalnızlıklarından birisi içerisinde yürüdüğü söylenebilir.

Aslında, Türkiye’nin uluslararası konumu ülkemizi arabuluculuk noktasında bu kadar güçlü kılarken, neden kendimizi tekrar bir kutu oyununun ilk karesine, başlangıcına, dönmüş bulduğumuz sorusu irdelenmeye değer. Şu anki görüntü o ki İsrail, Türkiye’nin, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, meşru biçimde İsrail’in Filistin tarafıyla, hele Hamas ile, ilişkisine dair söz söyleme pozisyonunda olmasını, bu konuya müdahil olabilir bir uluslararası konumda bulunmasını, arzu etmiyor. Arap devletlerinin de yine Türkiye’nin, ve yine özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu konu üzerinden “Arap sokağı” ile ilişki içerisine girmesini istemiyorlar. Erdoğan’ın Arap kamuoyuna doğrudan mesaj verebilme yeteneğini, hem de Filistin sorunu üzerinden, güçlendirmesini arzu etmiyorlar. Daha keskin stratejik, jeopolitik meseleler de var tabii. Mesela, her ne kadar Türkiye’nin dış politikasındaki büyük dönüş “darbeci” Sisi ile el sıkışmayı kapsıyorsa da bunun Mısır’ı rahatlatmadığı açık. Mısır’ın Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hayati çıkarlarına ilişkin tavrına dair somut bir değişikliğe henüz gitmediğini görüyoruz. Bu ortamda Mısır’ın: 1967’deki Altı Gün Savaşı’na kadar bir askeri vali marifetiyle kontrol ettiği, 1978 Camp David anlaşmasıyla üzerindeki tüm hak iddialarından feragat ettiği, 1993’de Oslo Anlaşmalarıyla Filistin Otoritesinin sınırlı özyönetimine devredilen, 2005 senesinde İsrail’in 21 yasadışı yerleşim birimlerini de boşaltarak tüm askeri varlığını sona erdirdiği Gazze’nin ve burada yaşayan 2 milyonu aşkın Filistinlinin hamisi olarak Türkiye’nin öne çıkmasını istemeyeceği açık. Bu Mısır’ın Arap dünyasındaki tarihsel iddiası bakımından ciddi bir zaaf olacaktır. Dahası Mısır, Gazze’ye komşu Kuzey Sina’da 2011’de başlayıp neredeyse 2022’ye kadar süren cihatçılarla mücadelesinin yeniden yoğunlaşmasına da neden olabilecek bir mülteci hareketi riskini de içerisinde barındıran bu kriz bölgesini, hem de ekonomisi ciddi kırılganlık arz ederken Türkiye’nin vesayetine bırakmayı istemez. Bir başka ilginç konu Filistin Yönetiminin, Mahmud Abbas’ın, da Türkiye’nin böyle bir konumda olmasını, muhtemelen Hamas’a fazlaca yakın buldukları söylem nedeniyle çok arzu etmiyor görünüyor olması.

Türkiye’nin arabuluculuk noktasında sahip olduğu avantajlar, yukarıda bir kısmını özetlediğim bu kaygılar ve bunlara eklenen Türkiye’nin er veya geç Hamas’a müzahir bir tavır alacağına yönelik, neticede haksız çıktığı söylenemeyecek, beklentiler arasına sıkışarak büyük ölçüde yok oldu. Burada bir “yumurta tavuk” ikileminin bulunduğu da söylenebilir. Zira, Türkiye’nin tavrının, arabuluculuk topunun bir türlü beklediği gibi ayağına oturmayışının yarattığı hayal kırıklığından kaynaklı sertleşmeyi yansıttığı da söylenebilir. Aslında, Türkiye’nin dış politikasının yürütülüşü bakımından denklem uzunca bir süredir basit: tüm siyaset iç siyasetten ibaret. Dış politika neredeyse tamamen iç siyasete tabi.

Öyle görünüyor ki burada politika seçimlerini belirleyen kantar şöyle çalışıyor: Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine dair meseleler iki temel boyutta değerlendiriliyorlar. Bunların ilki söz konusu meselenin ülke içerisinde siyasi söylemde, örneğin yaklaşan seçimlerde, safların sıkılaştırılmasına tahvil edilebilecek bir sonuç üretmekte kullanıp kullanılamayacağı, kullanılacaksa bunun en uygun biçimde nasıl yapılabileceği. İkincisi, yine söz konusu mesele bağlamında uluslararası ortamdaki muhataplarının Türkiye’nin söz konusu meseleye ilişkin taleplerine karşılık vermesini ve buradan da yine iç siyasette kullanılabilecek bir getiriyi sağlayacak, örneğin Türkiye’nin acil dış kaynak sorununun çözülmesini kolaylaştıracak, sonuçların üretilip üretilemeyeceği. Burada da genel eğilim “büyük düşünmek” yönünde. Yani mümkünse çarşıda, pazarda ne konu varsa bu söz konusu meseleye bağlanmaya, tüm krizler bir diğerinin kuyruğuna bağlanmaya, tüm meseleler bir torbaya atılmaya, işler “büyük” tavizler koparmaya yarayacak çetrefilli bir hale sokulmaya çalışılıyor. Bunun adı da genellikle “büyük düşünmek” olarak konuyor. Doğrusu bu yaklaşımın henüz bir sonuç verdiğini, veya Türkiye’nin bir meselesine çözüm olduğunu görmedik ama buna katılmayanlar ya “vizyonsuzlukla” ya “tarihi, kimliği, değerleri” anlamamakla zemmediliyor.

Bu ikisi arasında ilkinin ağır bastığı, veya ikisinin dengede olduğu durumlardaysa, ideolojik sempatilerimiz ve değer yargılarımız devreye giriyor. İşin rengini onlar veriyor. Bunun böyle olmamasıysa ancak yukarıdaki iki durumdan ikincisinin getirisinin mukayeseli olarak yüksek, veya tersine davranmanın maliyetinin ağır olması, noktasında mümkün gibi. Söz konusu maliyetin “ağırlığının” ölçümü de esas olarak içeride üreteceği siyasi bedele referansla belirleniyor. Gazze konusunda da kanaatimce tam böyle oldu. Süreç bu biçimde işledi.

İlginç olan, kimilerinin benimsediği, herkesin bu şekilde düşünmesinin ahlaki bir zorunluluk olduğu söylemi. Halbuki, örneğin, Hamas’ın yanında olmadan Filistin davasının meşruiyeti savunulabilir. Kaldı ki katliamın, terörün her türlüsünün karşısında ahlaki bir tavır almanın tek yolu bu söylemi benimsemek olmadığı gibi, ülkenin dış politikasının bir takım “üstün” normlara göre belirlenmesinin doğru ve netice alıcı olduğuna dair elimizde bir veri de yok.

Halbuki, diğer tüm söylemler bir yana, Atatürk Havalimanında, politika tercihlerine katılmayanları, hatta muhalefetin aslında iktidarın söyledikleriyle oldukça paralel bir manzara arz eden siyaset(sizliğ)ini, eleştirmek isterken; mekan ve tarih şuurumuz bakımından bir hatırlatma yapılmak suretiyle Çanakkale’de şehit olan 53 Gazzeliden bahsedilirken; aynı Çanakkale Savaşında 77 Osmanlı Yahudisinin de şehit olduğu söylense ve bunların ikisine de “bizim”dir diyerek sahip çıkılsa, genelde uluslararası ilişkilerde daha dengeli bir kantar – topuz ilişkisi tesis edilebilse, muhtemelen bugün Türkiye bu bölgede akan kanı durdurmak için çok daha etkili bir pozisyonda olabilirdi.

QOSHE - Kantarın topuzu - Ahmet Kasım Han
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kantarın topuzu

9 5
03.11.2023

Bu köşenin düzenli takipçileri gündemin vaveylası arasında, doğrusu son yazısına kadar tamamlayamadığım, “Büyük Düzeltme” serisini hatırlayacaklardır. Bu yazı serisinde Türkiye’nin artık sürdürülemez hale gelmiş ekonomi ve dış politikalarında girişilen büyük dönüşü, kronolojisi, sebepleri ve sonuçları bakımından ele almıştım. O bağlamda yazmaya niyetlendiğim tüm argümanları, planladığım şekilde, kâğıda dökmeyi bitirememiş olmakla birlikte, meramımı büyük ölçüde anlattığımı sanıyorum.

XIX. yüzyılda temellenen ve bu 7 Ekim’de yeni ve korkunç bir safhaya giren Filistin – İsrail çatışmasının ilk günlerinde, “garantörlük” sistemine dayalı bir formül öneren; arabuluculuk konumu için, kimi kriterlerle yaklaştığınızda ideal pozisyona sahip olduğu söylenebilecek; kendi siyasi ve iktisadi pozisyonunun bastırdığı gereklilikler çerçevesinde ulusal menfaatlerini önceliklendirdiği gözlemlenen; olayların arkasında İran’ın jeopolitik kaygı ve dizaynlarının oynadığı açık rolü tespit eden Türkiye, belli bir diplomatik dengeyi gözetmeye çalıştı. Ancak, bu durum artık böyle değil. 28 Ekim’de gerçekleştirilen “Büyük Filistin Mitingi” bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıydı. Bu mitingi müteakip olarak Türkiye’nin bu çatışmada, örneğin başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi, ağırlığını Hamas’dan yana koyduğu yönünde kuvvetli mesajlar verdiğini söyleyebiliriz.

Başka hiçbir Arap ülkesinin yapmadığı gibi ifadesi bir analiz değil, bir tespit. Zira söz konusu mitinge Arap dünyasından “sürpriz devlet adamlarının” katılacağı; hatta mitinge Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin, Ürdün Kralı II. Abdullah’ın, Libya ve Lübnan devlet başkanlarının davet edildiği ve bunların katılım göstereceği yönünde haberler yapılmıştı. Fakat, KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı bir yana koyarsak, Filistin Büyükelçisi ve bir Birleşik Arap Emirlikleri heyeti haricinde, ne “sürpriz devlet adamı” ne de Arap lideri namına ortada kimse yoktu. Onların ayıbı diyebilirsiniz. Öte yandan, bu bir ayıp dahi olsa, ilk sinyali açık biçimde 25 Ekim’de AK Parti Meclis Grup Toplantısı’nda verilen dış politika patikasında yine “değerli” yalnızlıklarından birisi içerisinde yürüdüğü söylenebilir.

Aslında, Türkiye’nin uluslararası konumu ülkemizi arabuluculuk noktasında bu kadar güçlü kılarken, neden kendimizi tekrar bir kutu oyununun ilk karesine, başlangıcına, dönmüş bulduğumuz sorusu irdelenmeye değer. Şu anki görüntü o ki İsrail, Türkiye’nin, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, meşru biçimde İsrail’in Filistin tarafıyla, hele Hamas ile, ilişkisine dair söz söyleme pozisyonunda olmasını, bu konuya müdahil........

© Ekonomim


Get it on Google Play