Hatıranın Medeniyetine Bir Bakış Denemesi

“İçimizde kaybolmuş olan her şeyin

tanığı olarak atarız imzamızı”

Nicomedes Suàrez-Araúz

“Memoria”, Latince hatıra ve bellek; İngilizce “memory” olarak hatıra ve yazılı kayıt anlamlarına karşılık gelir. İki dilde de ortak olan “hatıra” sözcüğü, vakanüvis bir bilinçten geçer ve yaşanıldığı andan itibaren birer kuyu metne dönüşür. ‘Bellek rafları’na kaldırılan bu metin, trajedisini sayıklayan öznenin mahremiyeti olur. Burada benlik, geriye dönüşlerle ilerler ve hatırasını görünür kılmaya çalışır. Deneyim, yüksek bir gerilim hattından geçerek, perdeye değer. Perde, benlik ile yaşantı arasındaki geçittir. İnsanın kişisel tarihinin kesiştiği ara. Kişi kendini bu eşikten duyurur. “Belleğe kayıt düşmek” olarak da okunabilecek bu durum, ömür haznesinden parçalar taşır. Olup biten her yaşam öğesi, bir mekân edinir bellekte. Yaşama aksetmiş her ayrıntı, geçmişe atıfta bulunur. Bu bir projeksiyon mantığıdır. İnsanın nefes aldığı her anın bir film şeridinden geçmesi gibidir. Kendimizin izini sürüp, tarihimizi eşelediğimiz anların imgelemi, bir göz edinir. Göz, hatıraya değmek içindir. Bu anlamda yeryüzünde gezinen her öznenin belleği, hatırayı ayaklandırdığı için birer ‘yaşantı projeksiyonu’dur: duvara yansıyanların izdüşümü!

Birhan Keskin, bu ‘yaşantı projeksiyonu’na “hatıra koleksiyoncusuyum”1 dizesiyle karşılık verir. Koleksiyon, bir arada toplamaktır, aynı kümede biriktirmek. Bellek de depolayıcıdır, bu işleviyle kendinde biriktirdiklerini yansıtımdan (projection) geçirir. Duvara değen her şey, geçmişin gölgelerini işler. Benlik, bir kalıntıya rastlamışçasına geriye mekik dokur. Böylelikle bütün bulgular, benliğin dibinden çıkar. Dolayısıyla Birhan Keskin şiiri, uzak arzuya dair geçmişe devamlı bir kazıdır. Bitmeyen bir arayış içinde ruhunu derine ve arkaya savurmuştur. Belleğe nakşedilmiş ne varsa onu oradan okumanın/seyretmenin sonsuzluğuna dalmıştır. Belleğin katmanlarında gezinen geçmişi durmadan sorgulamak, bir sendroma dönüşmüştür. Buna ‘arka bahçe sendromu’2 diyorum. Çünkü dipten gelenlerin münakaşası hep var olmuştur Keskin şiirinde. Ötekine dair ayrıcalıklı ve vazgeçilmez bir alan yaratılmıştır daima. Dağınık, parçalanmış bir bahçenin ‘olmaz’ını aramıştır durmadan. Kendi insanına inmek, onun dipteki varlığını canlı tutmak, birlikteliklerindeki evrimi görüntülemek, ona ışık tutmak daimi bir gelgit içinde sürmüştür. Bu doğrultuda Birhan Keskin şiiri, ‘arka bahçe’den çıkan kalıntılar üzerine kurulmuş ‘ontoantropolojik’ bir şiirdir. Kendi insanına ‘gitmek fiili’yle bağlıdır. Varlığın köküne doğru bir yolculuk halindedir hep.

Bu yolculuk Keskin şiiri için kullandığım ‘ontoantropolojik’ ifadesinde anlam bulur; çünkü insanın trajedisine odaklanması durumunu anlatır. Kişinin kendi hikâyesini tekrar okumaya/anlamaya çalıştığı bir miş’li geçmiş zaman gerçekliği ya da benliğin zifiri noktalarına gömülmüş insanı durmadan kazımak da diyebiliriz. Üzeri örtülmüş benliğe dair her şeyin biriktiği bir oda. Deneyimin saklanmasında ve korunmasında koruyucu bir kapsül. Bir mahzen, tozlanmış ve arkaik… Bir deneyimi hatırlamak için bu mekâna girmek mümkündür. Ayak izimizin (vestigia) peşinde yürüyen birer araştırmacıyızdır burada. Büyük bir arşivi karşımıza alıp, hatıraya gideriz. Benliğimizin ‘arka bahçe’sini durmadan kurcalarız. Kendimize ait olanların ruhunu okuruz. Bu hususta Douwe Draaısma, Rudy Kousbroek’in -yerinde duramayan- bir roman kahramanından söz eder: “…yapacak bir iş bulamadığında arşive gider, çoktan kapanmış ne kadar dava varsa hepsini çıkarır ve bunları fark ettirmeden tekrar idareye sunardı. Böylece yıllar önce hesabı görülmüş faturalar hesapta tekrar görünür, çok önce imzalanmış mektuplar imzalanmak üzere tekrar idarenin önüne gelirdi. [Böylelikle] varlığını kurum içindeki herkesin unuttuğu dosyaları karıştırarak geçirirdi.”3

Kousbroek’in bu roman karakteri, arşive durmadan girip çıkarak belleğe müdahale eder. Kapandığını düşündüğü herhangi bir davaya şüpheyle tekrar bakar. Bıkıp usanmadan yaşanılanların örtüsünü kaldırmaya çalışır. Bütün yazılı kayıtları gözden geçirir. Bu, hatırayı yerinden çıkarmaya çalışmaktır. Keskin şiiri de böyle bir algının yaratımıdır. Arşive inip, belgeleri tekrar incelemek, onlara dokunmak ister. Geçmiş zamanın uzuvlarına değmek, arzulanan insanın varlığına gitmek bir sirkülâsyona tabidir. Keskin şiirindeki bu algılayış, çevrimsel bir istemdışılığa dönüşmüştür. Dökümü yapılan hiçbir şeyin bir ilkeye bağlanmamışlığıdır bu. Ruhun “bilinç akışı” da denilebilir buna. Dolayısıyla arkada olanlar, bir sona tabi olmayıp, farkındalık eşiğinin dışında durmadan kurcalanan bir bahçede gezinir. Bellek, geri isteme dair bir mücadele içindedir hep; fakat istenileni bırakıldığı gibi geri vermez bir özelliği de sahiptir. Üzerine kabuk bağlamış bir şeyler ekler. Yas ve inleyiş, kurban ve sızı bir şekilde ‘arka bahçe’ye değer.

Nietzsche de bu görüştedir. Ahlakın Soykütüğü’nde4 belleği acının mekânı kılar. Ona göre bellek, huzursuzluğun evidir, büyük elemler barındırır kendisinde. Ruh ise devamlı bir saldırıya maruz kalır. Geçmişin tortularıyla meşgul olan benlik, içiyle büyük bir savaşım halindedir. Keskin şiiri de böyle bir algıdan gelmedir. Bilincin zamanına çetrefilli bir hal ile düşer. Bakıştığı her şey, söylediği her söz, bir ‘ruh kayması’na uğrar. ‘Ruh kayması’ ile kastettiğim; benliğin bir yokyer üzerine kuruluymuşçasına kendinden uzağa düşmesidir. Bir kayboluş hattı üzerinde yürümesi. Kendiyle bakıştığı yerde belirsizleşmesi. Flu bir çerçeve edinmesi ben’in…

Geçmişi bir kenara bırakmanın mümkün olmadığı bu yokyer, kaybedilmiş diptekilerin kozmosuna dairdir. Belleğin yitik fenomenidir bu. Çünkü derinde gömülü her şey, bir kaosa dönüşmüştür. Kalpteki varlıkla, gerçekteki yokluk bir temassızlık içindedir. Belleğin odalarına bir yas havası hâkimdir ve benlik, büyük bir heyulâ yaşamaktadır: “ey allahım bir gidip bir geliyor aklım / şimdi nerdeydi, şimdi nerdeydi” diyen şiir kişisinin kendi trajedisinde kaybolduğunu görürüz. Bu kayboluşta haklılık payı yüksektir; çünkü bellek, yeryüzünün katmanları gibi farklı zaman merhalelerinden oluşur ve bu farklı zamanların kendi içindeki karmaşası zihinsel platformda bir patlamadır, bir “big bang!” Dolayısıyla benlik, ‘birbirini açan’ yüzyılların damgasını taşır. İşte bu noktada benliğin karmaşasını Gaston Bachelard, Jung’tan bir alıntıyla ifade eder:

“Önümüzde keşfedilmesi ve açıklanması gereken bir yapı var: bu yapının en üst katı 19. yüzyılda inşa edilmiş, giriş katı 16. yüzyıldan kalma, konstrüksiyonuyla ilgili olarak yapılan titiz bir inceleme, bu yapının 2. yüzyıldan kalma bir kulenin üstüne inşa edildiğini ortaya koyuyor. Mahzende, Romalılardan kalma temellere rastlıyoruz; mahzenin altındaysa içi toprakla dolmuş bir mağara var; bu toprağı kazdığımızda, üst katmanda çakmaktaşından yapılma araç-gerece, daha derin katmanlarda da buzul çağına ait bitki örtüsü kalıntılarına rastlıyoruz.”5

Jung’un benliğe dair bu ifadesi, insanın deneyimlerinin nasıl yapılandığını gösterir. Üst üste yığılmış bu yapıda, oluşum tek bir zamana ait değildir. Yüzyıllara dağılmış yerleşimlerin izleri, kendi zamanının kalıntılarıyla katılır şimdiye. Benliğin bu örüntüsü, yaşantının tarihsel dokusunu taşır. İnsanın tinsel tarihi de gizlidir bu oluşumda. Ruhsal ve zihinsel faaliyetlerin yansıması, geçmişin üzerine temellendiğinde bu örüntünün bütün katmanlarından geçen bir sıvı işlevsellik kazanır. Buna Buzul şiirindeki dizesiyle “koyu bir sıvı: hatıra” der Keskin.

Bu sözcük, vazgeçilmez bir ağrı olarak durur Keskin şiirinde. “İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki / bölünmüş bir hatırayım ben / dünyaya dağılan” diyen bir travmanın dile gelişidir. Birhan Keskin şiirinin birincil anahtarı olan bu sözcük, balmumuna basılan bir mühür gibi belleğin ve benliğin inşasında yer edinir. Hatıraya değmeden oluşmuş bir yapı yoktur onun şiirinde. Belleğin bütün katları, geçmiş yaşantıların izini taşır. Tortusu kalan her şey, incinmenin adıyladır. Yitirilmiş ben’in üzerine odaklanmış söylem, bitimsiz bir algıya yaslanmıştır. Benliğin bütün duyargaları, olmayan öznenin tarihine gitmek içindir. İnilecek yer, ‘arka bahçe’dir; çünkü ruhun faaliyet alanını hatıranın mahremiyetine açar ‘arka bahçe’. Arzulanan varlığa gitmenin kapısını aralar ve ona değmek için konumlanır. Geçmişin aralığından sızanlar, bir bir gözden geçirilir. Bir mahkemede olmak gibidir ‘arka bahçe’de olmak. Duruşma, tekil ve süreğen bir yargılamaya tâbidir. Ben’in yeryüzüyle irtibatının kesildiği son ana kadar süren bir sonsuz döngüdür bu. Oradan hiçbir zaman sapasağlam çıkılmamıştır, çıkılamaz. Hep yaralı bir benlik ve yarım kalmışlığıyla karşımıza çıkan anlar var olur. Hatıra bu yönüyle ‘aklın azabı’dır Keskin şiirinde. Dönüp dönüp baktığı bu mekânda iyileşmek yoktur: “uzun bir yol gibidir gözleri insanın / gelip geçen bir şey iyileşmez / bu gece bu hat üzerinde / iyileşen şey zamandır / insan iyileşmez.”

Sonsuzun dönencesine takılan bu “yaralı bilinc”in arzu edilenle alışverişi bir hüsrandır; çünkü ötekileşmiş ben’in şiir kişisine geribildirimi yoktur. Görmezden gelinen bir gerçeklikle karşı karşıyadır şiir ben’i. Unutulmaya maruz bırakılmış yaşantıyı canlı tutmak ötekinde bir masumiyete evrilmemiştir, şiir şahsında ise bu durum yücenin sathında, saflığın evreninde gezinir. Arzu mekanizmasının bu işleyişi, sarsıntılı bir zemine yayılmıştır. Arzu edilen özne, belleğin düğümü olmada ısrarcıdır ve şiir ben’ini adaletin yokyer’ine çekmektedir. Benliğin huzursuzluğu olarak da adlandırılabilecek bu tutum, şiir ben’i açısından aklın azaba dönüşümüdür. Acıyı sırtlayan varlığın hatıraya uğramaktan başka oluru kalmamıştır artık. Böylelikle yazgının dili, hatıraya odaklanır. Hatıra, bütün yoğunluğuyla benliğin mirasına dönüşür. ‘Arka bahçe’den koparılanlar duyuşsal bir aktarıma çevrilir. Parçalanmış, dağılmış bir geçmişten gelen iç sesler, geçmişin tabiatıyla yoğrulur. Hatırayı besleyen geçmiş yaşantılar, onu canlı kılacak kadar şimdileşir.

Geçmişin şimdiye taşınmasında odak kılınmış hatıra, Birhan Keskin şiirinin ‘santral’ noktasıdır. Keskin, yaşanılanların her anını derin duygularla içselleştirdiğinden, şiirini hatıraya mıknatıslamıştır. ‘Benlik pusulası’ olarak da okunabilecek bu manyetizma, hep orayı gösterir. Referans çizgisi, hatırayla bakışımlıdır. Dönüp dönüp gelinen noktadır burası. Gitmenin ve unutmanın imkânsız kılındığı yer. Dolayısıyla geçmiş, Keskin şiirinin tutunamadığıdır. Hatıra, bu tutunamamışlığa ayna düşürür, onu belirsizin kisvesinden çıkarmaya çalışır. Ötekine dair portreyi yaşanılanlarla belirginleştirir ve bunu şiirle gövdelendirir. Bu doğrultuda vazgeçilmez öznenin ardından gitmek, şiir içi bir gelgite dönüşmüştür Keskin şiirinde. ‘Arka bahçe’ adlandırmasıyla birlikte kullandığım ‘sendrom’ sözcüğü, süreksizliği dile getirmesiyle bir devinimin poetikası şeklinde de yorumlanabilir bu anlamda. Hatta buna “gelenek” ifadesi de atfedilebilir; çünkü ötekine kurulan köprü Keskin şiirinde daimidir. Çekim alanından ayrılmayan bir ‘uzak varlık’ hep varolagelir. Benliğin kişisel tarihine gidip gelmeler o kadar sıklaşır ki, hatıra büyük bir medeniyet edinir.

Böylelikle Birhan Keskin, ilk kitabı Delilirikler’den Y’ol’a kadar yazdığı şiirlerde ‘benliğin topografyasını’nı çıkarır adeta. Kendi insanının en alt bölgesinden en zirvesine yaptığı yolculukta karşılaştığı bütün badireleri hatıranın eğrisinde gösterir. Keskin şiiri; bir diyagrama döküldüğünde yıkıntılar, parçalanmış tablolar, eksik sorular ve kayboluşlarla hatıranın sütununda yer alır. Bu doğrultuda Birhan Keskin, yaşamın kırılmalarını benliğin yüzyılından geçirip, hakikatin aurası içinde gösterdiğinden Türk şiirinde büyük bir ‘hatıra medeniyeti’ kurmuştur.

1 Aklın Azabı’nda geçen Birhan Keskin dizeleri, Metis Yayınlarından Kim Bağışlayacak Beni, Ba ve Y’ol kitaplarından alınmadır. Kitap boyunca yapılacak bütün alıntılar, metin içinde kalabalık yaratmamak için şiir alıntılarına dipnot ya da parantez içi gönderme eklenmemiştir

2 Bu yazıdaki “sendrom” sözcüğünü, “hastalık / bozukluk” anlamında değil de, “vazgeçilmezlik” algısıyla okumak ‘arka bahçe’ ifadesini anlamak için önemlidir.

3 Douwe Draaıswa, Bellek Metaforları. Çeviren Gürol Koca, Metis Yayınları, 2007, s. 280.

4 Friedrich Wilhelm Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü, Çeviren Orhan Tuncay, Gün Yayıncılık. 2005

5 Gaston Bachelard, Uzamın Poetikası, Çeviren Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, 2008. s. 30.

Bu yazı ilk olarak ada dergisi 11. sayısında yer almıştı.

QOSHE - Veysi Erdoğan yazdı: Birhan Keskin Şiirinde ‘Arka Bahçe’ Sendromu - Veysi Erdoğan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Veysi Erdoğan yazdı: Birhan Keskin Şiirinde ‘Arka Bahçe’ Sendromu

15 25
23.04.2024

Hatıranın Medeniyetine Bir Bakış Denemesi

“İçimizde kaybolmuş olan her şeyin

tanığı olarak atarız imzamızı”

Nicomedes Suàrez-Araúz

“Memoria”, Latince hatıra ve bellek; İngilizce “memory” olarak hatıra ve yazılı kayıt anlamlarına karşılık gelir. İki dilde de ortak olan “hatıra” sözcüğü, vakanüvis bir bilinçten geçer ve yaşanıldığı andan itibaren birer kuyu metne dönüşür. ‘Bellek rafları’na kaldırılan bu metin, trajedisini sayıklayan öznenin mahremiyeti olur. Burada benlik, geriye dönüşlerle ilerler ve hatırasını görünür kılmaya çalışır. Deneyim, yüksek bir gerilim hattından geçerek, perdeye değer. Perde, benlik ile yaşantı arasındaki geçittir. İnsanın kişisel tarihinin kesiştiği ara. Kişi kendini bu eşikten duyurur. “Belleğe kayıt düşmek” olarak da okunabilecek bu durum, ömür haznesinden parçalar taşır. Olup biten her yaşam öğesi, bir mekân edinir bellekte. Yaşama aksetmiş her ayrıntı, geçmişe atıfta bulunur. Bu bir projeksiyon mantığıdır. İnsanın nefes aldığı her anın bir film şeridinden geçmesi gibidir. Kendimizin izini sürüp, tarihimizi eşelediğimiz anların imgelemi, bir göz edinir. Göz, hatıraya değmek içindir. Bu anlamda yeryüzünde gezinen her öznenin belleği, hatırayı ayaklandırdığı için birer ‘yaşantı projeksiyonu’dur: duvara yansıyanların izdüşümü!

Birhan Keskin, bu ‘yaşantı projeksiyonu’na “hatıra koleksiyoncusuyum”1 dizesiyle karşılık verir. Koleksiyon, bir arada toplamaktır, aynı kümede biriktirmek. Bellek de depolayıcıdır, bu işleviyle kendinde biriktirdiklerini yansıtımdan (projection) geçirir. Duvara değen her şey, geçmişin gölgelerini işler. Benlik, bir kalıntıya rastlamışçasına geriye mekik dokur. Böylelikle bütün bulgular, benliğin dibinden çıkar. Dolayısıyla Birhan Keskin şiiri, uzak arzuya dair geçmişe devamlı bir kazıdır. Bitmeyen bir arayış içinde ruhunu derine ve arkaya savurmuştur. Belleğe nakşedilmiş ne varsa onu oradan okumanın/seyretmenin sonsuzluğuna dalmıştır. Belleğin katmanlarında gezinen geçmişi durmadan sorgulamak, bir sendroma dönüşmüştür. Buna ‘arka bahçe sendromu’2 diyorum. Çünkü dipten gelenlerin münakaşası hep var olmuştur Keskin şiirinde. Ötekine dair ayrıcalıklı ve vazgeçilmez bir alan yaratılmıştır daima. Dağınık, parçalanmış bir bahçenin ‘olmaz’ını aramıştır durmadan. Kendi insanına inmek, onun dipteki varlığını canlı tutmak, birlikteliklerindeki evrimi görüntülemek, ona ışık tutmak daimi bir gelgit içinde sürmüştür. Bu doğrultuda Birhan Keskin şiiri, ‘arka bahçe’den çıkan kalıntılar üzerine kurulmuş ‘ontoantropolojik’ bir şiirdir. Kendi insanına ‘gitmek fiili’yle bağlıdır. Varlığın köküne doğru bir yolculuk halindedir hep.

Bu yolculuk Keskin şiiri için kullandığım ‘ontoantropolojik’ ifadesinde anlam bulur; çünkü insanın trajedisine odaklanması durumunu anlatır. Kişinin kendi hikâyesini tekrar okumaya/anlamaya çalıştığı bir miş’li geçmiş zaman gerçekliği ya da benliğin zifiri noktalarına gömülmüş insanı durmadan kazımak da diyebiliriz. Üzeri örtülmüş benliğe dair her şeyin biriktiği bir oda. Deneyimin saklanmasında ve korunmasında koruyucu bir kapsül. Bir mahzen, tozlanmış ve arkaik… Bir deneyimi hatırlamak için bu mekâna girmek mümkündür. Ayak izimizin (vestigia) peşinde yürüyen birer araştırmacıyızdır burada. Büyük bir arşivi karşımıza alıp, hatıraya gideriz. Benliğimizin ‘arka bahçe’sini durmadan kurcalarız. Kendimize ait olanların ruhunu okuruz. Bu hususta Douwe Draaısma, Rudy Kousbroek’in -yerinde duramayan- bir roman kahramanından söz eder: “…yapacak bir iş bulamadığında arşive gider, çoktan kapanmış ne kadar dava varsa hepsini çıkarır ve bunları fark ettirmeden tekrar idareye sunardı. Böylece yıllar önce hesabı görülmüş faturalar hesapta tekrar görünür, çok önce imzalanmış mektuplar imzalanmak üzere tekrar idarenin önüne gelirdi. [Böylelikle] varlığını kurum içindeki herkesin unuttuğu dosyaları karıştırarak geçirirdi.”3

Kousbroek’in bu roman karakteri, arşive durmadan girip çıkarak belleğe müdahale eder. Kapandığını düşündüğü herhangi bir davaya şüpheyle tekrar bakar. Bıkıp usanmadan yaşanılanların örtüsünü kaldırmaya çalışır. Bütün yazılı kayıtları gözden geçirir. Bu, hatırayı yerinden çıkarmaya çalışmaktır. Keskin........

© Edebiyat Burada


Get it on Google Play