Bu yazı için örnek düşünürken bir okur imdadıma yetişip iğneyi kendime batırma zevkini bahşetti bana. Serhat Tutkal şunu diyordu mektubunda:

“Son yazınızdaki ‘Esat Mahmut Karakurt uzun yıllar Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmıştı’ cümlesini okuduğumda bu yıl kaybettiğimiz Kadir Cangızbay hocamı hatırladım. Kadir Hoca ‘uzun yıllar’ ibaresinden hiç hazzetmez, bu ibareyi duyduğunda ‘yılın uzunu kısası olmaz’ diyerek muhatabına çıkışırdı. Ben de Kadir Hoca’yla tanıştığım öğrencilik yıllarımdan beri ‘uzun yıllar’ yerine ‘çok sene’ demeyi tercih ediyorum. Ben ‘uzun yıllar’ demeye dönmem herhalde hocanın hatırasından dolayı ama sizin bu konuda ne düşündüğünüzü de merak ediyorum.”

Kadir Hoca haklı. Ben de ‘uzun yıllar‘ demenin saçma olduğunu pek çok kez düşünmüş, bazan kalemimin ucuna geldiğinde de kovmuşumdur onu. Fakat geçen hafta üstünde durmadan yazdım, dikkatimi çekmedi.

Ama şu da var: bazı deyişler, deyimler, mecazlar saçmalıklarına rağmen anlamlı olabilir. ABD’nin Japonya’ya attığı atom bombalarını ele alan iki kitap biliyorum, Japonların hazırladığı: The Longest Year (En Uzun Yıl – 1945’i anlatıyor) ve The Longest Day (En Uzun Gün – 6 Ağustos’u anlatıyor). Demek ki, 24 saati aşmasa da uzun gün, 365 günü aşmasa da uzun yıl olabiliyor. Zaten biz de kullanırız bu deyişi, felaketlerle dolu bir yıl için “Amma uzun sürdü bu yıl, bitmedi giti” deriz mesela. Sıkıntılı ya da çok hareketli bir gün için de ‘uzun gün‘ deriz.

Tabii bu örnekler somut bazı yıllar, günler, zaman dilimleri için ve o zaman diliminin uzunluğu için, çokluğu için değil. Halbuki ‘uzun yıllar’ı çokluğu belirtmek için kullanıyoruz, burada da Kadir Hoca’nın itirazı anlam kazanıyor.

Serhat Tutkal, ‘uzun yıllar‘ yerine ‘çok sene‘yi yeğliyor. Konuşurken ben de “Çok yıl geçti” derim, ama ‘sene‘yi kullanacaksam mutlaka ‘çok seneler‘ derim. ‘Çok yıllar’ı ve ‘çok sene’yi kulak tırmalayıcı bulmam Yahya Kemal yüzünden:

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.

‘Sessiz Gemi’de Yahya Kemal vezini gözeterek ‘seneler‘ diyor, ama ‘çok’a eklenen çoğul eki vurgu işlevi de görür, ondan yararlanıyor.

Ayrıca böyle çifte çoğullar özel isim haline gelip şöyle de kullanılıyor ya: ‘üç kardeşler’, ‘ikiz tepeler’, ‘Yedi Uyurlar’, ‘Kırk Haramiler’, ‘üç büyükler’ (kızmayın, peki dört olsun), ‘Çiftehavuzlar‘ gibi.

Kadir Cangızbay’ın itirazı, kelimenin sözlük anlamını göz önüne almamızı salık veriyor: “Yılın uzunu kısası olmaz”, yıl 365 gündür. Bu öğüt bazı tuzaklardan sakınmamızı sağlayabilir. Bu sinsi tuzaklar daha çok deyimlerde, kalıplarda, benzetmelerde gizlenir. İstanbul Belediyesinin çıkarıp bedava dağıttığı İstDergi‘nin ilk sayılarından birinde, ‘Halide Edip’in Üsküdarı’ını anlatan Sevengül Sönmez şöyle yazıyor:

“Halide henüz küçük bir kızken çevresindekilerden farklı, biraz korkusuz bir çocuktur. Eğinli Ahmet Ağa ile Karacaahmet Mezarlığı etrafında dolaşmaktan, oradan da Haydarpaşa’ya uzanan – şimdi yerinde yeller esen – çayırlara gitmekten çok hoşlandığını dile getirir.”

‘Yerinde yeller esmek‘ deyimi, artık yerinde olmamayı, yokoluşu anlatır, doğru, ama yerinde bir deyim midir buradaki bağlamda? Çayırın bize çağrıştırdığı birkaç şeyden biridir herhalde üstünde yeller esmesi. Yani Haydarpaşa’ya uzanan çayırlarda birzamanlar gerçekten de yeller esiyordu, Halide de çok hoşlanıyordu bu çayırlardan, ama şimdi bina dolu oralar, yel esemiyor, betonlara tosluyor, Halide’nin de artık öyle hoşlanacağını sanmam.

Kadir Hoca’nın dediğini Donald Hall da Writing Well‘de söylüyor: Benzetmeleri, deyimleri kelime anlamlarıyla düşünüp gözünüzde canlandırın, ne görüyorsunuz? Gözünüzde canlanan yazdığınız şeye uymuyorsa yanlış yerdesiniz demektir. Yel örneğini okuduğumda beni yadırgatanın ne olduğunu düşünmüştüm. İşte buydu. Kullandığınız deyim, mecaz anlatmak istediğiniz şeye uygun olmalı, anlamı pekiştirmeli, zedelememeli. İmaj yaratabilmek, okurun muhayyelesini harekete geçirmek değerlidir, güçlü bir anlatım özelliğidir; deyimler yerinde kullanıldıklarında buna yarar.

İki hafta önce ‘Gazze bataklığı’ klişesinde de bu uyumsuzluğa değinmiştim.

Geçenlerde bir spor kanalında şöyle bir haber başlağı vardı: ‘Tenis turnuvasına yağmur damgası.‘ Yağmur damga vurmuş olamaz, hatta kimi damgaları silebilir bile. Ama mesela bir oyuncu, şampiyon olamamasına rağmen bir turnuvaya damga vurabilir. Yağmur yüzünden maçlara ara verilmiş, ‘yağmur engeli‘ denebilir yani.

Biri de şöyle yazmış:

“[Semt pazarları] özellikle sebzeler, meyveler, otlar kısacası tüm yiyeceklere özelikle de taze yiyeceklere ulaşmak isteyenlerin başucu mekânlarından biridir.”

Nasıl bir başın nasıl bir ucudur bu, koskoca semt pazarı sığıyor? Belki ‘başlıca‘ demek istiyordur.

Gazetelerimizi denetleyen bir kurum yok — sansürcüler var tabii. Gazeteciliğimizde editörlük öldü gibi. Düzeltmenlik zaten kalmamıştı, bütün işler bilgisayarla yapılmaya başlanınca editörün düzeltme işini de yapması beklendi. Editörlük yavaş yavaş düzeltmenliğe dönüştü, sonra o da bitti. Okuduklarımda çoğu kez bir editörün, bir düzeltmenin olmadığını görüyorum ya da bu sıfatı taşıyan kimselerin işi bilmediğini, Türkçeye hakim olmadığını anlıyorum. Ama kimin umurunda?

Bu durumda, aslında ideal durumda da en iyi denetleyici okurdur, okur olmalıdır. Okur bulduğuyla, okuduğuyla yetinince hiçbir gazete, internet sitesi, televizyon kanalı kendine çekidüzen vermez. Burada işimiz, gazeteciliğimizin sorunlarını tartışmak değil, ama bininci kez söylemeden edemeyeceğim: Gazetecilerimizin kendi sorunlarını tartışmamaları zehirli bir ortam yaratır, yarattı da. Bu müthiş kalitesizliğin üstesinden gelmek gerekir, ama önce sorunların farkına varmalıyız. Düzgün cümlelerle, standart haber yazmaktan, sunmaktan bahsediyorum. Hiçbir kuruma güvenmiyorum, güvenilemez, bakmayın siz bazı kurumların ödüller dağıttığına falan. Bilgili, bilinçli, zihni açık, Türkçesi düzgün okurlara güvenilebilir bir tek. Onlar harekete geçmeli, kınamalı, eleştirmeli, uyarmalı, kızmalı…

Hergün pek çok örnekle karşılaşıyoruz, birkaç gün önce Faruk Bildirici’nin dikkatimi çektiği şu iki habere bir bakın lütfen, nasıl yayınlanabildi, yayınlanabilir bunlar? Bunların yayınlanabilmesi için bilgisiz olmak yetmez, utanma duygusundan da yoksun olmak gerekir, gazeteciliği ciddiye almamış olmak gerekir, okura saygı duymuyor olmak gerekir.

1) “Trakya’da Çanakkale ve Edirne illerinde üreticilerin çiğ sütün fiyatına 15 lira talep etmeye başladıklarını aktaran temsilciler, ardından Balıkesir, Konya’da da talep edildiğini ve bunun son ürüne de fiyat olarak yansıdığını aktarıyorlar. Zamların ekim ayında geldiğini ve 1 Kasım itibarıyla da bir zammın daha yansıdığını ifade eden temsilciler, sonuç olarak işte iki kez yansımış olduğunu ifade ediyorlar.”

İki cümlesini aldığım bu haber Artı Gerçek‘ten. Haberi Dünyagazetesinden almışlar, orada da durum bu. Dünya gazetesinin yazarı, editörü utanmamış ya da zırcahilmiş, Artı Gerçek de bu bulamaçı biraz kısaltıp koymuş sitesine.

2) Bu da TV100‘den:

“Otogar-Atatürk Havalimanı arası istasyonların dün gece kapatılacağı aktarılan açıklamada, Gece Metrosu uygulamasının Yenikapı ile Otogar istasyonları arasında metroyla, Otogar ile Atatürk Havalimanı istasyonları arasında ise ücretsiz İETT otobüsleriyle yapılacağı kaydedildi.”

Dün gece kapatılacak” ha! Keşke size de “Yarın kapatıldınız” diyebilseydik.

QOSHE - Bir diken de kendime batırayım - Mustafa Dağıstanlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir diken de kendime batırayım

19 0
19.11.2023

Bu yazı için örnek düşünürken bir okur imdadıma yetişip iğneyi kendime batırma zevkini bahşetti bana. Serhat Tutkal şunu diyordu mektubunda:

“Son yazınızdaki ‘Esat Mahmut Karakurt uzun yıllar Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmıştı’ cümlesini okuduğumda bu yıl kaybettiğimiz Kadir Cangızbay hocamı hatırladım. Kadir Hoca ‘uzun yıllar’ ibaresinden hiç hazzetmez, bu ibareyi duyduğunda ‘yılın uzunu kısası olmaz’ diyerek muhatabına çıkışırdı. Ben de Kadir Hoca’yla tanıştığım öğrencilik yıllarımdan beri ‘uzun yıllar’ yerine ‘çok sene’ demeyi tercih ediyorum. Ben ‘uzun yıllar’ demeye dönmem herhalde hocanın hatırasından dolayı ama sizin bu konuda ne düşündüğünüzü de merak ediyorum.”

Kadir Hoca haklı. Ben de ‘uzun yıllar‘ demenin saçma olduğunu pek çok kez düşünmüş, bazan kalemimin ucuna geldiğinde de kovmuşumdur onu. Fakat geçen hafta üstünde durmadan yazdım, dikkatimi çekmedi.

Ama şu da var: bazı deyişler, deyimler, mecazlar saçmalıklarına rağmen anlamlı olabilir. ABD’nin Japonya’ya attığı atom bombalarını ele alan iki kitap biliyorum, Japonların hazırladığı: The Longest Year (En Uzun Yıl – 1945’i anlatıyor) ve The Longest Day (En Uzun Gün – 6 Ağustos’u anlatıyor). Demek ki, 24 saati aşmasa da uzun gün, 365 günü aşmasa da uzun yıl olabiliyor. Zaten biz de kullanırız bu deyişi, felaketlerle dolu bir yıl için “Amma uzun sürdü bu yıl, bitmedi giti” deriz mesela. Sıkıntılı ya da çok hareketli bir gün için de ‘uzun gün‘ deriz.

Tabii bu örnekler somut bazı yıllar, günler, zaman dilimleri için ve o zaman diliminin uzunluğu için, çokluğu için değil. Halbuki ‘uzun yıllar’ı çokluğu belirtmek için kullanıyoruz, burada da Kadir Hoca’nın itirazı anlam kazanıyor.

Serhat Tutkal, ‘uzun yıllar‘ yerine ‘çok sene‘yi yeğliyor. Konuşurken ben de “Çok yıl geçti” derim, ama ‘sene‘yi kullanacaksam mutlaka ‘çok seneler‘ derim. ‘Çok yıllar’ı ve ‘çok sene’yi kulak tırmalayıcı bulmam Yahya Kemal yüzünden:

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.

‘Sessiz Gemi’de Yahya Kemal vezini gözeterek ‘seneler‘ diyor, ama ‘çok’a eklenen çoğul eki vurgu işlevi de görür, ondan yararlanıyor.

Ayrıca böyle çifte çoğullar özel isim haline gelip şöyle de kullanılıyor ya: ‘üç kardeşler’, ‘ikiz tepeler’, ‘Yedi Uyurlar’, ‘Kırk........

© Diken


Get it on Google Play