Pera Müzesi ve Atlas Publishing Lab iş birliğiyle düzenlenen “Yazar-Editör Sohbetleri”ne bu kez yazar Murathan Mungan ve Metis Yayınları editörü Müge Gürsoy Sökmen konuk oldu.

Mungan’ın son romanı “995 km”nin yayıma hazırlık sürecinde birlikte çalıştığı editör Müge Gürsoy Sökmen ve Murathan Mungan, 25 Ocak Perşembe akşamı Beyoğlu’ndaki Pera Müzesi’nde düzenlenen etkinlikte, okurları edebiyatın büyülü dünyasına baktırdı.

Okurların yoğun ilgi gösterdiği etkinlikte, salonda oturacak yer kalmayınca okurlar yerlerde oturmayı tercih etti.

Müge Gürsoy Sökmen’in sorularıyla ilerleyen etkinliğin sonunda, okurlardan “İstanbul için imza günü” talebi de yükseldi.

Etkinlik, önümüzdeki günlerde Pera Müzesi’nin ve Metis Yayınları’nın YouTube sayfasında yayımlanacak.

Müge Gürsoy Sökmen’in sorularına yazar Murathan Mungan’ın verdiği yanıtlardan yansıyanlar özetle şöyle:

1980 sonrası yayınevleri: 1980 kaosuna rağmen, bugüne kadar gelen süreçte aslında şu anda kitap dünyasında baskın olan bütün yayınevleri 1980 sonrasında kuruldu.

1980 öncesinin büyük marka yayınevleri ya ufaldılar ya da yazarlarını kaybettiler.

Bu nedenle 1980’den sonra başka bir atılım oldu. Ben bütün ümitsizliğe rağmen 1980 sonrası yayınevlerinin arayışlarını bu anlamda da önemsiyorum.

Bu vesileyle değinmek istediğim bir şey var. Evet, “Yaz Geçer” ilk tanışmamızdı ama öncesinde şöyle bir şey oldu. Ben 1988 yılında ömrü çok kısa olan bir gazetenin sanat, kültür editörü idim ve “Biz Duvar Yazısıyız” diye Metis Yayınları için genellikle bizim gazetelerimizde olmayan bir şey yapmıştım.

Tam sayfa karikatürü yaptırmıştım, kitabı öne çıkartan duvar yazılarıyla.

O hem yayın gazete piyasasında çok ilginç bulundu hem de kitabın tanıtımı arkasında “Metis güzel kitaplar basıyor” diye tanıtıyordum.

“Yaz Geçer”, o günden bugüne en çok satan kitaplarımdan biri oldu. Yani bana her yıl kira getiren bir dükkân gibi oldu.

Metis Yayınları: İlk kurmaca kitabım “Kaf Dağı’nın Önü”ydü, ilk editörlük çalışmasını orada yaptık. Müge'nin de söylediği ve bildiğiniz gibi 30 yıldır Metis'le neredeyse Katolik nikâhıyla birbirimize bağlanmış durumdayız.

Şimdi bunun arkasında şöyle bir hikâye var.

Benim gibi bir yazarın ölçülerinden biri de bu diyeyim. Genel bir doğru olarak söylemiyorum, yayınevi yazarına yakışmalı yazar da yayınevine yakışmalı diye düşünüyorum. Yani hangi yayınevi kataloğunda kimlerle yer aldığın benim için çok kıymetli.

Metis’in kataloğundaki yazarlara, kitaplara, dünya görüşüyle, siyasetiyle ebedi ve estetik ölçütleriyle, değerleriyle kendimi rahat ve ait hissediyorum. Onun dışında, gerçekten Müge iyi bir edebiyat editörü.

Editör-yazar yolculuğu: Birlikte senelerdir, çalışıyoruz artık kardeş olmuşuz, ayrı konu, ama benim bir editörden beklediğim şeytanın avukatlığını yapıyor olmasıdır. Ben editörden alkış, övgü beklemiyorum. Başkalarının gözlerini de kullanarak metni didiklemesini isterim. Bu bir güven ilişkisidir. Yazar ve editör arasında kurulan güven ilişkisidir. Anlaşamadığımız konular olabilir. Ben bazen fazla mühendis bulabilirim çünkü kendisi zaten makine mühendisi. Her konuda anlaşmak zorunda değiliz.

Yayın dünyamızda büyük bir boşluk olan editör boşluğuna dikkat çekmek istiyorum, kendi özelimizden giderek. Elbette iyi editörler var. “Piyasada hiç kimse yok, biz varız” demiyorum ama böyle bir sıkıntının olduğunu, böyle bir zorluk çekildiğini siz de biliyorsunuz. Ben hiçbir zaman elimde valiz yayınevi yayınevi gezen yazarlardan biri olmadım.

Ama benim bu ahlaki tutumumun yanında, bu çatı altında olmanın güveni de vardı. Açıkçası bunu onların bana övgüsüne karşı bir övgü olarak dile getirmiyorum. Bir realite olarak ifade ediyorum.

O günden bugüne geldik. Çok yol kat ettik ama ben sanki daha yeni başlıyormuş gibiyim. Halen bir heyecan, bir hırs... Yani ben de şaşırıyorum bu şey nereden geliyor diye.

Eleştiri: Kimse eleştiriden hoşlanmaz. Hepimiz başımız okşansın isteriz. Aferin almak isteriz. Yanağımızdan makas alsınlar isteriz. Niye bu kadar çırpınıyoruz? Sevilelim, okunalım, beğenilelim diye. Asıl kötü olan buna yenilmek, alkışa yenilmek, başının okşanmasına yenilmek.

Bazen bana söylerler; “Tamam, Ahmet ile Ayşe o lafı ediyor ama seni çok kıskandığı için ediyor.” Ben de hep aynı şeyi söylerim; “Bırak o çok kıskandığı için o lafı etsin ama kıskandığı için onun gördüğü bir şeyi belki diğeri beni çok sevdiği için göremiyordur.” Oradan bakmam gerekir.

Bir de sevil veya sevilme tüm eleştirenlerin gözünden ille hepsi kötü niyetli değil. Yani okurda pragmatistim, pragmatizm kendi adıma değil, kitap adına. Kitabın işine yarıyor mu? O eleştiri nereden yapılıyor, hangi argümanlarla yapılıyor, hangi değerleri, ölçüleri içeriyor? Eleştirirken hangi dengi kullanıyor?

Kitapla mesafe önemli. O mesafeyi koruduğun sürece de devamlı geliştirebiliyorsun.

Bir de şu var, insanın kendi işine, kendine bir mesafesi yoksa kendi ile çok özdeşse özdeşleşmişse eseriyle de aynı özdeşlik ilişkisini yaşıyor.

Kendini gözden geçirme, içine bakma kabiliyeti yüksek olan insanlar ortaya bir eser çıkardıkları zaman o mesafeyi oraya da gösteriyorlar. Ama içinde yaşadığımız patriyarkal narsist kültür buna çok müsaade etmiyor.

Patriyarkal lafını sadece erkekler için almayın, erkek gözüne kitlenmiş bir hayat mecburiyetinde bırakılmış kadınlar için de geçerli bu.

Arada bir böyle bir sarhoş olduysan (başarıdan) kendine iki tokat atıp kendini kendine getirmek becerisine sahip olmak gerekir. Yetenek önemli, yoksa olmayan bir şeyi, hiçbir editör var edemez.

İçgörü: Çok sıkıntılı bir dönemimde terapi görürken terapistim bana bir şey söylemişti: “Sizin, öyle bir iç görününüz var ki zaten kendi yolunuzu açıp buluyorsunuz. Bu aynı zamanda eserleriniz de besleyen bir şey.”

O yüzden benim de çok önemsediğim bir şey zaten içgörü. İçgörüsü olmayan insanların yazarlıklarında çok ciddi boşluklar olur. Çünkü oradan geçmeden kendini öteki yerine koyamıyorsun, başkalaştıramıyorsun, o rolü oynayamıyorsun, onu anlamakta zorluk çekiyorsun. Aslında iyi yazarlar, bir anlamda iyi psikiyatristtir.

Ve okurun zaten bildiğini teyit etmek için yazmazsın. Zaten tuttuğu takımın ne kadar haklı olduğunu göstermek için yazmazsın.

Beğenilmek herkesin hoşuna gider ama beni en çok heyecanlandıran şey, çok insanın beni beğenmesi değil, beni doğru yerden anlayıp beğenmesidir.

Yani yapmaya çalıştığın şeyin söylemeye çalıştığın şeyin doğru anlaşılıp da beğenildiğini gördüğün zaman aldığın keyif, çok daha büyük oluyor.

Çünkü o sadece sana, kitabına değil, arkasındaki emek sürecine, birikim sürecine, o damıtma, imbikten geçirme sürecine de tanıklığı ve teşekkür yerine geçiyor.

O zaman da sen zaten "şimdi doğru yapmışım" diyorsun. Gerçekten farklı odaklardan bakarak, farklı açılardan yazılan kitaplardır bunlar.

995 km: "995 km" şanslı bir kitap olacak. Ben yazarken o masanın başında “dur bir de 1990’lı yıllardaki savaş ekonomisine dokundurayım” diye yazmadım. O akış içerisinde kendi kendine oluştu.

Sende içkin olan vâkıf olduğun bir şeyi inşa ediyorsan karşıya o tür okumalar geçiyor ya da karakteri yaratırken, onun çocukluğundan başlayarak yaşamının çeşitli dönemlerine ait bir şeyleri koyarken psikoloji kitaplarını öğrendiğin bir takım önermeleri yapay bir şekilde yerleştirmiyorsun.

Senin içgörüyle, insan anlama çabalarınla inşa ettiğin bir hikâye de tıpkı çayın içinde eriyen şeker gibi akıp gidiyor.

Bu kitabın bana verdiği hediye bu oldu. Evet, anlaşıldım sevildim, övüldüm ayrı konu.
Karakter yaratmakta hikâye aslında çok, pek çok yerde söylediğim gibi bana bu romanı yazma fikrini veren, Musa Anter ve cinayetiydi.

Fakat roman yazarı ve roman aslında olayın ifşa eden hakikatleri ortaya çıkaran bir tutum ile yazılmaz o başlangıç noktasıdır.

Hatırlatırsın, çağrışım uyandırırsın, başkalaştırırsın.

Başkalaştırmaktan anladığım şu, o günden bu yana işlenen bütün faili meçhul cinayetleri akla getirecek işaretleri koyarsın.

Bir ikincisi de benim “Paranın Cinleri”, “Harita Metod Defteri”ni yazarken çok dikkat ettiğim bir şey vardı, hatıra defteri yazmıyorsun, kitap yazıyorsun kendi başından geçen şeyler herkesin çok ilgisini çekmeyebilir.

Sen başından geçen şeyleri başkalarının başlarına da paylaştırabiliyorsan o eser olur.

Katil aslında Diyarbakır gezilerimden birinde çıktı. Özellikle başka bir şey yapmaya çalıştım.

Doğrudan kitapta andığım bir elemanı, devletin doğrudan devletle bağlantısı olan bir elemanı değil, aynı zamanda bunun cihadın askerlerine organik olarak bağlı bir çifte ajan yaparsam kitap boyut kazanır diye düşündüm.

Böylelikle 1990’lı yıllarda hala Türkiye'de devlet ve askeri örgütlerle İslami örgütler arasında iki odağı da kitabın içini alabilmem için o karaktere ihtiyacım vardı. Bunu yaptığın anda zaten karakteri orijinal bir hale getiriyorsun.

Öyle bir karakteri yaratırken o karakterin sana sunduğu bir zorluk var. O zorluğu aşman için de o karakterin içine çok girmen gerekiyor.

Ben o kitabı yazarken malum İslami tarikatların, örgütlerin yazdıkları bir sürü kitabı okumak zorunda kaldım.

Romanı budaması aslında yazarlığın zor şeylerinden biridir. Çalışırken Müge de gördü.

Roman budamak zor bir iştir. Bir sürü şey yazdım, kullanmadım. Ama vicdansızca kesmezsen o bütünlüğe erişemiyorsun. O süreç önemliydi. Çünkü o karakteri yaratmak için önce inandırıcı olman gerekiyor.

Okurun bu kadar orijinal bir karakteri kabul etmesi için hem bireysel hem toplumsal şartlarını iyi yerleştirmen gerekiyor.

Şunu söyleyeyim, “1993’te başladın, niye şimdi çıkartıyorsun” diye sorular geliyor.

Hem ben aradan geçen yıllarda bir sürü şey öğrendim hem koşullar. Yani yazarlık sabır işi.

Aslında yazarlık, edebiyat 19. yüzyılın sanatı. Biz bu hız çağında bunun için dijital çağda hala esnaf işi, el sanatlığı işi yapıyoruz, sabır işi yapıyoruz.

995 km’nin bana yüklediği sorumluluklardan biri şuydu, bu yeteneklerle vicdanı ve enteresan ahlaka sahip biri olarak mümkün olduğu kadar nesnel olmak. Ben orada bayrak sallıyor değilim.

Bu kadar acı ve bu kadar sıkıntılı, bu kadar sorunlu bir dönem anlatıyorsun. Okurken okura zevk vermesi lazım. Çünkü kitap öncelikle bir haz nesnesi, okuduğundan zevk almalısın. Mesela bana birçok kişinin söylediği özür niyetine söylediği “Ama diliniz çok güzel.” Bir yazarın dili zaten güzel olmak zorunda.

Ben karakteri giyinerek yazıyorum, ben oynamadan yazamıyorum. O adam gibi hissetmeye, o adam gibi düşünmeye çalışıyorsun. Başka bir tür şizofrenik bölünme yaşıyorsun.“Valla erkek olduğu halde kadınları bu kadar iyi anlatan bir yazar” diyorlar. Çünkü kadın oluyorum yazarken ya da içimdeki kadın yazıyor. Yazım, benim toplumsal cinsiyetimle alakalı bir şey değil, bu almaşık bir şey.

Mağdurluk edebiyatına düşmeden yazıyorum. Gerçekten çok zalim, zalimce şeyler yaşanmış. Ben aslında mağdurdan yanayım. Duruşum öyle, mazlumdan yanayım. Her konudaki mazlumdan yanayım ama bunu dizini dövmeden bağrını dövmeden yapmanın asaletini arıyorum.

Yeri gelmişken söyleyeyim, kitapta sözü edilen hiçbir olay, polisiye ve askeri olay uydurma değil, hepsi belgeli mahkeme dosyalarına geçmiş birilerinin kitaplarında yer almış. Gazete koleksiyonları aradığınız zaman haber olarak karşınıza çıkacak şeyler.

Onu da şunun için yaptım. Oraya iki tane kurmaca bir şey koyduğun zaman okurlar da “Uydurma bu sallamış gidiyor” diyecek.

Hayır, o konuda hakkaniyetli davranmam gerekiyordu. Bakın arkadaşlar o köy öyle kül oldu, o insanlar öyle kurşuna dizildi. Bunlar böyle kaçak oldu. O kadın domuz bağına böyle bağlandı. Ben belge yazarı değilim. Romancı olarak benim hiçbir bu anlamda belgeye borcum yok.

O belgeyi çağrıştırıyorum okura, arka plan bir art alan açıyorum. Her iyi eserin arkasında bir+ alanı vardır. Onun çağrışımlarıyla, bilgileriyle deneyimi ile edebiyat görgüsüyle orayı inşa ettiği de art alan vardır. Kitapları sadece gözlerimizle değil, hayat bilgimizle de okuruz.

Şimdi bir de şu var, aslında kitabın malzemesiyle ritmi arasında bir karşıtlık var. Kitaptaki ayrıntıların büyük bir kısmını o hızda okuduğum zaman okur kaybediyor, özel bir ilgisi yoksa o konuya. Onun farkına varamıyor.

Edebiyat dille yapılan kurguyla yapılan hayal gücüyle yapılan beceriyle hünerle yapılan bir sanat, orada hünerini de göstereceksin.

Türkiye'nin doğusuyla batısı arasında çok ciddi bellek bölünmüşlüğü var. Aslında iki ülkede yaşıyoruz. Bu son dönem yaptığım söyleşilerde çok dile getirdiğim bir şey var. "Kutuplaşma, kutuplaşma" diyorsun. Türkiye'de bir kutuplaşma yok, daha doğrusu ikili bir kutuplaşma yok, parçalanmış, çok kutuplu bir toplumsal yapı var. Dolayısıyla bu ülkenin pusulasının kuzeyi kayboldu. İbre durmadan dönüyor.

Çünkü etrafında her grup her kesim kendi içinde de kutuplaştı, böyle bir şeyde benim bütün bunların ipuçları olabilecek bir başka yapı; ikinci bölüm başlığı ( 995 km için söz ediyor) örneğin adeta başka bir roman başlığı başka karakterler giriyor kitaba. Orada bir aynalama yapmak istedim.

1990'larda geçen şeyleri yeni kuşaklar bilmiyorlar. Bazı eski kuşaklardan tanık olanlar da o günleri yaşayanlar bilenler zaten biz bunları biliyorduk, "biliyordun da ne oldu?" kısmı ayrı ama bilmeyenlere bir şey söylemek gerek, ikincisi de dünyayla bağlantısını kurmak gerek.

Yani kitabı yazdığım zaman, eskiden sadece ufkumuz Türkiye ile sınırlıydı. Şimdi ben istiyorum ki bu kitap, Arjantin'de yayınlansın, hiç kimse yadırgamaz, Fransa'da yayınlandığı zaman yadırganmaz...Kitabı, dünyaya paylaştırmak sadece okurun başına değil dünyanın başıyla paylaştırmak gerekiyor.

Onun için oraya evrensel olan insani olan unsurları yerleştiriyorsun. Roman sanatında, roman baştaki karakterin yavaş yavaş değişimini bize anlatır, sondaki değişimini görürüz.

Salondan soru: Zor konulara giriyorsunuz, hukuki bir sorun yaşamaktan korktunuz mu?

Şövalyelik yapma derdinde değilim, eskilerin bir lafı vardır, “demirden korksam trene binmezdim.”

Bir işe soyunuyorsanız, bunun hesabını yapacaksınız. Ama hem de bir, korkunun ecele faydası yok, ikincisi de bu kadar korkuyla iş yapılmaz. Hangi ülkede yaşadığımın farkındayım. Başımıza bir şey gelebilir, bir şey olabilir, ama şunu size hatırlatmak isterim, bu kitaba kadar Murat Mungan sürecinde şu var.

Daha Türkiye'de kimse telaffuz bile edemez edemezken, ben 1975 yılında Birikim dergisinde çıkan bir yazımda “Bundan böyle zifiri bir umuttur artık Kürdistan” demiş biriyim. Sonradan olmadım.

Arkamda böyle bir tarih var, her zaman ezilenden yana oldum, entellektüel olmanın gereğidir bu. Hiçbir zaman hiçbir şeyin milliyetçisi fanatiği olmadım.

Burada yapmam gereken şey, entelektüel bir yazar olarak ahlaki olarak bunu yapmak. Bir de son yıllarda özellikle 1980’den bu yana, edebiyat dünyasında gerçekten bir apolitikleşme, fazla bireyselleşme fazla içine kapanmanın getirdiği bir hal görüyorum.

Bunlar ( yeni çıkan kitap) benim eski projelerim, yeni projelerim değil, benim projelerim zaman içinde demlenir birikir ben hazır olduğumda paylaşırım.

Edebiyat, gazete değildir. Hafta sonu dergisi değildir. Edebiyatın, hakikatlerin önünde gitmesi için olayların arkasında kalması gerekir.

Olaylar daha hızlı gelişir ama siz bütün o mesafeyi ancak büyük bir kitapla anlatırsınız. Benim kitabım büyük anlamında söylemedim bunu. Yoksa sizin zamanınızla olayların zamanı eşleşir. Sıradan kitap yazmışsınızdır, beş gün sonra da unutulur.

Edebiyat ölçülerini taşıyarak bu malzemeye yaklaşmak vardır. Nitekim başka şeylerim de var tezgâhta başka işlerim de var. Ben daha buradayım uzun bir süre.

(EMK)

QOSHE - Murathan Mungan: Ülkenin pusulasının kuzeyi kayboldu, ibre durmadan dönüyor - Evrim Kepenek
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Murathan Mungan: Ülkenin pusulasının kuzeyi kayboldu, ibre durmadan dönüyor

15 10
27.01.2024

Pera Müzesi ve Atlas Publishing Lab iş birliğiyle düzenlenen “Yazar-Editör Sohbetleri”ne bu kez yazar Murathan Mungan ve Metis Yayınları editörü Müge Gürsoy Sökmen konuk oldu.

Mungan’ın son romanı “995 km”nin yayıma hazırlık sürecinde birlikte çalıştığı editör Müge Gürsoy Sökmen ve Murathan Mungan, 25 Ocak Perşembe akşamı Beyoğlu’ndaki Pera Müzesi’nde düzenlenen etkinlikte, okurları edebiyatın büyülü dünyasına baktırdı.

Okurların yoğun ilgi gösterdiği etkinlikte, salonda oturacak yer kalmayınca okurlar yerlerde oturmayı tercih etti.

Müge Gürsoy Sökmen’in sorularıyla ilerleyen etkinliğin sonunda, okurlardan “İstanbul için imza günü” talebi de yükseldi.

Etkinlik, önümüzdeki günlerde Pera Müzesi’nin ve Metis Yayınları’nın YouTube sayfasında yayımlanacak.

Müge Gürsoy Sökmen’in sorularına yazar Murathan Mungan’ın verdiği yanıtlardan yansıyanlar özetle şöyle:

1980 sonrası yayınevleri: 1980 kaosuna rağmen, bugüne kadar gelen süreçte aslında şu anda kitap dünyasında baskın olan bütün yayınevleri 1980 sonrasında kuruldu.

1980 öncesinin büyük marka yayınevleri ya ufaldılar ya da yazarlarını kaybettiler.

Bu nedenle 1980’den sonra başka bir atılım oldu. Ben bütün ümitsizliğe rağmen 1980 sonrası yayınevlerinin arayışlarını bu anlamda da önemsiyorum.

Bu vesileyle değinmek istediğim bir şey var. Evet, “Yaz Geçer” ilk tanışmamızdı ama öncesinde şöyle bir şey oldu. Ben 1988 yılında ömrü çok kısa olan bir gazetenin sanat, kültür editörü idim ve “Biz Duvar Yazısıyız” diye Metis Yayınları için genellikle bizim gazetelerimizde olmayan bir şey yapmıştım.

Tam sayfa karikatürü yaptırmıştım, kitabı öne çıkartan duvar yazılarıyla.

O hem yayın gazete piyasasında çok ilginç bulundu hem de kitabın tanıtımı arkasında “Metis güzel kitaplar basıyor” diye tanıtıyordum.

“Yaz Geçer”, o günden bugüne en çok satan kitaplarımdan biri oldu. Yani bana her yıl kira getiren bir dükkân gibi oldu.

Metis Yayınları: İlk kurmaca kitabım “Kaf Dağı’nın Önü”ydü, ilk editörlük çalışmasını orada yaptık. Müge'nin de söylediği ve bildiğiniz gibi 30 yıldır Metis'le neredeyse Katolik nikâhıyla birbirimize bağlanmış durumdayız.

Şimdi bunun arkasında şöyle bir hikâye var.

Benim gibi bir yazarın ölçülerinden biri de bu diyeyim. Genel bir doğru olarak söylemiyorum, yayınevi yazarına yakışmalı yazar da yayınevine yakışmalı diye düşünüyorum. Yani hangi yayınevi kataloğunda kimlerle yer aldığın benim için çok kıymetli.

Metis’in kataloğundaki yazarlara, kitaplara, dünya görüşüyle, siyasetiyle ebedi ve estetik ölçütleriyle, değerleriyle kendimi rahat ve ait hissediyorum. Onun dışında, gerçekten Müge iyi bir edebiyat editörü.

Editör-yazar yolculuğu: Birlikte senelerdir, çalışıyoruz artık kardeş olmuşuz, ayrı konu, ama benim bir editörden beklediğim şeytanın avukatlığını yapıyor olmasıdır. Ben editörden alkış, övgü beklemiyorum. Başkalarının gözlerini de kullanarak metni didiklemesini isterim. Bu bir güven ilişkisidir. Yazar ve editör arasında kurulan güven ilişkisidir. Anlaşamadığımız konular olabilir. Ben bazen fazla mühendis bulabilirim çünkü kendisi zaten makine mühendisi. Her konuda anlaşmak zorunda değiliz.

Yayın dünyamızda büyük bir boşluk olan editör boşluğuna dikkat çekmek istiyorum, kendi özelimizden giderek. Elbette iyi editörler var. “Piyasada hiç kimse yok, biz varız” demiyorum ama böyle bir sıkıntının olduğunu, böyle bir zorluk çekildiğini siz de biliyorsunuz. Ben hiçbir zaman elimde valiz yayınevi yayınevi gezen yazarlardan biri olmadım.

Ama benim bu ahlaki tutumumun yanında, bu çatı altında olmanın güveni de vardı. Açıkçası bunu onların bana övgüsüne karşı bir övgü olarak dile getirmiyorum. Bir realite olarak ifade ediyorum.

O günden bugüne geldik. Çok yol kat ettik ama ben sanki daha yeni başlıyormuş gibiyim. Halen bir heyecan, bir hırs... Yani ben de şaşırıyorum bu şey nereden geliyor diye.

Eleştiri: Kimse eleştiriden hoşlanmaz. Hepimiz başımız okşansın isteriz. Aferin almak isteriz. Yanağımızdan makas alsınlar isteriz. Niye bu kadar çırpınıyoruz? Sevilelim, okunalım, beğenilelim diye. Asıl kötü olan buna yenilmek, alkışa yenilmek, başının okşanmasına yenilmek.

Bazen bana söylerler; “Tamam, Ahmet ile Ayşe o lafı ediyor ama seni çok kıskandığı için ediyor.” Ben de hep aynı şeyi söylerim; “Bırak o çok kıskandığı için o lafı etsin ama kıskandığı için onun gördüğü bir şeyi belki diğeri beni çok sevdiği için göremiyordur.” Oradan bakmam gerekir.

Bir de sevil veya sevilme tüm eleştirenlerin gözünden ille hepsi kötü niyetli değil. Yani okurda pragmatistim, pragmatizm kendi adıma değil, kitap adına. Kitabın işine yarıyor mu? O eleştiri nereden yapılıyor, hangi argümanlarla yapılıyor, hangi değerleri, ölçüleri içeriyor? Eleştirirken hangi dengi kullanıyor?

Kitapla mesafe önemli. O mesafeyi koruduğun sürece de devamlı geliştirebiliyorsun.

Bir de şu var, insanın kendi işine, kendine bir mesafesi yoksa kendi ile çok özdeşse özdeşleşmişse eseriyle de aynı özdeşlik ilişkisini yaşıyor.

Kendini gözden geçirme, içine bakma kabiliyeti yüksek olan insanlar ortaya bir eser çıkardıkları zaman o mesafeyi oraya da........

© Bianet


Get it on Google Play