menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Faşizm ve mitolojiler (3)

34 8
21.12.2025

Her şeyin akışkan, hızla değişen ve sabitlik duygusunu aşındıran bir çağda yaşıyoruz. Böylesi bir dönemde, değişmeyen, yüzyıllardır aynı kaldığı varsayılan, “arı”, “yüce”, “kahraman” bir kimlik tasarımı insanların gözünde giderek daha çekici hâle geliyor. Irkçılık tam da bu noktada işlev görüyor: kolektif kimliği tarihsel olarak sabitleyerek, değişim çağında bir tür baraj işlevi görüyor. Wilhelm Schmid, Die Suche nach Zusammenhalt (2025) adlı eserinde kimliğin bu çekiciliğini şöyle açıklar: Akışkanlık çağında, kimlik bir “idem” —yani Latince köküyle aynı kalan şey—olarak düşünülür. Değişen dünyanın ortasında, hiç değişmeyen bir özün vaadi. Bu, belirsizlikten bunalan özne için güçlü bir cazibe oluşturur.

Fakat bireyleşme süreci tam da burada kırılganlaşır. Modern benlik, sürekli “ben, ben, ben…” diyerek kendisini merkeze yerleştirirken aynı zamanda giderek daha hassas hâle gelir. Günlük hayattaki küçük narsistik incinmeler, öznenin benliğini inceltir ve kırılganlaştırır. Bu nedenle kolektif kimlik — “Türklük”, “Müslümanlık”, “Beyazlık”, “Batılılık” — kırılgan benlik için bir sığınak işlevi görür. Kişi bireysel zayıflıklarını, grup aidiyetiyle maskeler; benliğinin sarsılan sınırlarını kitle içinde sağlamlaştırır. Gruba dahil olanlar, farklarını en aza indirerek benzeşir; bu benzeşme zamanla aynılaşmaya dönüşür. İnsanların giyim tarzları, davranış kalıpları, konuşma biçimleri birbirine yaklaşır; bir kitle mimarisi oluşur. Şekilciliğin, üniformanın, sembollerin öneminin artması da bunun sonucudur. Kamuflaj giysiler çok moda. Seksi olmak için bile askeri giysiler tercih edilebiliyor. Askerileşmiş düzenlerde bunun örneğini açıkça görürüz: herkes aynı yürür, aynı selam verir, aynı tıraşı olur. Faşist özneyi bazen yalnızca bıyığından, postüründen, yürüyüşünden bile tanıyabiliriz. Neo-Nazilerin Hitler tıraşını benimsemesi ya da onun konuşma tarzını taklit etmesi bunun görünür simgeleridir. Kitleleşme birlikte itaati doğurur. İtaat eden özne özgürlüğünden vazgeçmiş olur; çünkü itaat varsa, hiyerarşi kaçınılmazdır. İşte bu yüzden faşist kitlelerde belirgin bir hiyerarşik düzen hemen göze çarpar. Hiyerarşiyi kabul eden özne, özgürlükten de kaçınır. Paul Mason’un Faschismus (2022) adlı eserinde belirttiği gibi, özgürlük düşmanlığı faşist hareketlerin tanımlayıcı özelliklerinden biridir. Çünkü özgürlük çok seslilik ister, farklı fikirleri kabul eder, eleştiriyi mümkün kılar, tartışmayı demokratikleştirir. Oysa faşizm, tek lider – tek söz – tek düzen – tek doğru üzerine kuruludur. Çokluğun yerini birlik değil, tekçilik alır. Benliğin yerini kitle alır. Düşünmenin yerini ise itaat.

Schmid özgürlüğün zor olduğunu söyler; fakat faşist gruplarda özgürlük yalnız zor değil, neredeyse imkânsızdır. Psikolojik açıdan da böyledir: İnsanın temel gereksinimi güvencedir. Faşist özne kendini grup içinde güvende hisseder; devletin faşist grupları doğrudan ya da dolaylı desteklemesi de bu güveni pekiştirir. Schmid iki tür özgürlükten söz eder:

Negatif özgürlük: Başkalarının koyduğu kurallara karşı mücadele etme. (Toplumun, ailenin, geleneğin baskılarına direnme.)

Pozitif özgürlük: Seçebilme, yön tayin edebilme kapasitesi.

Faşist kitle ise bu tanımların her ikisinden de uzak bir yapıya sahiptir. Çünkü özgürlük ister negatif ister pozitif anlamda ele alınsın, çoğulculuğu zorunlu kılar. Farklı seslerin duyulabildiği, karşıtlıkların ifade edilebildiği ortamlarda yaratıcılık yeşerir; Schmid’e göre diktatörlükler tam da bu nedenle yaratıcı alanı bilinçli biçimde bastırır. “Ben” ve “sen” olarak karşı karşıya gelen öznelerin açıkça tartıştığı, fikir ürettiği tüm kamusal alanlar faşizm açısından bir tehdit olarak algılanır. Bu nedenle faşizm yalnızca bir örgütlenme biçimi, bir hiyerarşi kurma meselesi ya da belirli bir siyasal hareket olarak kavranamaz. Faşizm, hayata karşı alınmış bir tutumdur. Özgürlüğe karşı bir duruştur; benzerlik, itaat, sadakat ve korku üzerine kurulu bir varoluş biçimidir.

Son yıllarda ise faşist yapılarda kendine özgü bir “çoğullaşma” gözlemlenmektedir. Bu çoğullaşma özgürlükçü bir genişleme değildir; aksine, faşizmin kendi içindeki çatallanmasının bir sonucudur. Faşist hareketler kendi içlerinde çoğulcu değildir; farklı olan, mevcut yapının dışına itilir ve ayrı örgütlenmeler oluşturur. Örneğin MHP, kendi içinde son derece hiyerarşik ve özgürlük karşıtı bir yapı sergilerken, farklı eğilimler parti dışına taşarak yeni faşist yapılanmalar kurmaktadır. Ancak bu ayrışmalar özgürleşmeye yol açmaz; ayrılan gruplar da kısa sürede kendi hiyerarşilerini, itaat mekanizmalarını ve kapalı düzenlerini yeniden üretirler.

Barış travması ve geleneksel faşizm

Geleneksel faşizm, büyük bir tarihsel travmanın ardından ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, yenilgi duygusu, ekonomik çöküş, yoksulluk ve varoluşsal belirsizlik, faşizmin psikopolitik zeminini oluşturdu. Paul Mason, Faschismus (2022, 2. Baskı) adlı eserinde dönemin faşistlerinin savaş hayranlığı taşıdığını vurgular: Barış onlar için bir iyileşme değil; savaşın sağladığı yoğun deneyimden ani ve acı bir kopuştu. Savaş, bu kuşak tarafından insan varoluşunun en güçlü, en “gerçek” hâli olarak idealize edildi. Barış ise yoğun heyecanın sönüşü, düşman imgesinin kaybı, kimliğin askıda kalması, anlamın çöktüğü bir dönem gibi yaşanıyordu. Bu yüzden faşistler savaş geçmişini yalnızca hatırlanan bir anı olarak değil, tamamlanmamış bir varoluş olarak gördüler. Sanki savaş yarım kalmış bir deneyim; sürdürülmesi, devam ettirilmesi gereken bir kimlik kurucusuydu. Ölümle yüzleşmek, açlık, yokluk, tehlike, sürekli tetikte olma hâli — faşist zihniyette insanı “çelikleştiren”, kimliği arındıran ve hayatı yoğunlaştıran deneyimler olarak idealize edildi. Barış ise bütün bu yoğunluğun yokluğu: Bir boşluk, bir kimliksizlik ve hatta travmanın ta kendisi… Dolayısıyla klasik faşizmde barış bir şifası değil, travmaydı. Faşist şiddet ve saldırganlık ise bu travmanın bilinçdışı “çözümü”: Barış travmasını savaşla iyileştirme fantezisi. Faşizm için şiddet bir araç değil, varoluşun doğrulanmasıdır: “Varım çünkü savaşıyorum.” Bu nedenle, geleneksel faşizm barışı değil, sürekli çatışmayı hayatın asıl hâli olarak görür. Savaşı durdurmak değil, sonsuzlaştırmak ister.

Bugün ise tarih boyunca ilk kez insanlık sağlık, eğitim, beslenme, barınma, teknoloji ve yaşam standartları konusunda en yüksek refah düzeyine ulaşmış durumda. Fakat faşist anlatı bu tabloyu tamamen tersine çevirir. Modern faşizm, gerçek bir travmanın değil, yapay olarak üretilmiş bir travma duygusunun ürünüdür.........

© Artı Gerçek