Bu sözü Demirel kullanırdı.

İlk kez, 1997 yılının Eylül ayında Mısır ziyareti sonrasında Türkiye'ye dönerken, uçakta gazetecilerle sohbeti sırasında duymuştum.

O zamanlar gazetecilik, olması gerektiği gibi yapılıyordu.

Bugünün genç gazetecileri şaka olduğunu bile düşünebilir ama 90'lı yıllar boyunca muhabirler, Demirel dahil bütün siyasilere çekinmeden her türlü soruyu sorabiliyordu.

Bu nedenle Cumhurbaşkanının, Başbakanın yurtiçi ve yurtdışı gezileri haber açısından son derece verimli geçerdi.

90'lı yılların ikinci yarısı boyunca PKK terörü ve Öcalan meselesi, Ortadoğu ülkeleriyle yapılan temasların en önemli gündem maddesi olduğu için gözler ister istemez bölgeye yapılan ziyaretlere çevriliyordu.

Diplomasi trafiğinin en kritik ülkesi Mısır'dı.

Devlet başkanları düzeyinde kurulan bir mekanizma ile Türkiye en üst düzeyde diplomasi yürütüyordu.

Demirel, Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması için Arap dünyasının kendince liderliğini üstlenmiş olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'ı sıkıştırıyor, Hafız Esad'ın ikna edilmesi için daha fazla çaba göstermesini istiyordu.

Ama, Hafız Esad, bir türlü ikna olmuyor, Öcalan gibi Türkiye'ye karşı büyük bir kozu elinden bırakmak istemiyordu.

Bu nedenle Demirel'in günübirlik Mısır ziyaretleri kısa süre sonra nafile bir çabaya dönmüştü.

Doğal olarak gazeteciler de dönüş yolunda kendisini sıkıştırıyordu.

Demirel bir türlü manşeti vermiyor, ustalıkla top çeviriyor, bir türlü, "elimiz boş dönüyoruz" diyemiyordu; demeye de getirmiyordu ki kendi bildiğimizce üç beş satır iddialı bir haber yazalım.

Derken, uçağın arka sıralarından genç bir muhabir, Öcalan'ın yerini biliyorsak neden uçaklarımız gidip orayı vurmuyor diye yarı orta yarı şut arası bir soru soruverdi.

Birkaç saniye, birkaç yıl gibi geçti, Demirel önce yutkundu, ağzından çıkacak her cümlenin öyle ya da böyle manşet olacağının farkındaydı. Cevap vermese hiç olmazdı! Sonra uçağın koltuğunda şöyle bir doğruldu, "Bak gardaşım" dedi, "Biz diplomasi yürütüyoruz. Savaş isteseydik çoktan savaş açardık, Terörden binlerce insanımız öldü. Askerlerimiz şehit oluyor. Ama biz önce normali makulde, makulu normalde arayalım. Bu dediğin sonraki iş"

Manşet çıkmıştı:

Demirel'den Suriye'ye askeri operasyon sinyali!

Ertesi gün, gazeteler bu ve benzeri başlıklarla çıktı. Ama kimse, Demirel'in, "normali makulde, makulu normalde arayalım" cümlesini başlığa çekmedi.

Oysa o dönemde iç siyasette de dış siyasette de asıl çizgi hep bu cümle üzerinden belirleniyor; devlet aklı ön planda oluyordu.

2002 yılında AKP'nin iktidara gelmesiyle bu çizgi önce silikleşti sonra tamamen ortadan kayboldu. Geçen 22 yılda, makul olmayan ne varsa normal, anormal olan ne varsa makul sayılır hale geldi. Devlet aklının yerini, Erdoğan'ın Makyavel'e bile rahmet okutacak pragmatizmi aldı.

Ancak bu pragmatizm, İsrail meselesinde çıkmaza girmiş gibi görünüyor.

ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı Brian Nelson'ın "Türkiye’nin Hamas’ı desteklemesinden dolayı endişeli" olduklarını söylemesi, ardından "Hamas’ın Türkiye’de gelecekte gerçekleştirebileceği terör saldırıları için para toplamaya veya operasyonlarına mali destek bulmaya devam edebilmesinden derin endişe duyuyoruz" yönündeki sözleri gündemin yoğunluğu arasında kaynadı gitti.

Oysa bu açıklamanın arka planı, iktidarın mevcut Ortadoğu politikasını yakından ilgilendiriyor.

Diplomasi arenasını hem çok iyi takip eden hem de diplomasi kulislerine hakim olan eski bir haber kaynağıma sordum.

"Erdoğan Batı ile ilişkilerinde kritik eşiğin üzerinde duruyor" dedi ve ekledi:

- Ama kendisi henüz bunun farkında değil...

Anlattıklarını dikkatlice not ettim.

Gazze'daki krizin ardından ne İsrail eski İsrail olacak ne de Hamas eski Hamas, o da Hamas'tan geriye ne kalırsa tabi!

Erdoğan'ın her yaptığını sineye çeken, "yeter ki sığınmacılara kapıları açmasın" diyen ülkeler, Ortadoğu konusunda yeni bir paradigma üzerinden yeni bir siyasi ve diplomatik pozisyon alabilir. Netanyahu'nun olmayacağı bir İsrail hükümetiyle, Hamas'ın yer almadığı bir Filistin hükümeti üzerinden yeni ve sonuca odaklı süreç başlatılabilir.

Batı'ya göre "adil", kalıcı bir barış için kollarını sıvayabilirler. Şimdiden sessiz sedasız hazırlıklar başlamış. Anlaşılan o ki Batılı ülkelerin kafasında bir takvim var.

Bu, Hamas'ın dolayısıyla İhvan'ın bölgede tutunması için elinden geleni yapan Erdoğan için "en kötü senaryo" denilebilir.

Türkiye, İsrail-Filistin arasındaki yeni süreçten sadece dışlanmayacak, teröre mali destek sağladığı yönünde bir suçlamayla da karşı karşıya kalacak. ABD'nin bu mesajı kapalı kapılar ardında değil de basın aracılığı ile vermesi, meselenin ciddiyetini ortaya koyması açısından önemli.

Bu süreçte Filistin'deki islamcı örgütlerin her adımının faturasının Türkiye'ye çıkarılması hiç uzak bir ihtimal değil.

Bir sonraki aşama Türkiye için bir nevi yaptırımlardan yaptırım, ambargolardan ambargo beğenme durumu!

Erdoğan şimdiki pozisyonundan tornistan edebilir mi, geri vites yaparsa sorun çözülür mü?

Bugün itibarıyla "evet" cevabını almak güç.

Diplomasi kulislerinde bu kez konuşulanlar farklı.

Bir yandan yerel seçimlerden sonra Türkiye'nin ekonomik açıdan bir karadeliğe dönüşmesinden ve bunun Avrupa'ya yönelik yoğun bir göç hareketi başlatmasından korkuluyor, diğer yandan Türkiye'nin Ortadoğu'yu istikrarsızlaştırıcı etkisinin daha da artmasından.

Özellikle dış siyasette makülü normalde, normali makulde aramayı bırakmanın faturası ilerleyen dönemde kabaracak gibi görünüyor.

Son olarak, AB'nin önde gelen ülkelerinden biri Ankara'daki diplolmatları aracılığı ile Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in Aralık sonu ya da Ocak ayı başı itibarıyla görevden alınıp alınmayacağını, Erdoğan'ın seçimden hemen önce ekonominin dümenine başka bir ismi getirip getirmeyeceğini öğrenmeye çalışıyormuş diyerek kritik bir kulis bilgisi verelim ve yazımıza noktayı koyalım.

QOSHE - 'Makulu normalde, normali makulde aramak lazım' - Bahadır Selim Dilek
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

'Makulu normalde, normali makulde aramak lazım'

8 11
05.12.2023

Bu sözü Demirel kullanırdı.

İlk kez, 1997 yılının Eylül ayında Mısır ziyareti sonrasında Türkiye'ye dönerken, uçakta gazetecilerle sohbeti sırasında duymuştum.

O zamanlar gazetecilik, olması gerektiği gibi yapılıyordu.

Bugünün genç gazetecileri şaka olduğunu bile düşünebilir ama 90'lı yıllar boyunca muhabirler, Demirel dahil bütün siyasilere çekinmeden her türlü soruyu sorabiliyordu.

Bu nedenle Cumhurbaşkanının, Başbakanın yurtiçi ve yurtdışı gezileri haber açısından son derece verimli geçerdi.

90'lı yılların ikinci yarısı boyunca PKK terörü ve Öcalan meselesi, Ortadoğu ülkeleriyle yapılan temasların en önemli gündem maddesi olduğu için gözler ister istemez bölgeye yapılan ziyaretlere çevriliyordu.

Diplomasi trafiğinin en kritik ülkesi Mısır'dı.

Devlet başkanları düzeyinde kurulan bir mekanizma ile Türkiye en üst düzeyde diplomasi yürütüyordu.

Demirel, Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması için Arap dünyasının kendince liderliğini üstlenmiş olan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'ı sıkıştırıyor, Hafız Esad'ın ikna edilmesi için daha fazla çaba göstermesini istiyordu.

Ama, Hafız Esad, bir türlü ikna olmuyor, Öcalan gibi Türkiye'ye karşı büyük bir kozu elinden bırakmak istemiyordu.

Bu nedenle Demirel'in günübirlik Mısır ziyaretleri kısa süre sonra nafile bir çabaya dönmüştü.

Doğal olarak gazeteciler de dönüş yolunda kendisini sıkıştırıyordu.

Demirel bir türlü manşeti vermiyor, ustalıkla top çeviriyor, bir türlü, "elimiz boş dönüyoruz" diyemiyordu; demeye de getirmiyordu ki kendi bildiğimizce üç beş satır iddialı bir haber yazalım.

Derken, uçağın arka sıralarından genç bir muhabir, Öcalan'ın yerini biliyorsak neden uçaklarımız gidip orayı vurmuyor diye yarı orta yarı şut arası bir soru soruverdi.

Birkaç saniye, birkaç yıl gibi geçti, Demirel önce yutkundu, ağzından çıkacak her cümlenin öyle ya da böyle manşet olacağının farkındaydı. Cevap vermese hiç olmazdı! Sonra uçağın koltuğunda şöyle bir doğruldu,........

© 12punto


Get it on Google Play