Geçtiğimiz hafta 2015 yılından beridir Türkiye’den gelen suyu, sonsuz bir kaynakmış gibi değerlendirerek, aradan geçen sekiz yıl içerisinde su potansiyelimizin geliştirilmesi yönünde hiçbir adım atılmadığını belirtmiş ve yazıyı şu soruyla bitirmiştim:

“İklim değişikliğinin yarattığı krizin bizi etkilediği kadar Türkiye’yi de etkileyeceği bilindiğine göre Türkiye, yıllar içerisinde Kıbrıs’ın kuzeyinde artacak olan talebi daha fazla su getirerek karşılayamazsa bizim toplumsal hareket planımız ne olacak?”

***

Türkiye’den gelen suyun toplumda yoğun biçimde tartışıldığı 2015 ve 2016 yıllarında, Türkiye ile imzalanan su anlaşmaları çerçevesinde üzerinde en fazla durulan konu “alım garantisi” ile ilgili olan düzenlemelerdi.

2 Mart 2016 tarihinde dönemin KKTC Başbakanı Ömer Kalyoncu ile TC Başbakanı Ahmet Davutoğlu arasında imzalanan Hükümetlerarası Anlaşma’nın 12. Maddesi, alım garantisi ile ilgili şartları düzenliyor ve yıllara göre Kıbrıs Türk tarafının kaç metreküp su için alım garantisi verdiğini düzenliyordu.

1980’li yıllardan itibaren yürürlüğe konulan neoliberal politikalar çerçevesinde özel sektörün teşvik edilmesi ve daha az finansman kullanarak yatırım yapması amacıyla kullanılan “alım garantisi” modeli, Türkiye’den getirilecek olan su anlaşmasında yer alınca, özellikle sol çevrelerce çok büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Bana göre bu büyük bir yanılgıydı!

Çünkü yetmiş beş milyon metreküp suyun yarısının içme suyu, geri kalan yarısının ise tarımsal maksatlar bakımından kullanılacağı bir ortamda, içme suyu için ayrılan 37 buçuk milyon metreküplük kaynak çok ciddi bir kaynak değildi.

Dünya Sağlık Örgütü’nün bir kişinin günlük içme ve kullanma suyu standartları çerçevesinde değerlendirecek olursak, bu miktardaki bir su ancak 445 bin kişilik nüfusa yetecek kadar bir miktardı.

Dolayısıyla alım garantisini bir dayatma olarak algılayıp burada boğulmaktansa, bizim bu suyu her koşulda almamızı temin edecek bir düzenleme üzerinde durmamız ve “verim garantisi” talep etmemiz gerekirdi. Bunu o dönemde katıldığım programlarda ve toplantılarda da dile getirmiştim.

Üstelik bu “verim” yalnızca bahse konu miktardaki suyu almakla sınırlı tutulamayacak bir biçimde Kıbrıs Türk halkının kurumsal yapısının güçlendireceği bir anlayışa dayandırılmalıydı.

Türkiye’den gelen su da dahil olmak üzere tüm su kaynaklarının Kıbrıslı Türk mühendis ve teknik elemanlar tarafından işletilebileceği bir zeminimiz olmalıydı.

Bugün akiferler başta olmak üzere tüm gelişmelerin teknolojik imkanlarla takip edilebileceği ve toplumun ihtiyaç duyacağı yeni projelerin geliştirilebileceği bir kurumsal yapıya ulaşabilmeliydik.

Nitekim içinde bulunduğumuz dönemde ekonominin gelişmesi başta olmak üzere, turizmde ve yüksek öğrenimde artan nüfus ve artık bir anomaliye dönüşen kontrolsüz nüfus artışı nedeniyle bu miktarın kat be kat üzerinde bir suya ihtiyaç duyduğumuz anlaşılıyor. Kaldı ki; Türkiye’den gelen su yanında yerel kaynaklardan karşıladığımız ciddi miktarda bir kaynak olduğu da kimsenin yadsımadığı bir gerçeklik.

***

Başlangıçtaki sorunun cevabı; Türkiye’den gelen suyu kaynak çeşitliliğinin bir unsuru olarak görerek nüfus ile ekonominin gelişiminin sınırlarının doğal kaynaklarımız kadar olduğunu bilmekten geçiyor.

Elbette ki; tasarruf politikalarını tavizsiz bir biçimde ele alarak tarım sektörü başta olmak üzere, turizmi ve yüksek öğrenimi planlamaktan geçiyor.

Ancak her şeyin başında Kıbrıs Türk halkının bu topraklardaki kurumsal yapısının güçlendirilerek, teknolojik imkanlarla donatılarak kamunun yeniden ayağa kaldırılmasından geçiyor.

Aksi, borudan suyun aktığı güne kadar büyük bir rahatlık içerisinde hareket etmek ancak geçmiş yıllarda olduğu gibi bir kaza sonucu borunun kopması veya başka her hangi bir nedenle Türkiye’nin su sağlayamayacağı bir noktaya gelmesi durumunda sorunlarımızla baş başa kalacağımız bir ortama sürükleneceğimiz anlamına geliyor.

Kıbrıs Türk halkı bunu yapacak bilgiye de cesarete de sahiptir. “Verim garantisine” odaklanmak bu açıdan son derece önemlidir ve hayatidir.

QOSHE - Alım garantisi değil, verim garantisi! - Birol Karaman
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Alım garantisi değil, verim garantisi!

2 8
29.11.2023

Geçtiğimiz hafta 2015 yılından beridir Türkiye’den gelen suyu, sonsuz bir kaynakmış gibi değerlendirerek, aradan geçen sekiz yıl içerisinde su potansiyelimizin geliştirilmesi yönünde hiçbir adım atılmadığını belirtmiş ve yazıyı şu soruyla bitirmiştim:

“İklim değişikliğinin yarattığı krizin bizi etkilediği kadar Türkiye’yi de etkileyeceği bilindiğine göre Türkiye, yıllar içerisinde Kıbrıs’ın kuzeyinde artacak olan talebi daha fazla su getirerek karşılayamazsa bizim toplumsal hareket planımız ne olacak?”

***

Türkiye’den gelen suyun toplumda yoğun biçimde tartışıldığı 2015 ve 2016 yıllarında, Türkiye ile imzalanan su anlaşmaları çerçevesinde üzerinde en fazla durulan konu “alım garantisi” ile ilgili olan düzenlemelerdi.

2 Mart 2016 tarihinde dönemin KKTC Başbakanı Ömer Kalyoncu ile TC Başbakanı Ahmet Davutoğlu arasında imzalanan Hükümetlerarası Anlaşma’nın 12. Maddesi, alım garantisi ile ilgili şartları düzenliyor ve yıllara göre Kıbrıs Türk tarafının kaç metreküp su için alım garantisi verdiğini düzenliyordu.

1980’li yıllardan itibaren yürürlüğe konulan neoliberal politikalar çerçevesinde özel sektörün teşvik edilmesi ve daha az finansman kullanarak yatırım yapması amacıyla kullanılan “alım garantisi” modeli, Türkiye’den getirilecek olan su anlaşmasında yer alınca, özellikle sol çevrelerce çok büyük bir........

© Yeni Düzen


Get it on Google Play