Hakiki cumhuriyetin en tatlı bir meyvesi hürriyettir. Hürriyetin olmadığı yerde, hakiki cumhuriyet yok demektir. Var gibi görünen de, “Manasız bir isim ve resimden ibarettir.”

Aynen, bizdeki cumhuriyetin ilk çeyreğinde olduğu gibi. Cumhur dediğimiz halk tabakası, 1923’ten tâ 1950 kadar cumhuriyetin ruhuna uygun bir yönetim, bir işleyiş göremedi, gösterilmedi. Aynı şekilde, “Ne kendine, ne başkasına zarar vermeyen bir hürriyet” havasını teneffüs edemedi.

Evet, söz konusu o 27 yıllık “mutlak istibdat” döneminde, Türkiye hemen her yönüyle adeta yasaklar ülkesine döndü. O yasak, bu yasak, şu yasak: Tekke, türbe, zaviye, Osmanlıca kitâbe, medrese, Arabî matbaaa, mevlit, sarık, ezan, Kurân, hatta hurûf-u Kurân…

Bunların dışında, ayrıca Paşa, Hafız, Beyefendi, Hanımefendi gibi bazı kelime ve tabirlerin yazılması, telaffuz edilmesi bile yasaklandı.

Bu meyanda bir adım daha ileri gidilerek, kanun zoruyla konulan bazı yasaklara cezai müeyyideler uygulandı. Kapatma cezasının yanı sıra, o manasız yasakların bir kısmına zamanla hapis ve para cezaları da getirildi. Vesaire…

*

Evet, Osmanlı’dan sonra kurulan yeni Türkiye’de, yasaklar furyası ile eş zamanlı olarak dinden, İslâmdan ve mâneviyattan da uzaklaşma adımları atıldı.

1924 yılı Mart ayı başlarında Hilâfetin kaldırılması ve Medreselerin kapatılması ile atılan radikal adımları, ecnebi kıyafetinin dayatılması, İslâm hukukunun devre dışı edilmesi, Latin harflerinin mecburi kılınması, “Türkçe Ezan” şarkısının devreye sokulması, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, nihayet Laikliğin dinsizlik mânasında tatbik sahasına konulması gibi adımlar takip etti.

*

Pencere kafeslerine yasak getirildi

Şimdi tam bu noktada ve “günün tarihi” itibariyle yukarıda zikredilen o kahredici yasaklardan birini misal sadedinde hatırlatarak konuyu açmaya çalışalım.

Merkezî hükûmetin marifetiyle ülke genelindeki hava “İkinci Avrupa” olan Bozuk Batı’ya uygun bir istikamette olunca, mahallî idareler de aynı yönde gitme ve böylelikle merkeze yaranma yarışı içine girdiler.

O mahallî idarelerin başında ise, şüphesiz Ankara ve o tarihlerde Ankara’dan yüz kat daha büyük bir şehir olan İstanbul geliyordu.

İşte, İstanbul Belediyesi tarafından 26 Şubat 1934’te alınan acip ve tuhaf bir kararla, pekçok evin (bilhassa cumbalı evlerin) penceresinde bulunan kafeslerin kaldırılması cihetine gidildi.

*

Daha çok Osmanlı İstanbul’unda, evlerin dışarıya bakan penceresine kafes sistemi monte edilirdi. Ahşaptan yapılan kafesler, bilhassa dindar ve muhafazakâr âileler için, sokağa, yani dışarıya karşı gayet güzel, hoş, zarîf ve estetik bir siper vazifesini görüyordu.

Tek parti dönemi belediyesinin o tarihte aldığı gereksiz ve aslında utanç verici yasaklama kararı, aslında belli bir zihniyetin temelinde var olan din karşıtlığının, aynı zamanda tarih ve kültür düşmanlığına da nasıl yol açtığının çok açık bir ifadesidir.

Neyse ki, o devirler geride kaldı. Özellikle 1950’den sonra vatandaşın dinine, inancına, sosyal ve kültürel hayatına doğrudan müdahale politikaları zayıflamaya yüz tutarken, yeni ve sözde modern çok katlı binaların yayılmasıyla, maalesef köklü bazı değerlerimiz de unutulmaya yüz tuttu. Şimdilerde tartışılan konu “Mimari yapılanma yatay mı, dikey mi olmalı?” noktasında düğümleniyor. Ama, ne tuhaftır ki, yatay mimari stiller doğru bulunduğu halde, uygulamada dikey mimari ağırlık kazanıyor. Bu da, yüz yıldır bir türlü kendimize gelemediğimizin, yani kendimiz olamadığımızın bir göstergesi sayılır.

QOSHE - Yasaklarda son perde: Kafes yasak - M. Latif Salihoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yasaklarda son perde: Kafes yasak

9 1
26.02.2024

Hakiki cumhuriyetin en tatlı bir meyvesi hürriyettir. Hürriyetin olmadığı yerde, hakiki cumhuriyet yok demektir. Var gibi görünen de, “Manasız bir isim ve resimden ibarettir.”

Aynen, bizdeki cumhuriyetin ilk çeyreğinde olduğu gibi. Cumhur dediğimiz halk tabakası, 1923’ten tâ 1950 kadar cumhuriyetin ruhuna uygun bir yönetim, bir işleyiş göremedi, gösterilmedi. Aynı şekilde, “Ne kendine, ne başkasına zarar vermeyen bir hürriyet” havasını teneffüs edemedi.

Evet, söz konusu o 27 yıllık “mutlak istibdat” döneminde, Türkiye hemen her yönüyle adeta yasaklar ülkesine döndü. O yasak, bu yasak, şu yasak: Tekke, türbe, zaviye, Osmanlıca kitâbe, medrese, Arabî matbaaa, mevlit, sarık, ezan, Kurân, hatta hurûf-u Kurân…

Bunların dışında, ayrıca Paşa, Hafız, Beyefendi, Hanımefendi gibi bazı kelime ve tabirlerin yazılması, telaffuz edilmesi bile yasaklandı.

Bu meyanda bir adım daha ileri gidilerek, kanun zoruyla konulan bazı yasaklara cezai müeyyideler uygulandı. Kapatma cezasının yanı sıra, o manasız yasakların bir kısmına zamanla hapis ve para cezaları da getirildi. Vesaire…

Evet, Osmanlı’dan sonra kurulan yeni Türkiye’de, yasaklar furyası ile eş zamanlı........

© Yeni Asya


Get it on Google Play