Tarihte olduğu gibi, örnekleri bugün de var. Yani, baştaki zât görünürde veya gerçekte dindar olduğu halde, takip etmiş olduğu tarz-ı siyasetin din ile, İslâmiyet ile bağdaşır bir tarafı olmayabilir.

*

Sene 1907. Devir, Sultan II. Abdülhamid devri. Rejimin adı Mutlâkıyet. Yani, monarşik sistemin ve "tek adam" iktidarının hükümfermâ olduğu rejimin tâ kendisi.

O döneme ait önemli bir husus da şudur: O zamanın "tek adam"ı şefkatli, merhametlidir. Sonradan da mazlûm duruma düşmüş veli–misâl bir padişahtır, Sultan Abdülhamid.

Dolayısıyla, o devrin yakıcı, bunaltıcı ateşlerinden sorumlu yegâne idareci değildir. Şüphesiz, o diktatöryal idarenin başka suç ortakları da var.

O suç ortakları, hükümet kapısında duran ve fikrî istibdadın devamını isteyen bazı yağcılar, riyâkârlar, yalaka tipler ve bir kısmı totaliter kafalı askerler ile menfaatperest siyasetçilerdir.

Hepsine birden “istibdat koalisyonu” denebilir. Bunlar, koca bir milleti "sigara kâğıdı gibi ince" bir dikta perdesi altında inim inim inletiyordu: Onların hükümfermâ olduğu devirde, doğru dürüst bir yazma-konuşma hürriyeti, yani fikir serbestiyeti yoktu. İdamlar da pek yoktu gerçi; ancak, sansür ve sürgün kànunu, bütün katılığıyla uygulanmaya devam ediyordu.

*

Netice itibariyle, otuz yıldan fazla zamandır süregelen bu "hafif istibdat" yönetimi, perde altında öylesine şedit, öfkeli, garazlı bir muhalif kitleyi besledi ki, ülke siyasetini müthiş bir infilâkın eşiğine getirdi. Taraflar arasında alevlenen kin ve intikam duyguları, insanlardaki vicdan terazisini dahi bozacak kadar ciddi sarsıntılara yol açıyordu.

İşte, tam bu esnada, Şark'ın yalçın dağları arasından çıkıp yollara düşen Bediüzzaman Said Nursî, matbuat sahibi Ahmed Râmiz'in tâbiriyle "İstanbul'a bir güneş gibi doğdu."

Üstad Bediüzzaman'ın 1907 yılı sonlarında memleketi olan Bitlis'ten yola çıktığı anlaşılıyor. Yanında o tarihte Bitlis valisi olan Tahir Paşanın padişaha hitaben yazdığı mektubu var.

Onun İstanbul'a geliş maksadını ve burada başına gelenleri yine Ahmed Râmiz'den dinleyelim. Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin 1957 yılı teksir nüshasının başında, ilk nâşir olan Ahmed Râmiz'in bu meyandaki sözleri şöyle:

"Saîd Nûrsî, İstanbul'a şûrezâr (çorak kalmış) Vilâyât-ı Şarkıyyenin maârifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyâsetini zelzeleye vermek azmiyle gelmişti.

"Dahâ İstanbul'a gelmeden Van'dan, Bitlis'ten, Mardin'den defaâtle nefyolundu. İstanbul'a gelmesiyle beraber, Sultan Abdülhamîd tarafından da sûret-i mahsûsada tarassud (gözetim) altına aldırıldı. Birkaç kere tevkîf edildi.

"Nihâyet bir gün geldi ki, Saîd Nûrsî'yi de Üsküdâr'a Toptaşı'na yolladılar. Çünkü, hapishânede îkaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi.

"Tîmârhâneden ikide bir çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr ediliyor... Hz. Saîd: 'Ben Vilâyât-ı Şarkıyyede medrese-mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem' diyordu."

Bakalım Said Nursî, İstanbul'a geldiği ilk aylarda "Yıldız siyaseti"nden daha başka neler çekti ve kendisi bu durum karşısında neler yaptı... Bir sonraki yazıda bu konuya temas etmeye çalışalım.

(Devamı var)

QOSHE - Dindar şahsiyetin kindar siyaseti -1 - M. Latif Salihoğlu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Dindar şahsiyetin kindar siyaseti -1

15 10
19.02.2024

Tarihte olduğu gibi, örnekleri bugün de var. Yani, baştaki zât görünürde veya gerçekte dindar olduğu halde, takip etmiş olduğu tarz-ı siyasetin din ile, İslâmiyet ile bağdaşır bir tarafı olmayabilir.

Sene 1907. Devir, Sultan II. Abdülhamid devri. Rejimin adı Mutlâkıyet. Yani, monarşik sistemin ve "tek adam" iktidarının hükümfermâ olduğu rejimin tâ kendisi.

O döneme ait önemli bir husus da şudur: O zamanın "tek adam"ı şefkatli, merhametlidir. Sonradan da mazlûm duruma düşmüş veli–misâl bir padişahtır, Sultan Abdülhamid.

Dolayısıyla, o devrin yakıcı, bunaltıcı ateşlerinden sorumlu yegâne idareci değildir. Şüphesiz, o diktatöryal idarenin başka suç ortakları da var.

O suç ortakları, hükümet kapısında duran ve fikrî istibdadın devamını isteyen bazı yağcılar, riyâkârlar, yalaka tipler ve bir kısmı totaliter kafalı askerler ile menfaatperest siyasetçilerdir.

Hepsine birden “istibdat koalisyonu” denebilir. Bunlar, koca bir milleti "sigara kâğıdı gibi ince" bir dikta perdesi altında inim inim inletiyordu: Onların hükümfermâ olduğu........

© Yeni Asya


Get it on Google Play