menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Zekâ, beka ve aklın intiharı

7 0
13.10.2025

Bu yazımda;
Evrensel bir insanlık sorgulamasına kapı aralamak. Toplumun aklını yitirmesi, hukukun körleşmesi, liyakatin erozyona uğraması ve vicdanın kaybolması gibi unsurların bir çürüme zinciri olduğunu, insanoğlunun ise hem kendi sokağında hem de dünyada olup bitenle yüzleşmesi, pasif bir alıcı olmaktan çıkıp, harekete geçmesi, düşünmesi ve itiraz etmesi noktasında, Camus’un “Hayatın anlamsızlığına rağmen direnmek gerekir” sözünü hatırlatıp bir feryat, bir ayna ve bir yol haritası olsun ve insanlığın içinde bulunduğu çürümeyi cesurca ortaya koyalım ki, umudu ve direnişi de hatırlayalım istedim...


***

​"Türkiye'de 'sol' denen şey aslında sağ, 'sağ' denen şey de aslında sol'dur." diyor, İdris Küçükömer¹...

​Günübirlik yaşam ve yorgun ruhlar…
Eğitim sisteminin çöküşü, ekonomik çaresizlik, dış politikada tutarsızlık, iç siyasette kutuplaşma, biat kültürü, Atatürk'ün ve Cumhuriyet’in değerlerinden kopuşlar ki, neticeten normalleşen anormallikler...

​Gerçekten,
Bindik bir alamete kıyamete mi gidiyoruz?
Ya da, tersine bir dünyada ömür tükettiğimizden bir akıl sorunu, bir varlık yokluk sorunu mu ortaya çıktı ki, hâlâ "zeka, beka ve keyifler keka!" modunda gibiyiz?
​Elalem "tesadüfen ölürken bizler tesadüfen mi yaşıyoruz?" , biraz düşünelim mi?

​Değerli Okurlar,
Ne yaşarsak yaşayalım, bilmelisiniz ki;
Bu topraklarda umut, akıl ve vicdanın ışığıyla yeniden doğmak mümkün. Tarihteki örneklerine bakmanız yeterli.

​Ama önce, çağın yaşattığı, o “normalleşmiş anormallikleri” aynada görelim, daha doğrusu 'Hiciv Sözlüğü'müzden üj bej örnekle yazımızın ana temasını zihnimizde tutalım diyorum.

​İşte;
​Adalet: Artık terazi değil, çok çok bağıran haklı...
Beka: Her eleştirinin tek cevabı ama çözümü yok…
Liyakat: CV’deki yeri artık “dayı kontenjanı”...
Eğitim: Ezber kutsal, sorgulamak yasak...
Akıl: Sistem için risk unsuru. Düşünen için tehdit..
Sosyal medya: Dijital gladyatör arenası.
Vicdan: Aranan ama bulunamayan bir değer.
Yoksulluk: İstatistik değil de yaşam biçimi oldu.
Umut: Aranıyor.
İtiraz: Sistem dışı bir refleks olmuş, unutulmuş.
Öğretmen: Maaşla değil, inançla ayakta gibi...
Geçim: “Asgari” yaşam, “asgari” umut demek oldu.
Tarım: İthal domateste “yerli ve milli” etiketi!..
Zam: Maaş artmaz, fiyatlar yarışır.
Orman yangını: Her ağaçla birlikte bir değer yanıyor.
Kadın cinayeti: Haber bülteni rutini. “Yine mi?” sorusu ise duyarsızlığın yankısı.

​İsterseniz,
Bu envanteri, aklın intiharının özeti gibi kabul edin.

​Şimdi de beka nedir? Mert Ciğerli'nin ifadesiyle²;
​"Bir devletin toprak bütünlüğünü, ahdi hukukunu ve anayasal düzenini iç ve dış tehditlere karşı koruması suretiyle hayatiyetini devam ettirmesi anlamında bir kelime olan Beka “Kalıcı-Varlık-Var olmak- Ölmezlik -Sonu bulunmamak” anlamlarına gelse de bugün uluslararası bir siyaset deyimi gibi: devletlerin var olmaları ve varlıklarını korumaları için stratejik proje ve hedefleri...

​Türkiye’nin beka meselesi, bulunduğu coğrafyanın bereketinin, göz kamaştıran potansiyelinin çekim gücünün ürettiği dış ilginin zemin hazırladığı riskler bütünüdür.

​Her şeyden önce beka demek varlığını korumak, bulunduğu topraklarda kalıcılaşmak, tehditlere karşı dirençli olmak demektir.

​Ülke tarihinin her aşamasında diri, canlı bir hassasiyet ölçüsüdür.

​Türkiye’yi merkez alan, Türkiye’yi Türkiye’den yönetme inancının, direncinin ve kararlılığının varlığıyla ortaya çıkmış küresel kuşatmanın karşısındaki direnç noktamızdır."

​"Küresel ve Yerel Kaosun Haritası" noktasında Sadık Çelik³'in tamamlayıcı ifadeleri;

​“İnsanoğlunun istila ettiği bu yeryüzü, artık sadece coğrafyaların değil, dertlerin de haritası. Savaşlar, krizler, açlık, yoksulluk ve yıkım, kıtaları, okyanusları aşıyor.​Küresel güçler, dünyanın efendileri, birbirlerine nükleer tehditler savuruyor; kartlarını saklayıp blöf yaparak dünyayı kendi çıkarlarına göre dizayn ediyorlar:

​Mesela,
Gazze’de, tarihte bile örneğine pek az rastlanan türden bir kıyım ve yıkım var. Şimdilik barış görüşmeleri ve ateşkes kararları gündemde, yarın ne olur derseniz, bilinmezlik...

​Suriye’de de koca bir enkaz, yoksulluk ve göç dalgaları…

​Kısaca, parçalanmış bir coğrafya ve belirsizlik içinde verilen yaşam mücadeleleri var ve bu manzara sadece Ortadoğu’ya özgü de değil. Afrika’dan Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar iklim krizinin, kuraklık ve susuzluğun, ekonomik çöküşlerin, otoriterleşmenin ve savaşların farklı yüzleri yok mu?

​Yerini kaygıya ve öfkeye bırakan, acaba bir "umut" kaldıysa yeniden yeşerir mi bilinmezlik ve belirsizliği içindeki insanlar insanlar...

​Biliyoruz ki, bu sorunlar sadece tarihsel değil günümüzün de birebir aynası...

​Hep geçim derdi, barınma kaygısı derken kabullenilmiş bir kitlesel yoksulluk hali önümüzde: Bir zamanlar tek bir emekçinin omuzladığı beş kişilik ailenin geçimi, bugün beş çift omuza yüklense de zor hale gelmiş...

​Bir taraftan, Anadolu’nun bereketli toprakları boş bırakılmış, köylü tarladan, hayvancı ahırdan soğutulmuş halde, sanki plansızlığın tohumu yıllar önce atılmış ve bugün pahalı sofralarda filiz veriyor gibi...

​Diğer taraftan, ülkenin dört bir yanındaki orman yangınları ki, her kaybolan ağaç, nefesimizi biraz daha ağırlaştırıyor. O alevlerin yalnızca ormanı değil, koruyamadığımız kadınları, aileyi, güveni, barışı, adaleti yani insanca yaşamın kendisini hatırlatmasına ne diyebiliriz ki...

​Adeta, tarımı bilmeyenlerin tarımı, ormanı tanımayanların ormanı yönettiği bir kara düzen gibi...

​Çürüme sadece devletin değil, evlerimizin de duvarlarına sızmış: Sahte diplomalar, taklit imzalar, sınav sorularının el altından servis edildiğine dair şaibeler ki, devlet kurumunun kalbine uzanan kirli eller. Bunlar tek tek skandallar da değildir, görünmezden başlayıp yapının bütününü çürüten vakalardan... Ki, güven sarsıldığında, vatandaşın devlete verdiği rıza da erir, erimelidir de...

​Ama barış;
O, öyle bir değerdir ki, seçim matematiğine, oy mühendisliğine malzeme edilirse içi boşalan bir değer olarak kalır. Son ‘süreç’te siyasi hesaplarla gölgeleniyor gibi olsa da eşitlik ve hakkaniyete yaslanan açık bir toplumsal sözleşme olarak ele alınmalı, ülke adına kararlar alınıp yollar çizilirken, atılan adımların bizi çıkardığı duraklar ise karanlığa çıkmamalıdır...

​Güven sarsılması ya da güvensizlik dediğimiz bozulma bir anda oluşmaz. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla başlayan bir süreç olabilir mi? Zira, bu enstitüler, Anadolu’nun çocuklarını özgür düşünceyle yetiştiren bir eğitim kurumu idi ve ülkenin en parlak çocukları, devletin en yetkin makamlarına kadar yükseliyordu. Sonra, bu liyakat adım adım törpülendi ve yerini sadakate bıraktı. Bugün ise bu çürümenin sembolü, sahte diplomalara kadar vardı.

​O halde soralım: Acaba, perşembenin gelişi, çarşambadan belli miydi?

​Devletin çürümesiyle bir evin dağılması, aynı hikâyenin iki yüzü gibidir ki, bu yüzden özel hayatımız, aşk da politiktir! Onu, yalnızca iki kişi arasındaki bağ sanırız, oysa görünmez güçler o ilişkinin damarlarına kadar sızar ve sızlatır: ekonomik kaygılar, toplumsal baskılar, dijitalleşme, doyumsuzluk kültürü, şiddet kültürü, eğitim eksikliği, sosyal politikaların yetersizliği vs.

​Bu şiddet, kopuş ve kırılmaların kökünde yalnızca bireysel zaaflar değil, içinde yaşadığımız toplumsal iklim vardır. Evin içindeki huzur, sokağın güveninden........

© Toplumsal