menu_open
Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

"Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü" yazı dizisi üzerine yansımalar

65 14
12.05.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

12 Mayıs 2024

18-22 Şubat 2024 tarihleri arasında T24 Haftalık'ta beş gün süren, Bilal Güneş'le Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı'nda yaptığı Yüksek Lisans tezi Börklüce, Torlak, Bedreddin: Eşzamanlı ve Eşgüdümlü Bir İsyan mı Yoksa Artzamanlı Üç Ayrı Olay mı üzerine konuşmuştum. Özetle Bilal tezinde Börklüce, Torlak ve Bedreddin'in eşzamanlı ve eşgüdümlü bir isyanın değil de üç ayrı olayın kahramanları olduğu sonucuna varıyordu. Bilal bu üç olay arasında, solun tarihsel mirası içinde yalnızca Börklüce Mustafa ve Karaburun Komünü'nün yer alması gerektiğine inanıyor ve bu tez ile Mülhid Mustafa ile Karaburun Mağlûpları'nın ölümüne mücadelesinin, zamanın en yüksek seviyedeki Sünni din adamı olan Şeyh Bedreddin'e mâl edilmesinden dolayı, bir nevi Nâzım Hikmet adına, kendisini onun mirasçısı sayarak, özür de dilemiş oluyordu.

Kuşkusuz böylesi sıra dışı, ezber bozan tarihsel yaklaşım ve değerlendirmeler içeren Bilal'in görüşlerini YÖK'ün tez arşivinden dışarıya taşırarak, T24 aracılığıyla gün ışığına serip, bir tartışma başlasın istedim. En çok da Bilal'in söyleşide gönderme yaptığı gerek sağ gerekse sol tarihçiler tarafından bir hazırlık süresinden sonra böyle bir tartışmanın başlamasını ümit ediyorum. Yazı dizisinde adı geçenlerden ilk cevap veren, Sayın Zülfü Livaneli oldu. Diziye gelen tepkileri topluca cevaplarken söz etmeyi uygun gördüğümden, Sayın Livaneli'nin cevabını da aşağıda paylaşacağım. Bir toptan değerlendirme yazısı için yansımaların bitmesini beklediğim için, onun mesajını okuyucularla paylaşmayı da biraz geciktirmiş oldum; anlayışla karşılayacağını umuyorum.

Bu yazıyı, söyleşinin oluşturduğu yankılar, bana ulaşan yorumlar ve tepkilerin yanı sıra yazı dizisi ile ilgili sosyal medyada belirtilen görüşleri derleyip, söyleşinin okurlarına bir geri bildirim yapmanın önemli olduğuna inanarak kaleme aldım. Doğal olarak her bir yorumu Bilal'le paylaşıp, onun da görüşlerini alarak bu yazıyı oluşturdum.

Söyleşinin ilk bölümü yayımlandığında doğal olarak ilk tepkiler yakın çevremdeki dostlardan geldi. Söyleşinin ikinci bölümü yayımlandığında Twitter'da @EnguruAnkara (İktisat Tarihi Doçenti İhsan Seddar Kaynar), "İkinci yazısı da yayımlanan bir dizi başladı @t24comtr'de. @umitkartoglu1 muhteşem bir iş yapmış. Tevatürlerle inşa edilen Bedrettin'i, Bilal Güneş'in master teziyle, tarih öğrencilerine metodoloji de sunan bir bakışla işliyor." diye yazdı. Bilal'in tezini ilk okuduğumda beni etkileyen en önemli noktalardan biriydi bu aslında. Benzer bir noktanın farklı insanlarca yakalanması önemliydi benim için. Bilal de zaten söyleşinin son bölümünde ince ince işlediği yorumlarla ilgili Almanların 19. yüzyıl tarihçilerinden, ekol oluşturmuş Leopold von Ranke'ye gönderme yaparak, belgeye dayanmayan hiçbir olayı tarihin içine almadığının altını çiziyordu. Bilal hem tezinde hem de söyleşide değerlendirmeleri ve yorumlarıyla çok dikkatliydi. O öyledir bu böyledir tipi kesin yorumlar yerine belgelere dayanarak konuşuyordu, bunu yaparken belgeleri tarihsel gerçeği içinde değerlendiriyor, belgenin hangi diğer belgelerden etkilendiğini de inceleyerek bu böyleyse bunun şöyle olma olasılığı yüksektir tipinde uslamlamalara başvuruyordu. Tezinin 1. Bölümü Kaynaklar'da yazdıklarının bu açıdan bilinmesinde sonsuz yarar görüyorum:

"İncelenecek olayların yaşandığı dönem tarihinin günümüze sağlıklı bir şekilde aktarılabildiğini söylemek imkansızdır. Kroniklerde Şeyh Bedreddin'in kendisinin de imzaladığı ileri sürülen idam fetvasından sadece söz edilmekte, fetvanın kendisi günümüze gelmediği gibi, zamanında gördüğünü beyan edene de rastlanmamıştır. Daha ilginç olan ise, bu fetvada ne yazdığı, yani Şeyh'in resmi olarak ne ile suçlandığı da bilinmemektedir. Tarihçi için tarih yazımına esas teşkil edecek birincil hiçbir kaynağın bulunmadığı dönem tarihini, yalnızca ikincil kaynaklara dayanarak inşa edeceğimiz göz önüne getirildiğinde, nesnel gerçeklikten sapma payımızın oldukça yüksek olduğunu söylemek mümkündür. Kaynaklar dikkatli bir şekilde değerlendirilerek ve bunlar karşılaştırılarak, söz konusu hata payının elden geldiğince küçültülmesine çalışıldı. Bunun için öncelikle, olayların geçtiği 15. yüzyılda yaşamış ve eser telif etmiş müellifler değerlendirmeye alındı. Bunlar, tez boyunca "ilk dönem kaynakları" olarak anılacaktır. Bu eserlere dayanarak sonraki yüzyıllarda eser telif etmiş müelliflerin eserlerinden, tarihin inşasında değil, tarihin nasıl dönüştürüldüğünü göstermede yararlanılmıştır. İlk dönem kaynakları arasında yalnızca Dukas, Börklüce Mustafa olayının görgü tanığıdır. Şükrullah, Oruç Beğ, Aşıkpaşazade, Anonim Kronik yazarları ve Neşri ise, aynı yüzyılda yaşamış olmalarına karşın, olayları başkalarından dinleyerek veya elimize geçmeyen başka kaynaklardan okuyarak eser telif etmişlerdir. Bu kaynaklardan, tezimizin 1. Bölümü ile 2. Bölümünün birinci kısmının yazılmasında yararlanılmıştır."

Söyleşinin başlığı Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü her ne denli bir kesinlik içeriyorsa da bu Bilal'in değil, benim koyduğum bir başlıktı.

İlk bölümde Şeyh Bedreddin olayının genelde Nâzım Hikmet'in destanından ve özellikle Ruhi Su, Zülfü Livaneli ve Cem Karaca'nın destandan besteledikleri müziklerden bilindiğini yazmıştım. Bilal de buna katılmıştı. Kimi okurlar sosyal medya hesaplarından T24 linkini paylaşarak özellikle Bedreddin üzerine yapılmış diğer müziklere gönderme yapılmamasını hata olarak değerlendirmişse de konunun cevabı aslında söyleşinin içindeydi. Söyleşide Bilal "Bulutsuzluk Özlemi'nin pandemi döneminde yaptığı senfonik rock tarzındaki albümü de unutmayalım." dediğinde, ben de "Bulutsuzluk Özlemi albümü yaptığında Şeyh Bedreddin'i zaten epeydir tanıyorduk. Onu asıl tanıtan Ruhi Su, Zülfü Livaneli ve Cem Karaca'nın müzikleriydi." demiştim, Kuşkusuz ben Nâzım'ın Şeyh Bedreddin Destanı'nın bir diskografisini vermemiştim, konu da bu değildi zaten. Bir anlamda Ruhi Su, Zülfü Livaneli ve Cem Karaca'nın müzikleri ilk yediğimiz baklavanın tadı gibiydi. Sonra güzel baklavalar yemiş olsak da damağımızdan o ilk baklavanın tadı hiç kaybolmamıştı...

T24'te yayımlanan ilk bölümde olayların dönemin Osmanlı kaynaklarına nasıl yansıdığı hakkında konuşmuştuk. İkinci bölümde Nâzım Hikmet'in Şeyh Bedreddin konusunda nasıl yanıltıldığı ile Bedreddin ve Börklüce'nin Alevi-Bektaşi inancına sahip kişiler olup olmadıkları hakkında konuştuk. Bilal, "Börklüce'nin de Alevi olduğuna ilişkin, belki Bedreddin'inkinden daha kuvvetli şekilde bir inanç olduğuna değinmeliyim" demiş ve devam etmişti; "Bunda da Zülfü Livaneli'nin, bir Alevi deyişindeki ismi değiştirerek söylemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Sen de bilirsin, 'Akdeniz yakası Aydın elleri / Kuşlar gider bizim Dede Sultan'a' diye başlayan deyişteki Dede Sultan nedeniyle böyle bir bağlantı kuruluyor." Livaneli ile ilgili bu yorumun bir şekilde cevaplanacağını umuyordum. İlk tepki, bu bilgilerin geçtiği söyleşinin yayımlanmasından iki gün sonra HaberTürk internet sitesinde Muhsin Kızılkaya imzasıyla çıkan "İslam alimi nasıl komünistlerin şeyhi oldu?" başlıklı yazıdır.

Yazıda Kızılkaya, bizim söyleşiden alıntılar yaparak yorumlamakta ancak Bilal'in çok dikkatle kullandığı dilden ayrılarak örneğin Bilal'in "Bunda da Zülfü Livaneli'nin, bir Alevi deyişindeki ismi değiştirerek söylemesinin rolü olduğunu düşünüyorum" söylemini, yazısında "Yetmez, Börklüce'yi de Alevi yaparlar. Bilal Güneş'e göre bu yanlış bilgiyi yayanlardan birisi de Zülfü Livaneli'dir." gibi bir yorumla yansıtmayı seçmiştir. Yazı dizisinin bittiği gün Zülfü Livaneli'den gelen e-posta yüreğime su serpmişti. E-postanın tamamını yayımlamam için izin de veren Livaneli şunları söylüyordu:

Ümit Bey,

Ne kadar değerli bir çalışma yapmışsınız. Kutlarım. Bilmediklerimizi öğrenmiş olduk. Belirttiğiniz gibi sanat yapıtları tarih araştırmalarına göre üretilmiyor. Nazım da destanında eşitliğe, kardeşliğe dair bir simge olarak kullanıyor Bedreddin'i. Nitekim Ferhat ile Şirin hikayesini tiyatro oyunu olarak yazarken de ''dağları delen'' emeğe vurgu yaparak asıl destanı dönüştürüyor. Şair için Ferhat, Şirin, Tahir, Zühre gibi Bedreddin de bir efsane. 1975'te kaydettiğim albümdeki Şeyh Bedreddin bölümüne Dede Sultan deyişini monte ettiğim doğrudur. Bu tercihte hem müzikalitenin hem de deyişte geçen coğrafi bölgenin etkisi var.

Bu yöntemle baktığımızda Odysseus, Hector, Akhilleus da efsaneleşmiş, Homeros sayesinde mitosa dönüşmüş. Yanya Üniversitesi Ithaca adasında kazılar yapıyor ve benim de gezdiğim etkileyici kalıntıların birebir destanda anlatılanlarla örtüştüğünü açıklıyor. Bu kısmı gerçek olabilir ama Homeros'un eserinde geçen sirenler, kikloplar vs. düş ürünü tabii. Demek istediğim, zaten sizin de katıldığınız görüş olan Nazım Hikmet'e tarihi çarpıtma gibi bir suçlama yapılamayacağı. Bu gözle bakılırsa Robert Graves'in ''Ben Claudius''u, Firdevsi, Fuzuli gibi büyük yaratıcıların, hatta Shakespeare'in bütün yapıtları geçersiz olur. Misal olarak Shakespeare'in Julius Sezar'a sahnede söylettiği ''Sen de mi Brutus'' sözünün bir hayal ürünü olduğunu, gerçekte böyle bir sözün söylenmediğini belirtebiliriz.

Ernest Renan "Hiçbir ulus devlet, geçmişi çarpıtılmadan yaratılamaz.'' demişti. Belki bu görüş bütün devletler ve ideolojiler için doğrudur. Mesela Halil İnalcık, Osmanlı'nın başlangıcında Kayı mensubiyeti gibi bir iddianın olmadığını, Timur'un hakaretleri ve zaferi sonrasında Osmanlı hanedanını Oğuz soyuna bağlayabilmek için böyle bir efsane yaratıldığını söyler. Ezcümle; bu konuyu irdeleminiz çok yararlı oldu ve ''şairin hakkı şaire, tarihçinin hakkı tarihçiye'' deme fırsatını doğurdu.

Selamlar

Zülfü

Onun müzikleriyle büyümüş biri olarak bu mesaj benim için çok değerliydi. Livaneli mesajında sanat yapıtları ile tarih araştırmalarının niye örtüşmediğini çok yalın bir dille örnekleriyle anlatıyor. Bir Ithaka hayranı olarak, benim de aklıma hemen Kavafis'in o ünlü Ithaka şiiri ve şiirdeki Lastrigonyanları ve kiklopları anışı geldi.

Sosyal medyada söyleşiyle ilgili ilginç tartışmalar yaşandı. Facebook'ta Çetin Yılmaz'ın benim paylaşımımı "Doğru bildiğimiz yanlışlar ilgili olanlar için çok ciddi bir araştırma.." diye paylaşması üzerine Leyla Akgül ve Haydar Ersöz'ün bu yazıdan haberleri olup olmadığı sorgulandı yorumlarda. Leyla Akgül, paylaşımı yapan Çetin Yılmaz'a "burada yazılanların doğru olduğu kanısına nereden katıldınız hemen?" sorusunu yöneltip iki de kitap kapağı paylaşmıştı (iki kitap da Bilal'in tezinde ve söyleşide yer alan kitaplardır): İlk kitap Haydar Ersöz'ün yayına hazırladığı Bezmi Nusret Kaygusuz'un yazdığı Şeyh Bedreddin Simavenî, ikinci kitap Franz Babinger'in Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin (çeviren ve yayına hazırlayan İlhami Yazgan). Her iki kitap da Leyla Akgül'ün sahibi ve yayın yönetmeni olduğu La Kitap Yayınları tarafından yayımlanmış. Çetin Yılmaz yazının ve tezin çok ciddiye alınması gerektiğini yazarken, Akgül "evet ama bu tezi 600 yıllık yanlışlar diyerek reklam etmek doğru değil... Üstelik Dukas'ı da kendi keşfetmedi... Ayrıca bilimsel bir tez kesinlik içermemeli..." diye karşı çıkıyor. Aslında Bilal gerek tezinde gerekse söyleşide kesin ifadelerden özellikle kaçınıp, konu ile ilgili "olabilir", "düşünülebilir" gibi söylemlerle yorum yapıyordu. İlerleyen günlerde Leyla Akgül kendi Facebook hesabından yorumlar paylaştı, bu yorumlarda Şeyh Bedreddin'in söyleşide geçtiği gibi Sünni mutasavvıf değil, "yarin yanağından gayri her şey ortak" diyen Alevi yolunun bir neferi olduğunu bile yazdı. Oysa tarihsel hiçbir kaynakta Şeyh Bedreddin'in bu görüşleri savunduğuna ilişkin bir bilgi yoktu. Akgül'ün yaptığı üç paylaşım şu linklerden görülebilir (20 Şubat, 22 Şubat, 22 Şubat).

Akgül'ün yapılan söyleşiyi "tezin reklamı" olarak etiketleyerek küçük düşürme çabasını hiç anlamadım. Böylece ben de Bilal'in reklamcısı olarak yaftalanıyordum.

Söyleşide Bilal, İznik Kalesi'nde ikamete mecbur edilmişken, her taraftan ziyaretçilerinin geldiğini, Börklüce'nin sık sık kaleye gelerek Bedreddin'le görüştüğünü iddia edenler olduğunu söylemişti. Bu söylemlerin Osmanlı toplum düzeni ve kent yaşamının bilinmemesinden kaynaklandığını da eklemişti. Bildiğimizin, Börklüce Mustafa'nın bir kez, Bedreddin'in İzmir yakınlarında yolda ölen oğlu İsmail'den aldığı torunlarını teslim etmek için gittiğinden ibaret olduğunun da altını çizmişti. Bilal tezinde de "Yine Hafız Halil'in anlatısına göre, Bedreddin henüz sürgün edilmeden yanından ayrılan oğlu İsmail, Hacca gitmek için çıktığı yolda İzmir yakınlarında hastalanıp ölünce, vasiyeti üzerine, yanındaki çocukları köylüler tarafından haber salınarak çağrılan Börklüce Mustafa'ya emanet edilmiş, Bedreddin İznik'e yerleştikten sonra torunlarını yanına istemiş ve Mustafa onları İznik'e götürerek dedelerine teslim etmiştir. O tarihten sonra aralarındaki ilişkinin herhangi bir şekilde devam ettiğine dair, ilk dönem kaynaklarında bir kayıt yoktur." der. Benzer konuda bir açıklama, özelden benimle ilişki kuran, Babinger'in doçentlik tezini Türkçeye çeviren İlhami Yazgan'dan gelmiştir. İlhami konuyla ilgili şu yorumu göndermişti bana (22 Şubat 2024):

"… Sayın Güneş, ilk dönemlerde Bedreddin ve Börklüce arasında ilişkiye vurgu yapıyor ve daha sonra da ikisi arasında ilk dönem kaynaklarında bir kayıt olmadığını yazıyor.

Olmaması çok doğal! Neden? Açıklamaya çalışayım.

Bedreddin oğlu İsmail, Hac yolunda ölüyor ve çocuklarını vasiyeti gereği Börklüce Mustafa'ya emanet ediliyor.

Siz öleceğinizi bilseniz çocuklarınızı kime emanet edersiniz? Kardeşinize, teyzenize, dayınıza, akrabanıza,...?

Gözüm arkada kalmasın diye, en yakınıza, güvendiğiniz birine emanet edersiniz.

Bedreddin oğlu İsmail de farklı bir şey yapmamış, ölüm döşeğinde çocuklarını bildiği tanıdığı güvendiği, babasının en yakını olan Börklüce Mustafa'ya emanet etmiş.

Eski Ortadoğu geleneklerinde kukla oyunu vardır. Belli bir amaca yönelik anlatım için çeşitli tiplerin, şekillerin ve cisimlerin oyunlaştırılması sanatıdır. Oynatıcı/kuklacı da kendisi oyun kişisi olduğu durumlarda, kuklayı hareket ettiren kişi olma durumundan bir şey kaybetmez; ancak bir yandan o anda kuklacı değil aynı zamanda oyuncudur. Kuklayı oynattığı ve kendini nötrlediği anlarda ise sahnede tamamen görünmez olması en büyük özelliğidir. Seyirci onun orada olduğunu bilse de görmezden gelir ve yalnızca kuklaya odaklanır. Kuklacının kendini nötralize etmedeki ustalığı ile yakından ilişkili olan bu durum; kuklacıyı bir yandan oyun kişisi olarak heykel, bir yandan da kuklanın hareketini meydana getiren heykeltıraş kılar.

Şeyh Bedreddin 1420 olaylarının GÖRÜNMEZ HEYKELİ ve hem de HEYKELTRAŞIDIR. Bazı tarihçilerin bunu görememiş olmasını es geçmek gerek sevgili Bilal GÜNEŞ."

Olaya ilişkin tarihsel gerçekse, Bedreddin'in sülalesinin Trakya'ya yayılmış ve İzmir yöresinde İsmail'in tanıdığı tek kişinin bir zamanlar babasının hizmetkarı Börklüce olduğu gerçeğidir. Gurbette ölecek İsmail'in çocukları Börklüce'ye teslim etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ayrıca tarihsel kanıtlar olmadan kukla oyunu benzetmesiyle Şeyh Bedreddin'in 1420 olaylarının hem görünmez heykeli hem de heykeltıraşı olduğunu iddia etmek de ne derece doğru bilinmez.

Bir diğer ilginç yorum e-postayla bana ulaşan Ali Ekber Ataş'tan geldi. Ataş e-postasında yazı dizisiyle ilgili kendi deyimiyle "Yunus misali özetle" şunları yazdı:

"Merhaba Sayın Ümit Kartoğlu;

"İntihalciliği" son 25 yılda meslek haline getirenler, tavan yapıp iktidarın resmi "vakanüvisleri" oldular.

İşin en acı "tarafı", en ağlatılı yanı da, bu "intihalci vakanüvisleri" dostu olarak yararlandığı kaynaklardan, açık açık yaptığı "intihalleri" görüp de ona itiraz etmek yerine, "intihalciliğini" onaylamak ise sağlıklı bir duruşun göstergesi değil. Beş günlük dizi yazısında övgüler dizmek, yetmez "ama evet" diyerek, katmerli kadayıfın üstüne bir de kaymak misali söyleşi yapıp, işi daha da resmileştirmek varmış…

Batı'da yaşayıp, Batı'nın eleştirel aklını, bilimsel ahlakını gözdardı etmek, anlaşılıyor ki böyle bir şeymiş…

Bizim buralardan bakınca, yurtdışına kapağı atan kimilerinin rüzgârgülü gibi dönmelerine o kadar alıştık ki, şaşmıyoruz…

Ali Ekber Ataş"

Ataş'a mesajı için teşekkür edip ne demek istediğini tam anlamadığımı, daha açık yazarsa cevap verebileceğimi yazdım. İntihal suçlaması olduğu için mesajı ve ekini Bilal Güneş'e gönderdiğimi de ekledim (bu arada beni de intihali görüp de itiraz etmemekle suçladığını........

© T24


Get it on Google Play