menu_open
Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

18 7
30.03.2024

Diğer

30 Mart 2024

Ülkemiz için 2023 yılının en önemli olayı kuşkusuz Cumhuriyetin 100. yılına denk gelen ve ‘yüzyılın seçimi’ diye adlandırılan genel seçimlerdi. Mayıs ayında yapılan ve iki turda tamamlanan seçimler özellikle muhalif seçmenler için çok uzun zamandır süren boğucu ve baskıcı ortamdan kurtulmak yolunda büyük bir umut kapısıydı.

Yirmi küsur yıllık iktidarın, salt sürenin uzunluğundan dolayı bile aşınıp yıpranması doğaldı. Ekonomi yönetiminde işler çığırından çıkmış, hayat pahalılığı başını alıp gitmişti. Son yerel seçimlerde iktidar büyük kentlerde ciddi bir kayba uğramıştı ve ülkenin bütününün de bu istikameti izlemesi makul bir beklentiydi. Altı muhalefet partisi bir araya gelmişler, ayrıntılı bir mutabakat metni oluşturmuşlardı. Meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP, bu partilerin arasında yer almamakla birlikte muhalefetin adayını destekliyordu. Sesi kısılmaya, boğulmaya çalışılsa da halkın ilgisiyle hayli güç kazanmış olan bir muhalif medya vardı. Üstelik seçim anketleri de eli kulağında bir zafere işaret ediyordu. Bunlara Şubat ayındaki deprem yıkımının ardından sergilenen yönetim zaafı da eklenince kazanmak için (veya asıl beklentiye daha uygun düştüğünden tersinden söylersek iktidarın kaybetmesi için) her türlü şart ve gösterge vardı.

Elbette bu beklentiyi tehlikeye düşüren zorluklar da yok değildi. Örneğin Altılı Masa’ya dönüşen güç birliği içinde çok farklı görüşler yer alıyordu ve ittifak partilerinin bir araya gelişlerinin birbirlerine yakınlıklarından ziyade iktidar partisine uzaklıklarıyla ilişkili olduğu açıktı. Bu birliktelik bir tür mantık evliliği gibiydi ve bu nedenle hakiki bir mutluluğa yol vermesi pek mümkün değildi. Yine de yönetim şeklinin ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ olarak değiştirilmesi yolundaki öncelikli hedef gerek Altılı Masa’da gerekse ittifak dışındaki muhalif kesimlerde bir karşılık bulmuş görünüyordu.

Öte yandan, çok uzun süredir iktidarda olmak başta yargı ve emniyet olmak üzere ülkenin kaderini etkileyen devlet kurumlarında istediği iradeyi oluşturabilmek anlamına geliyordu. Kadrolaşma, yirmi küsur yıllık iktidardan sonra varabileceği en üst noktaya varmış gibiydi. Muhalif medyanın ve sosyal medyanın kısmen etkili olabilmesine karşın onunla kıyaslanamayacak yaygınlık ve güçte bir iktidar medyası (ve deyim yerindeyse organize bir paramiliter sosyal medyası) vardı. Kendini meslek etiği ya da herhangi bir ahlaki-vicdani sınırla bağlı tutmayan, hatta bir tutarlılık sergilemeye bile çalışmayan ‘yandaş’ medya çoktandır iktidarın propaganda aygıtına dönüşmüştü.

İktidar aslında basit sayılabilecek ve şimdiye kadar hep sonuç aldığı stratejisini uyguladı. Rakiplerine amansızca, her türlü aracı kullanarak yüklendi. Bunun için bir süredir gündemde tuttuğu ‘beka sorunu’ iddiasını kullandı. ‘Biz ve onlar’ ayrımını en uç noktaya kadar körükledi. Kitle psikolojisinin en temel acı gerçeklerinden biri olan ‘bir grubu bir arada tutmak için ona bir düşman bulmanın yeterli olacağı’ düsturunu sonuna dek uyguladı. Gerekirse gerçeğe aykırı iddialar öne sürdü, adil olmayan hatta yasaya aykırı yollar ve yöntemler kullandı. Savaşılması, iktidardan uzak tutulması, hatta bertaraf edilmesi gereken düşmanlar vardı: Kürtler, Gezi hareketini destekleyenler, LGBT destekçileri ve şeytanlaştırılan dış güçler. Bu basit stratejinin zaman zaman çok düşük seviyeli, saçmalığa varan argümanlarla savunulduğu görüldü. (1)

Sonuçta, seçimleri büyük bir farkla olmasa da iktidar kazandı. Seçim sonrasında oluşan duygusal hava ülkenin kabaca eşit iki parçaya bölündüğü ve muhaliflerin de Türkiye’nin yarısını oluşturduğu gerçekliğine uygun değildi. AKP, tarihinin en düşük oy yüzdelerinden birini almış olmasına karşın muazzam bir zafer kazandığı duygusuyla doluydu, muhalefet ise ağır bir yenilgi yaşadığı duygusunu tadıyordu. Böyle olması da doğal ve anlaşılırdı. Bunca yıldır beklenen, bu kez olacağı umulan ve ardından ne geleceği sorusunu bile ikinci plana iten Erdoğan iktidarından kurtulma isteği gerçekleşmemiş, öyle ya da böyle yine olmamıştı.

Muhalif seçmenin sonuçlara tepkisi büyük bir hayal kırıklığı, üzüntü, öfke, karamsarlık ve siyasete yönelik ilgi kaybı şeklinde tecelli etti. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı kısa süre içinde bırakmaması da hatırı sayılır öfkeye yol açtı. Seçimi kaybetmekten öte değerlerini, hürriyetini, ülkesini, geleceğini kaybetmiş gibi hisseden muhalif seçmenin, desteklediği adayın da kaybetme bahsinde onlarla birlikte olmasını beklemesi doğaldı, ama Kılıçdaroğlu içinde ne yazarsa yazsın artık dünkü gazete kadar bayatlamış olduğunu kabul etmek istememişti.

Bu sonuçların yarattığı duygusal durumun bir depresyon olarak tanımlanması da hayli yaygındı. Muhalif seçmenin depresyonda olduğu hayli yaygın bir tespit olarak yazılıp çizildi.

Seçimlerden dört ay kadar sonra seçmenlerin siyasete ilişkin duygularını araştıran bir anket çalışmasının sonuçları yayımlanmıştı (2). Bu çalışmanın sonuçlarına göre vatandaşlardaki en yaygın duygular yaklaşık yüzde 28 ile çaresizlik, sonra yüzde 25.5 ile bıkkınlık, ardından da yüzde 22 ile öfke olarak belirtilmişti. Katılımcıların yüzde 16’sı umutlu, yüzde 5.4’ü ise heyecanlı olduğunu belirtmişti.

Umutlu ve heyecanlı olanlar iktidara oy vermiş seçmenler olsa gerektir. Ama sayılara bakılırsa seçmenlerin dörtte üçünden fazlası bu ankete üç olumsuz duyguyla karşılık vermişti. Olumsuz duyguların oranı CHP ve İYİ Parti seçmeninde yüzde 95, YSP’de (HDP) ise yüzde 90 olarak bulunmuştu. AKP seçmeninin yüzde 55’i olumsuz duygular taşırken, bu oran yalnızca bir partinin, MHP’nin, seçmenlerinde yüzde 50’nin altında bulunmuştu.

Bu........

© T24


Get it on Google Play