İstanbul’u arıyorum, gözlerim fal taşı!
Diğer
21 Eylül 2024
Nur içinde yatsın, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde, Hristiyan nüfusu dengelemek amacıyla Anadolulu Müslüman Türkleri kente getirmek için ferman yayınlamıştı.
Önceleri gönüllülük esasına dayanan bu göç, Anadolu’da yerleşik Türklerin isteksizliği üzerine “zorunlu iskâna” çevrilmişti.
Tarihçi Philip Mansel, İstanbul’a zorla getirilenlerin kenti “bir eziyet ve ıstırap adası, felaketlerin toplandığı yer, fesat ve iflas kaynağı” olarak gördüklerini anlatıyor.
Bu dönemde Saray’daki bazı zevatın “şehri kıyamete kadar terk etmeyi ve harap etmeyi” önerdiklerini naklediyor. (Konstantinopolis: Dünyanın arzuladığı şehir, 1453 – 1924.) İstanbul’a ne zaman güneşli bir havada baksam bu lanetli vasiyeti hatırlıyorum.
Gerçi yağmur ya da kar yağarken de aklımdan geçiyor ama “güneşli hava” edebi klişelere daha çok uyduğu için böyle yazdım; profesyonel deformasyon bu işte!
Doğrusunu isterseniz atalarımızın bu dileğini yerine getirmek için elimizden geleni ardımıza koymadık ama yine de şu koca İstanbul’u tüketip, bitiremedik.
O hâlâ en umulmadık köşesinden en beklenmeyen şekilde büyüleyici güzelliğiyle karşımıza dikiliyor ve bize meydan okuyor: Yıkılmadım, ayaktayım, dertlerimle baş başayım!
Bir halk masalına göre Tanrı, İstanbul Boğazı’nı yarattıktan sonra dünyadaki her kavimden bir temsilci huzura çıkıp kendilerine haksızlık yapıldığını söylemişler.
Tanrı da yarattığı dünyaya şöyle bir bakıp onlara hak vermiş.
“Merak etmeyin” demiş, “bu Boğaz’a öyle bir kavim yerleştireceğim ki bu güzellikten eser kalmayacak.”
İşte bu ilahi karar neticesinde buradayız ve Tanrı, haklı çıkmak için kanıt göstermek zorunda değildir.
Ben bu kentte doğmadım ve büyümedim ama hayatım burada geçti.
En önemlisi, bu şehirde âşık oldum.
Kızım bu şehirde doğdu; bu şehre aşk ile bağlı olmam için başka ne lazım ki?
Bir süredir bu şehrin sokaklarında dolaşırken tereddütler yaşıyorum: Burası benim İstanbul’um olabilir mi?
Şehrin dört bir yanını şekerciler sardı. Tatlıcılar, baklavacılar. Hepsini tek tek denedim; o sattıkları şey Türk baklavası değil. Ya da biz eskiden yediğimiz şeyin baklava olduğunu zannediyorduk, şimdi aslı geldi!
Bu mümkün olabilir mi?
Binyediyüzbilmemkaç senesinde kurulduğunu iddia eden, fesli bir adam portresinin logoyu süslediği tatlıcı var mesela. (*)
Nereye gitsem o karşıma çıkıyor. Benim bildiğim Hacı Bekir, Altan, İtimat ve Cafer vardı, bunu ne görmüş ne de duymuştum.
Gerçek baklava Develi ve Güllüoğlu’ydu.
Hacı Bekir’in lokumu ve akidesi, İtimat’ın Hindistan cevizli şekeri!
Rahmetli anneannem gittiği mevlitlerde kendisi yemez, Bahadır ile bana getirirdi. Hatırlayıp, yazarken gözlerim doldu.
Şehrimiz biz farkında olmadan usul usul değişiyor.
Beşiktaş’ta artık Kazan yok. Düşünün: Kazan’ın olmadığı bir Beşiktaş!
Siyah – Beyaz bir film gibi biraz ama artık orası renkli, sinemaskop Espresso Lab! Tıpkı Büyükdere İskelesi’nde olduğu gibi.
Nişantaşı’nda Alaattin de kapandı, biliyor musunuz?
Hayattaki en büyük rakibim ve en büyük iş ortağım!
Nasıl oluyor da böyle oluyordu derseniz şöyle: Blue Jean dergisini yayınladığım yıllarda........
© T24
visit website