menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ahmet Bozkurt: Tanpınar edebiyatımızın hastalıklı "baba" figürlerindendir

20 1
12.05.2024

Diğer

T24 Haftalık Yazarı

12 Mayıs 2024

Ahmet Bozkurt'un İBB Yayınlarından çıkan Cumhuriyet'in 100. Yılında Türk Edebiyatı, büyük bir emekle hazırlanmış önemli bir çalışma. Cumhuriyet tarihimizde edebiyatımızın geçirdiği badireleri ve toplumun kültürel yapısını gözlemlerken, her dönem var olan yenileşme tartışmalarını okuyoruz. Ahmet Bozkurt ile buluştuk, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının yönelişlerini, tarihsel kırılma anlarını, değişim ve dönüşüm aşamalarını toplumsal, tarihsel, kültürel dinamikler üzerinden konuştuk.

- Ahmet, büyük bir emek. Tebrikler. Ne desem az kalır. Merak ediyorum edebiyatımızın son yüzyılını yazarken nasıl bir yol izledin?

Ebru, teşekkür ederim. Açıkçası zor, yerine göre de engebeli bir süreç oldu. Cumhuriyet dönemi edebiyatımızı en yalın haliyle ele alacağınız zaman bile önünüze pek çok engel, sınıflama kaygısı gibi problemli alan çıkabiliyor. Edebiyat tarihimizi her şeyden önce kategorize etme gibi bir hastalığımız var. Kendinden menkul oluşmuş güya bir edebiyat tarihimiz ve tarihçiliğimiz var. İşinin ehli pek çok edebiyat tarihçimiz, teorisyenimiz var fakat tek başına hiçbir şeye yeten bütünsel bir kavrayışımız oluşmamış bir türlü. O nedenle her ne kadar 100 yıllık bir zaman dilimini ele alıyor olsanız da karşınıza akım, hareket, anlayış, eski-yeni, alafranga-alaturka gibi sanki hep orada olması bir gereklilikmiş gibi düşünülen duvarlar karşınıza çıkıyor. Her şeyden önce bu duvarları yıkmak gerekiyor. Bu duvarları yıkmadığınız müddetçe ne edebiyatımızın dününü ne de bugününü kavramış oluruz. Ufkunuzun derinliği kadar ilerleyebilmeniz için ciddi bir ardiye temizliğine ihtiyaç var. Tasfiyecilik hastalığına düşmeden yapılması gereken bir şey bu. Sınıflandırmadan, sınırlandırmadan, kategorize etmeden nesnel bir bilimsellikle ele alınması gerekiyor. Bütün bunlar yapılırken de yazınsal olanın çerçevesini de esnetmeden hareket etmeniz gerekir. Edebiyat adına yola çıkmış her hareketi ya da eseri sırf yayımlanmış ya da tarihsel bir döneme işaret ediyor diye edebiyat olarak kabul etmemeniz gerçeği ise ayrı bir köşede bütün can yakıcılığıyla duruyor. Cumhuriyet'in 100. Yılında Türk Edebiyatı'nı oluştururken bunun gibi pek çok sorunla cebelleşmek zorunda kaldım. Bu sorunları önünüze almadan, onlarla yüzleşmeden bütünlüklü bir Cumhuriyet dönemi edebiyatı panoraması çizmek mümkün değil. O nedenle bu kitabın bu zamana kadar yayımlanmış çalışmalardan farklı bir yüze ve anlayışa sahip olması gerekiyordu. Kısmen de bu konuda başarılı olduğunu düşünüyorum. Literatüre hâkim pek çok kavram öbeğini ele alarak oluşturduğunuz bir çalışmada elbette ki zorunlu olarak eksik bırakmanız gerek pek çok alan olacaktı. Bu kitapta da o nedenle genel başlık ve yönelilşler üzerinden analitik-panoramik bir çerçeve oluşturuldu. Olanı göstermenin yanı sıra olanın hangi tarihsel-toplumsal süreçlerden bugüne geçerek nasıl bir bilinç sürecine evrildiğini başka türlü göstermenin imkânı yoktu. Geçmişi romantize etmeden bugüne neler kaldığını ve geleceğin edebiyatının inşası için gerekli olan dinamikleri görmek açısından elzem bir yaklaşım. Dolayısıyla bu kitabın hazırlık süreci edebiyat tarihçiliğine rağmen bir tarihsel güzergâhta hareket etti. Ama bu güzergâh sosyolojik, analitik tüm verileriyle de hep bir muhasebeye de imkân tanısın istedim. Akademik komplekslerden, şematik bakış açılarından uzak sadece edebiyatı ve onun gelişimsel süreçlerini öncelesin istedim.

- Ahmet Hamdi Tanpınar, Tanzimat'ın edebiyatı, kendi edebiyatımız ve Avrupa edebiyatı olarak ikiye ayırdığını belirtmiş. Kendi edebiyatımız derken tam olarak ne demek istiyor ve bu doğru bir yaklaşım mı? Yoksa duygusal bir tepki mi?

Tanpınar edebiyatımızın hastalıklı "baba" figürlerindendir. Ona yüklenen "anlaşılmamışlık" kisvesi dolayısıyla bir türlü hesaplaşılamayan ve günümüzde artık neredeyse dokunulmazlık payesine meftun olan romantik bir figüre dönüştü. Büyük ve kurucu bir edebiyat kavrayışına sahip olmasına rağmen onu hep doğu-batı cenderesine hapsetmişiz. 200 küsur yıllık bütün batılılaşma-modernleşme maceramızın edebiyattaki karşılığı olarak kodlanmış, köşe başına taşınmış edebiyatçılığıyla ona yönelen haksız bir bakışımız var. Bir türlü Tanpınar'ın edebiyatına nazarımızı kaydıramamızın sebebi de bu aslında. Tanpınar'ın "kendi edebiyatımız"dan kastı aslında "Batılılaşma etkisinde Türk edebiyatı" şeklinde kategorize edilen edebi kavrayışımızın kategorileştirme hastalığına yaptığı bir vurgu. Tek bir edebiyattan bahsedilmesi gerekirken Avrupai edebiyat ve kendi edebiyatımız olarak kodlanılması aslında bir direncin ve kabul etmeyişin de fotoğrafını veriyor bize. Çünkü Avrupai olan "kökü dışarıda" olandır. Yerli olan ise bize ait olandır. Bir nevi "biz bize benzeriz" ideolojisinin her dönemdeki yansıması. Duygusal bir tepkiden ziyade daha soğukkanlı bir bakış Tanpınar'ınkisi. Üzerinde uzun boylu düşünülmesi gerekir. Çünkü halen daha bu ayrıştırmalara göre edebiyatımızı incelemeye çalışıyoruz.

- Olayları toplumsal ve bireysel yönleriyle gören, edebiyatımızın ilk duraklarından Namık Kemal, Türk romanına nasıl bir perspektif kazandırdı?

Namık Kemal sadece roman değil ama genel edebi tahayyülümüz açısından da ilk duraklardan bir tanesi. Tanzimat'ın tek boyutlu batılılaşma hikayesi içerisinde çok daha radikal, çok daha köktenci bir figür. Bu radikalliğinin yarattığı pek çok yanlışlık da var. Namık Kemal ve şürekası her şeyden önce su katılmamış romantiklerdi. İsyankâr, delidolu ve dizginlenemeyen bir heyecan kumkuması içerisinde topluma yön verme misyonuna kendini memur etmiş kalem erbaplarıydı. Her şeyi kökünden yıkarak geleneğin içerisinde yer alan masalsı öğelere bile karşı durmuştu Namık Kemal. Nerdeyse katı bir bilimcilikle bunu yapmaya çalışan ilk isimlerdendi. Bir şeyleri denemek, deney nesnesi haline getirmek bu kuşağın önceliklerindendi. Öncü değil ama deneyci yaklaşımları söz konusu daha çok. Yeniliğin düşmanı olarak gördüğü halk edebiyatı öğelerini, fantastik öğelerle bezeli masalları yadsımasının en önemli sebebi de bu. Namık Kemal'in 1876'da kaleme aldığı İntibah bunun simge örneklerinden biridir. Kitabın ismi bile başlı başına bu çağrışımlar yumağının habercisidir. "Uyanış" içerisinde olma ve topluma bu uyanışı sanatın her türüyle yaygınlaştırma anlayışı… Bu uyanış içerisinde katı bir pozitivizmi barındırıyor doğal olarak. Roman bir tür olarak Namık Kemal için aslında sadece bir araç. Bir amaç ve edebi ülkü değil kesinlikle. Nasıl anlattığından ziyade ne anlattığı ne kadar aydınlatabildiği önemli. Namık Kemal için hikâye yazmaktaki asli görev natüralist bir hülyayı sadece insan ruhunu anlamak ve anlatmaktan ibarettir. O nedenle de teknik anlamda romanımızın farklı bir evreye evrilmesinde bir yol açıcı olamamıştır maalesef. Ama her ilk olanda olduğu gibi kurucu işlevi de inkâr edilemez bir gerçektir.

- Yeninin eski ile olan mücadelesi insanın varoluşundan beri devam ediyor. Peyami Safa, Sabahattin Ali, Sait Faik hepsi eski yeni tartışmalarının içinde üretmeye çalışmışlar. Hatta Ragıp Şevki, şöyle özetliyor durumu: "Tasfiyeye muhtacız, çünkü Türk edebiyatı binasını boyacılardan ve sıvacılardan kurtarıp, mimarlara bırakmamız zamanı geliyor." Hadi bize anlat bu hararetli tartışmaları? Neler olmuş?

Bizde eski-yeni tartışmaları maalesef hep bir "tasfiye" mantığı üzerinden yürümüş. Toplumu en alttan en üste dizayn etme memurluğu edebiyata da sirayet etmiş müzmin bir hastalık. Bugün pençesinden bir türlü kurtulamadığımız marazi bir durum açıkçası. Yeni bir ulus-devlet kurulduğu için yeni bir dile, tarihe ve sanat inşasına ihtiyaç duyulur. O nedenle de Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren tüm edebi tartışmalar da eskinin yıkılması ve yeninin inşası üzerine odaklanmıştır. Cumhuriyetin tüm yazarları, aydınları bu yeni iklime uygun yeniliklerin neler olması gerektiği arayışına girmişler. Mesela Fuat Köprülü gibi bir isim bile Türk inkılabının tamamlayıcısı olarak bir İnkılap edebiyatının tesis edilmesini ister. "Yıkılan temelsiz binanın yerine yeni bir âbide" kurulması için kolları sıvar. "Millî harsa aykırı olduğu" düşüncesiyle harf devrimine karşı çıkan Fuat Köprülü yeninin inşası için "isyankâr bir gençlik" hayal eder. Nâzım'ın "Putları Yıkıyoruz" kampanyasından sonra en köklü yenileşme ve tasfiye söylemlerinden biri de 1940 tarihli, başını Gavsi Ozansoy'un çektiği "Tasfiye Lazım" hareketidir. Siyasal yenileşme ve tasfiyeyle birlikte edebiyatın da hızlaca yenileşmeye ve tasfiyeye ihtiyacı olduğu çok keskin bir şekilde dillendirilir. Peki tasfiyesi istenen, artık tek satır dahi yazmaması dayatılan bu yazarlar, şairler kimlerdir. Kimler yok ki içinde… Yahya Kemal, Reşat Nuri, Fazıl Ahmet, Mahmut Yesari, Mithat Cemal, Peyami Safa, Aka Gündüz, Vâlâ Nurettin, Halit Fahri (Gavsi Ozansoy'un babası aynı zamanda), Burhan Cahit Morkaya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, İbrahim Alaettin Gövsa, Şükûfe Nihal, Behçet Kemal Çağlar, Esat Mahmut Karakurt. Tasfiyecilerin kara listesi böyle uzarken beyanatlar, tartışmalar da alır başını gider. "İncir çekirdeğini doldurmayacak fikirciği laf laf üstüne koyup mektepli kızlara yüzlerce sayfalık roman hazırlayan" yazarlar yerilirken Yahya Kemâl'in kalıplara gömülü, Faruk Nafiz'in uyku verici, Mithat Cemâl'in ise "devrini, zevkini, şiiriyetini kaybeden"lerden olduğu üstüne basa basa tekrar edilir. Abidin Dino ve Sait Faik imzalı "Gençlerin Müşterek Beyanatı" yazısı da bu tartışmaya farklı bir yerden girer. Garip hareketinin de böylesi bir fırtınalı ortamda yenilik savaşı için elverişli bir ortama sahip olduğunu açıkça görmek mümkün. Bugüne........

© T24


Get it on Google Play