menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Trump’ın Altın Çağı (4): Trump ne yapmak, nereye varmak istemektedir?

26 1
20.11.2025

Diğer

20 Kasım 2025

ABD Başkanı Donald Trump

2010’lara kadar bir demokrasiyi rayından çıkarabilecek en büyük tehdit askeri darbeydi. Özellikle Soğuk Savaş yılları askeri darbelerin altın çağı oldu. Oxford Üniversitesi politik bilim profesörü Nancy Bermeo, sonradan çokça atıf yapılan 2016 tarihli demokrasilerin tahrifi makalesinde, askeri darbelerin 2010’larda tahtını kaybettiğini belgeliyordu. Bermeo’nun derlediği veriler, anayasal hukuk düzenlerinin artık sıklıkla demokrasiyle iş başına gelmiş siyasi liderlerce askıya alındığını gösteriyordu.

Demokrasilerin mafyatik düzenlere dönüşmesi trendi 2020’lerde daha da hızlandı. İsveç merkezli küresel demokrasi araştırma projesi V-Dem’in 2025 raporuna göre sadece 2024 yılında adil seçim standartları 25 ülkede, ifade özgürlüğü 44 ülkede, barışçıl protesto ve toplanma hakkı 18 ülkede bir yıl öncesine göre daha da kötüleşti.

Rapora göre günümüzde her dört insandan üçü artık otoriter düzende yaşıyor. Bu oran 2004’te bile yüzde 49’du. V-Dem’in gözlem altında tuttuğu 202 devlet arasında liberal demokrasi standartlarını asgari düzeyde taşıyan ülke sayısı 29’a gerilemiş durumda.

2020 yılında ölen Brezilyalı düşünür Ruy Fausto, demokrasi içinde yükselip otoriterleşen liderleri, demokrasiyi araç olarak kullanarak iktidarı ele geçirmiş diktatör anlamında “democratura (demokratör)” diye adlandırmıştı.

Günümüzde birçok dünya demokrasisinin art arda demokratör üretmesi, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz algısına yol açıyor. Vakıa, demokratör, demokrasinin antik çağlarından beri yüzleşmek durumunda kaldığı bir hastalığı... Antik Yunan demokrasileri bu tür liderlere ‘demagog’ adını vermişti.

Alman Sosyolog Max Scheler, 1900’lerin başında, demagog lideri, “demokrasinin otoimmün hastalığı” olarak tarif edecekti. Otoimmün hastalık, vücudun bağışıklık sisteminin kendi sağlıklı hücrelerine ve dokularına saldırmasıyla oluşur. Yani, normalde bedenimize koruma sağlaması gereken bağışıklık sistemi, kendisi hastalığa dönüşerek organ ve dokuları koruyan hücreleri tahrip eder.

Aynen öyle de devlet gücünü millet adına denetlemekle görevli demokratik liderler de milleti devlet gücünün suistimalinden koruyan organlara, toplum adına devleti denetleyen dokulara saldırıyor.

Günümüz demokratörleri seçim zamanı demokrasinin başarısızlıklarını dillendirerek bu başarısızlıkların kurbanlarının desteğini alıp, iktidara geldiklerinde ise demokrasinin avantajsız insanlara güvence teşkil eden en başarılı yanlarını yok ediyorlar.

İleri demokrasi inşa etme iddiasıyla gelip demokrasinin bütün kapsayıcılığını ortadan kaldırıyorlar.

Yasakları sona erdireceğim diye gelip, kendi çıkar ve keyiflerine aykırı her şeyi yasaklayan bir otorite yaratıyorlar.

Yolsuzluğu sona erdirecekleri vaadiyle gelip, yolsuzluk ve yağmadan ganimet dağıtımı üzerine kurulu bir düzene dönüştürüyorlar.

Adaletsizliğe tepkiyle yükselip, eskinin adaletsizliklerini bile aratacak çok daha adaletsiz bir düzen yaratıyorlar.

Elitlere karşı milletin evlatları olarak iktidara gelip, son yüzyılın en güçlü elit sınıfını, en büyük gelir eşitsizliğini en hiyerarşik toplumsal yapısını yaratıyorlar.

Politikbilim profesörü John Keane, 2009’da yayınlanan ‘Demokrasinin Doğumu ve Ölümü’ adlı kitabında, Antik Yunanlıların, demagogun egemen olduğu demokrasiyi, bir isim olan ‘demokratia (demokrasi)’ kelimesi yerine bir fiil olan ‘demokrateo’ sözcüğüyle isimlendirmesindeki erken bilgeliğe dikkatimizi çekiyor. Günümüzde maalesef unutulmuş “demokrateo” fiili, çocukların evcilik oyunu gibi, “demokrasicilik oynamak” anlamına geliyor.

Görüntüde demokrasi devam ediyor. Seçimler yapılıyor. Meclis yerinde duruyor. Mahkemeler yerinde duruyor. Ama hiçbiri artık sahih değil. Hepsi, oyun oynayan kişi veya zümrenin istediği yöne hareket ettirebildiği, manipüle edebildiği oyuncaklar. Halkta, elitlere karşı milli iradenin egemen olduğu, milletin gerçek egemen hale getirildiği algısı yaratılan bu demokrasicilik oyununda, aslında bütün millet çocukluktan hiç çıkamamış bir narsistin ve onun elit çevresinin güdümüne, çıkarına ve keyfine mahkûm hale getiriliyor.

Atina’daki demagogların ilki ve en ünlüsü Kleon’du. Roma cumhuriyetini yıkan Sezar ise tarihin belki de en ünlü demagogu olacaktı. Cumhuriyetin temel kurumu olan Senato’nun yasağını çiğneyerek M.Ö 49 yılında Rubicon’u geçtiğinde halk onu ayakta alkışlıyordu. Sadece dört yıl sonra kendisini “ömür boyu diktatör” ilan edecekti.

2023’te yayımlanan kitabına “Büyük Sezarlar Küçük Sezarlar” adını koyan İngiliz yazar Ferdinand Mount da kitabına “günümüz dünyasında Sezar pazarına nur yağıyor” mealinde bir tespitle başlıyor:

“Sezarlar geri döndü. Büyük Sezarlar, küçük Sezarlar… Büyük ülkelerde küçük ülkelerde… Gelişmiş ülkelerde geri kalmış ülkelerde… Dünya demokrasileri, kerameti kendinden menkul yüce liderlerle dolmuş durumda. Kimi çalımlı yürüyüşüne başlamış, kimi tetikte bekliyor kimi de alçaltıcı bir düşüşün neden olduğu yaralarını sararak yeniden sahneye döneceği anı kolluyor.”

Mount bunları yazdığında, birinci dönem başkanlığı kaybeden Donald Trump, Florida’ya çekilmiş yaralarını sarmakla meşguldü. Dönemdaşı birçok Sezar müsveddesinin yaptığı gibi, kaybettiği 2020 seçimini kazanmış göstermeyi başaramamıştı. ABD’nin ne ulusal ne de eyalet çapında seçim kurulu olmaması, ülke çapında seçim sonucuna etki edebilecek seçim hilesini imkânsız kılıyordu. Trump, seçim sonucunun resmileşmesini fiili zorbalıkla durdurmaya yeltenmiş ama kendi başkan yardımcısının, bakanlarının, kendi partisinin Kongre üyelerinin, kritik eyaletlerin kendi partisinden olan yöneticilerinin anayasal düzene sadık kalmayı, siyasi liderlerine sadık kalmaya tercih etmesiyle bu zorbalığı sonuçsuz kalmıştı.

Birinci dönemi başarısız bir darbe girişimi ile sona eren Trump, dört yıl sonra ikinci dönem başkanlığına daha organize bir rejim darbesiyle başlayacaktı.

Trump’ın ikinci kez işbaşına gelişiyle ABD’nin sadece yönetim (administration) değil bir rejim değişikliği yaşamaya başladığı, sadece muhaliflerinin değil, Trump’ı destekleyenlerin de daha ilk günden övünerek mutabık olduğu bir tespit.

Peki Trump’ın ‘Altın Çağ’ diye adlandırdığı bu yeni dönemde ABD hangi rejime geçiyor?

Atlantic dergisi yazarı Jonathan Rauch, şubat ayında çokça ses getiren “Trump’ı anlamaya yarayacak tek terim” yazısında, bu soruya, “Hemen akıllara geldiği gibi klasik otoriteryanizm değil” diye karşılık verecekti.

Siyaset bilimci Francis Fukuyama da 2025 mart ayında yayımlanan “Dünyayı suçlular için güvenli bir yer yapmak” başlıklı makalesinde ‘Trump faşizm inşa ediyor’ iddiasına, ‘şimdilik’ şerhi düşerek Rauch ile benzer bir itirazı dile getirecekti.

Faşizm, nihayetinde bir ideolojiye, aynı ideolojiye adanmış bir kadroya ve sisteme dayanır. Çağımızın çoğu demokratörü gibi Trump’ın kendi şahsını da bağlayacak bir ideolojiye, sistemli bir yönetime bir kadro hareketine heves etmeyeceği açık.

Peki Trump yeni bir sistem kurmaya çalışmıyorsa ne yapmaya çalışıyor?

Hem Rauch’a hem de Fukuyama’a göre Trump’ın sahip olmak istediği şey bir sistem değil bir otorite tarzı. Ve bu otorite tarzının da akademide bir adı var: Patrimonyalizm.

Aslında, Jonathan Rauch ve Fukuyama’nın her ikisi de aynı kitaba referans vererek, Trump’ın kurmaya çalıştığı şeyi “patrimonyalizm” üzerinden konuşmanın daha doğru olacağı sonucuna varıyor. Siyaset bilimi akademisyenleri Jeffrey Kopstein ve Stephen Hanson’un, 2024 yılı ağustos ayında yayımlanan “modern devlete küresel hücum geleceğimizi nasıl tehdit ediyor” alt başlıklı “Devlete Saldırı” kitabı.

Kopstein ve Hanson, birçok gazeteci ve akademisyenin, Putin’den Modi’ye Orban’dan Netanyahu’ya dünya demokrasilerine musallat olmuş ve Trump’ın ikinci dönemi ile zirvesine ulaşan dalgayı sadece ‘demokrasiye saldırı’ olarak görülmesine itiraz ediyorlar.

Onlara göre bu bakış önemli bir nüansı gözden kaçırıyor. Demokrasiyi aşındıran liderlerin çoğu seçimle işbaşına geliyor, seçimlerle güçlerini artırıyorlar. Bu liderleri sadece ‘antidemokrat’ olarak nitelendirmek, onlara oy veren kitlelerin, “solcuların/liberallerin seçim kaybettikleri için kazananı antidemokrat olmakla suçlayan iki yüzlüler olduğu” iddiasına kanmalarını kolaylaştırıyor.

Nihayetinde demokrasi, bir süre de olsa patrimonyalizm ile yola devam edebilen bir rejim. Asıl sorun, devlet gücünün, hukuka bağlı yasal ve kurumsal yapıdan, bütün sadakat ve duygusal bağın bir şahsa yöneldiği patrimonyal otoriteye transferi.

Hanson ve Kopstein’in, ‘demokrasi – otokrasi’ tartışmasının dışına çıkıp resme öncelikle, “anayasaya bağlı bürokratik hukuk devleti-patrimonyal otorite” ekseninde bakma daveti bugünlerde manipülatif şekilde ‘seçimlerin yapıldığı ve muhalif partilerin olduğu bir rejime diktatörlük denir mi’ çıkmazına hapsedilen tartışmayı da doğru mecrasına taşıyor. Elbette ki demokrasinin de savunulması gerek ama ondan daha fazla, hukuk devletinin ve legal rasyonel devlet yapısının müdafaası gerekiyor.

Patrimonyal kavramını literatüre Alman sosyolog Max Weber kazandırdı. Bütün devlet otoritesi bir şahsa aittir. Kendisini, milletin babası gibi gören bu lidere biat üzerine kurulu bu otorite, kralların, padişahların, feodal beylerin ağaların, mafya babalarının otorite tarzıydı. Sezar’ın Rubicon’u geçerek sahip oluğu otorite tarzıydı.

Muhafazakâr Siyasi Hareket Komitesinin (CPAC) bu yıl başındaki toplantısında, Trump’ın 2028’de anayasanın iki dönem sınırını tanımayıp yeniden başkan adayı olması gerektiği savıyla kendilerine “Üçüncü Dönemciler” adını veren bir muhafazakâr grup, Trump’ı Sezar kılığında gösteren bir heykeli, konferans salonunda coşkulu alkışlar arasında dolaştıracaktı.

Destekçilerinin Sezar’ın akıbeti hakkındaki cehaletini görmezden gelsek bile bu performatif absürtlük, Trump’ın ve Trumpist kitlenin, devlet başkanlığından ne anladığı ve ne beklediğini sergilemesi açısından anlamlıydı.

Max Weber'e göre sanayileşme ve kentleşmenin getirdiği karmaşık modern sorunlar ile yaygın eğitimin ve vatandaşlık konseptinin yükselttiği yeni hak ve eşitlik taleplerine, merkezinde tek bir adamın yer aldığı ve bu şahsın bütün önemli kararları belirlediği sistemin yanıt verebilmesi mümkün değildi. Nitekim parlamentoların 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselişi de bunu gösteriyordu. Ancak, modern yaşamın karmaşıklığı, parlamentoları oluşturan 300-500 kişilik heyetlerin bile ilgi bilgi gücünün çok üzerindeydi.

İşte Weber’in patrimonyalizmin karşısına konumlandırdığı otorite olan ‘rasyonel ve legal otorite’ böylece doğacaktı. Yani, hukuka bağlı bürokratik işleyişe sahip gayrişahsi devlet düzeni. Kurumlar ve kurallar düzeni… 10 sene öncesine kadar “devlet” dendiğinde hepimizin aklına öyle ya da böyle gelen şey buydu. 20 Ocak 2025 gününe kadar ABD’de de iyi veya kötü hala işlemekte olan düzen buydu.

20. yüzyıl boyunca dünyadaki birçok demokrasi, modern devlet otoritesinin değişik dozlardaki uygulama biçimleri üzerine kuruldu. Weberyan bürokratik değerleri başarılı şekilde yaşama geçirebilen demokrasiler 1930’lardan itibaren tarihte benzeri görülmemiş ölçüde müreffeh, eşitlikçi, özgür toplumsal düzenler ile istikrarlı kamu otoriteleri yarattı.

Kamu sözcüğünün 20. Yüzyılda, devlet konseptinin merkezi haline gelmesi boşuna değil. Günümüzde, ‘kamu’ kavramının sadece ‘otoriteye ait’ anlamında algılanır hale gelmesi geldiğimiz noktanın bir yanılsaması aslında. Padişahlıkta da mafyada da bir otorite var. Modern devlet konseptinde ‘kamu’, basitçe ‘devlete ait’ anlamına gelmekten ziyade, herkesin gözlemine, sorgulamasına açık olmayı ve demokratik hesap verebilirliği ifade eden bir kavram. İngilizcede ‘kamu’ anlamına gelen ‘public’ sözcüğünün yüzyıllarca ‘herkesin gözlemine veya kullanımına açık’ anlamında kullanılmış olması bunun hatırlatıcısı. Kamu da sözcük olarak, ‘herkese ait’ anlamına geliyor ki benzeri bir açıklığı ima ediyor.

Anayasal kamu düzeninden farklı olarak patrimonyal otoritede ise, devlet, halkın ne gözlemine ne de sorgulamasına açık değil. Devlet, sarayın kapalı kapılarının arkasındadır. Devlet işi tamamı ile sadece hükümdarın ve yakın çevresinin nezdindedir. Resmi işlemler hakkında bilgi talep edilmesi, hesap sorulması bozgunculuktur. Resmi yanlışları hakkında halka bilgi verilmesi algı operasyonu, düşman işbirlikçiliği veya devlet düşmanlığıdır.

Anayasal kamu otoritesi anlayışının doğurduğu denetim ve şeffaflık, 20. Yüzyılda, özellikle de Weberyan bürokratik değerleri başarıyla uygulayan gelişmiş ülkelerde bürokrasiyi yolsuzluğa, usulsüzlüğe, yasadışılığa bulaşmaya korkar hale getirdi. Yolsuzluk, hukuksuzluk ve yasadışılığa bulaşmaya korkan devlet bürokrasisinin varlığı ise başta politikacılar, zenginler ve şirketler olmak üzere muktedirleri çok daha dikkatli olmaya zorladı. Bu dengenin en büyük kazananı da geniş toplum oldu.

Yani 20. Yüzyılı, insanlık tarihinin en eşitlikçi çağı, 20. yüzyıl modern devletini de tarihteki en halk dostu devlet modeli haline getiren nedenler arasında belki de en önde geleni hukuka bağlı bürokratik kurum ve kuralların işlediği kamu otoritesiydi.

Peki ne yanlış gitti?

İlk sorun bürokrasinin doğasından kaynaklanıyordu.

Bürokrasi de tıpkı demokrasi gibi statik bir mekanizma değil. Amacına, toplumsal ve siyasi kültüre, zamanın ruhuna, siyaset, yargı ve toplumun denetimine açıklık düzeyine göre şekillenir.

İnsanları özgürleştirmeye yarayabileceği gibi insanları, robotik bir labirente hapsedip yabancılaştıran bir düzene de evrilebilir. Eşitliği yayabileceği gibi kilit bürokratik kurumların aynı elit sosyal kesim içinde kuşaktan kuşağa geçtiği yeni bir tür aristokrasi de oluşturabilir. Tocqueville’in “yetkisi büyük yetkilisi küçük düzen” tanımıyla özgürleştirici olabileceği gibi, hiçbir savcının yargıcın gazetecinin kapısını çalıp soru soramayacağı devletlu sınıfı oluşturarak mafyatik veya despotik bir rejimin aparatı da olabilir.

Aslında bürokrasiye yüklediği bütün olumlu anlama rağmen Weber bile, denetimsiz ve sorumsuz kaldığında bürokrasinin bireysel özgürlüğü tehdit edebileceği ve insanları gayrişahsi, mantıksız ve esnek olmayan kurallardan oluşan bir “demir kafese” hapsedebileceği uyarısı da yapmıştı.

20. yüzyılın erken dönemlerinde Çek Romancı Kafka’nın romanlarındaki karakterlerin yaşadığı çaresizliğe atıfla oluşan "Kafkaesk" teriminin anlattığı gibi…

Resmi masa ve kurumlarla dolu bir labirente hapsolmuş hissi veren işleyiş; kimsenin nüanslar için inisiyatif alamadığı gayrişahsi otorite; insana kendisini kolayca ezilebilir böcek gibi hissettiren büyük bir çark; bireysel olarak muhatap olması güç dev bir sistem...

Nazi, İtalyan ve Sovyet bürokrasilerinin ‘devletin dışında hiçbir şey olamaz’ faşizmi de Batı demokrasilerinde anti-bürokratik paranoyaları besledi.

ABD’nin 1930’larda başlayan Yeni Sözleşme (New Deal) koalisyonu çağında bürokrasinin muazzam bir hızla büyümesi ise bürokrasi eleştirilerini, hicivlerini, aleyhtarlığını daha kulak verilir hale getirdi.

Örneğin İngiliz mizah yazarı Northcote Parkinson’un 1955 yılında Economist dergisinde yayınlanmış ve ‘bürokrasi neden sürekli büyüyor’ sorusuna yanıt aradığı mizahi yazının giriş cümlesinin kazandığı ani ve kalıcı şöhret gibi…

Her iş, tamamlanması için belirlenen sürenin tamamını kapsayacak kadar uzar” diye yazmıştı........

© T24