menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yaşasın Cumhuriyet?

21 24
29.10.2025

Diğer

29 Ekim 2025

Mutlakıyetçi monarşilerde devlet, hükümdarın kişiliğinde somutlaşır; yasalar onun iradesinden türer. Tebaa, devletin öznesi değil, nesnesidir. Görevi itaat etmektir; hakları yoktur, yalnızca lütuf olarak bahşedilen ayrıcalıkları vardır.

Bu düzenin karşısında, bireyi yönetenin iradesine bağlı olmaktan kurtaran yeni bir siyasal anlayış doğacaktır. Egemenliğin Tanrı’dan değil halktan geldiği fikri, 18. yüzyılda mutlakıyetçi monarşilerin meşruiyetini temelden sarsmış; yönetilenin kaderini yönetenin iradesinden ayıran yeni bir siyasal yapıya, cumhuriyete hayat vermiştir. 1792’de Fransa’da monarşinin kaldırılarak Birinci Cumhuriyet’in kurulması, bu zihinsel devrimin somutlanmasıdır. Birey, ilk kez hanedana ait düzenin bir parçası olmaktan çıkarak hak öznesi, yani hukuken hak sahibi yurttaş konumuna yükselmiştir. Cumhuriyet, işte bu tarihi kopuşun siyasi ifadesidir.

Cumhuriyet mutlakıyetçi yönetimlerdeki devlet ile tebaa/reaya arasındaki ilişkiyi tersine çevirmek ister. Devlet, bu rejimde yurttaşın üstünde değil hizmetindedir. Yurttaşın hakları devletin lütfundan değil, insan olmasından kaynaklanır. Bu hakların kapsamı yalnızca siyasal katılım ya da ifade özgürlüğüyle sınırlı değildir; yaşama, eğitim, sağlık, barınma, adil çalışma, çevre ve barış gibi insan onurunun gerektirdiği bütün hakları içerir. Yasaları çiğneyenler dahi insan onurundan, can güvenliğinden ve adil yargılanmadan mahrum bırakılamaz. Suçun bireyselliği nedeniyle, bir insanın fiilinden dolayı bir başkası cezalandırılamaz. Toplu cezalandırma cumhuriyetin özüne aykırıdır; çünkü yurttaş, soyundan ya da kimliğinden değil, yalnızca fiilinden sorumludur. “Tedip” (cezalandırma yoluyla itaat sağlama) ve “tenkil” (ibret olsun diye yok etme veya bastırma) gibi kavramlar, yurttaş yerine tebaa anlayışına dayanan, mutlakıyetçi devletin refleksleridir.

Cumhuriyet rejiminde cumhurbaşkanı “astığı astık, kestiği kestik” bir hükümdar değildir; kararlarını canının istediği gibi değil, hukukun çizdiği sınırlar içinde, meclis, hükümet ve yargı arasındaki dengeyi koruyarak alır. “Ben güçler ayrılığı değil, güçler birliği istiyorum” demek, “ben hükümdar olmak istiyorum” demektir!

Gerçekten de bazen cumhuriyet ilan edilmiş olsa da devlet–yurttaş ilişkileri bakımından mutlakıyetçi düzen sürmüştür. Oysa cumhuriyet, halkın kendi kaderine hükmettiği; devletin ise yurttaşın haklarını korumakla yükümlü olduğu rejimdir. Bu rejim ancak yurttaşın haklarını özgürce kullanabildiği, iktidarın meşruiyetini halkın rızasından aldığı ve otoritenin hukukla sınırlandığı ölçüde anlam kazanır. Devlet eleştiriden muaf bir güç, yurttaş da disipline edilmesi gereken bir varlık olarak görülüyorsa, ortada bir taç olmasa da mutlakıyetçilik sürmektedir.

Çünkü onun kaynağı taç değil, iktidarın sınırsızlığıdır. Yasalar yönetenin üzerinde değilse, yargı yürütmeye bağlıysa, eleştiri cezalandırılıyorsa, rejim seçimle oluşsa bile özünde mutlakıyetçidir. Seçimler burada sadece meşruiyet aracıdır; halk yöneticisini seçebiliyor ama denetleyemiyorsa, yetki devri vardır, özgürlük yoktur. Bir rejimin cumhuriyet olup olmadığını belirleyen şey, yönetenin kim olduğu değil, yönetilenin hangi haklara sahip olduğudur.

Yüz yılı aşan Cumhuriyet tarihi, biçimsel olarak monarşiden kopuşu simgelese de uygulamada mutlakıyetçi yönetim anlayışının tam olarak geride bırakıldığını söylemek güçtür. Türkiye, kimi dönemlerde cumhuriyet olmaya yaklaşmış ama devletin kendini yurttaşın üstünde konumlandırdığı mutlakıyetçi reflekslerden tam anlamıyla sıyrılamamıştır. Tarihimizde bu tutumun yarattığı acı izler hâlâ yaşıyor, üstelik bunlara yeni örnekler ekleniyor.

1925’teki Şeyh Sait Ayaklanması, Cumhuriyet’in muhalefet karşısındaki ilk büyük sınavıydı. 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, hükümete sınırsız yetkiler verdi; aynı günlerde Diyarbakır merkezli Şark İstiklal Mahkemesi kuruldu. Duruşmalar hızlandırılmış usullerle yürütüldü, temyiz hakkı tanınmadı. İdama mahkûm edilen Şeyh Sait ve 46 arkadaşı Diyarbakır’da asıldılar. Takip eden aylarda yüzlerce Kürt uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldı, binlercesi sürgün edildi. Aynı dönemde uygulanan köylerin boşaltılıp, yakılması ve zorunlu iskân uygulamaları devletin kolektif cezalandırma anlayışını........

© T24