menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Zohran’ı anlamak neden zor?

24 8
08.11.2025

New York’taki en tuhaf anılarımın çoğu Ramazan ayına ait. Uluslararası hukuk yüksek lisansını yaptığım NYU’daki en yakın arkadaşlarımdan biri olan Yunan dostum Lemi (ismini değiştirdim) , oruç ve iftarın nasıl bir şey olduğunu merak etmiş, eve iftara çağırıp anlatmam yeterli olmamış, üniversite camisinde her akşam toplanılıp birlikte yapılan iftarı merak etmişti. İkimizin arkadaşlığı zaten bir Netflix dizisi gibiyken, birlikte belki de dünyanın en kozmopolit camisinde iftar açmaya gitmemiz oldukça sürrealdi.

Yunanistan-Türkiye dinamiği ise bu hikayenin en sıkıcı kısmıydı. Zira Lemi, Sefarad asıllı bir Yahudi’ydi ve anadili gibi Türkçe konuşuyordu. Küçüklüğünden beri Türk dizilerine ilgili olduğu için kendi kendine öğrenmiş, ardından Gümülcine’de hukuk okurken özel ders almış, inanılmaz derecede akıcı konuşmaya başlamıştı.

Birlikte gittiğimiz cami, duvarlarla örülü bir kampüs içerisinde değil, şehrin kalabalık sokakları arasında dağılmış binalarıyla şehri kampüs kılan bir üniversitenin diğer kısımları gibi kentin kalbindeydi. Sol ve kimlik hareketlerinin protestolarını yaptığı Washington Square Park’ın tam karşısında, oldukça büyük bir rezidansın içerisinde sade döşenmiş geniş bir alandı.

Arkadaşım Türk dizilerinden İslam ve Ramazan hakkında yeterli bilgiye sahip olduğu için birçok şeye zaten hakimdi. Yere oturup yemek konusunda ise benden daha fazla yetenekliydi. Fakat ezan okunup oruç açıldıktan sonra çevremizdeki insanlarla başlayan sohbet konusunda ikimiz de hazırsızdık.

Türk dizileri sayesinde her ne kadar Lemi, tek tip bir Müslümanın olmadığı konusunda bilinçli olsa da yanımızda oturup sohbete girenlerin profili karşısında şok oldu. En az benim kadar.

Herkes birbirine selam veriyor, büyük ve samimi bir gülümsemeyle ismini, işini, ülkesini soruyor; yanıt verdiğimizde Türkiye ve Yunanistan hakkında en detaylı bilgileri sıralıyordu. Bu ABD’nin en iyi üniversitesi için pek şaşırtıcı değildi. Fakat siyasi sohbetler ilerledikçe, iftar cemaatinin sol ve sosyalist eğilimleri ortaya çıkmış, iftar sohbeti kısa bir sürede azınlık hakları, göçmenlik, sosyal adalet münazarasına dönmüş, arkadaşım ile kendimizi beynelminel bir siyaset meydanında bulmuştuk.

Hem Yunanistan’da hem Türkiye’de dindarlık sağ ile özdeştiği için bu sohbeti dinlemek hem şaşırtıcı hem de kafa açıcıydı. İftar cemaati sokağa çıkıp bu söylemlerle tebliğ yapsa büyük ihtimalle en liberal ilerici NYU kampüsünün önemli bir kısmını ikna edebilirlerdi. Fakat böyle bir dertleri de yoktu. Zira kimsenin dini, kimliği, düşüncesi ile ilgilenmiyor, başkalarının hayat tarzları ve inançlarını pek de merak etmiyorlardı. Arkadaşım kendini “neden buraya geldin, iftarı nasıl buldun?” gibi sorulara hazırlamıştı, hiçbiri sorulmadı. Türkçe konuşan Sefarad Yahudisi bir Yunan kadının bir camiye iftara gelmesi sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi doğal karşılanmış, tek bir kişi bile yadırgamamıştı.

Zira bu cemaat için oldukça normaldi. Caminin o dönemki imamı da 40 yaşındaki New Jersey’li din adamı Halid Latif’yi. Halid Latif, yeri geldiğinde Yahudilerin yeri geldiğinde eşcinsellerin protestolarına katılan, her kesimin insan haklarını savunan, her türlü nefret söylemini kınayan, sosyal adalete yönelik mesajlar veren, İsrail ve Birleşik Arap Emirliklerini baskıcı politikaları nedeniyle çekinmeden kınayan cesur ve özgürlükçü bir din adamıydı.

Latif, belki akademik zaviyeden bakanların “progressive Islam” denebilecek bir dini yorumun temsilcisi. Sol ve kimlik hareketlerine olan yakınlığını İslam’ın hoşgörü anlayışıyla pekiştiriyor, bazı tartışmalı konulara pek girmese de özellikle dayanışmaya yönelik mesajları önplana çıkarıyordu. Bu nedenle de NYU’nun camisi belki de şehrin en eğitimli, en kozmopolit cemaatlerinden birine sahipti. Bir Cuma vaazı sosyal dayanışma ve adalete yönelik bir çağrıya dönüşebiliyor, Latif siyasete girmekten ve özellikle sosyalist Müslüman adayları desteklemekten kaçınmıyordu. Dünyanın her yerinde azalan cami cemaati, sekülerleşen gençlik konuşulurken belki de en hareketli, dinamik camilerden biri Manhattan’ın kalbinde Greenwich Village’teydi. Ramazan boyunca gençlerin evden yemek getirdiği, iftardan sonra söyleşilerle sohbetlerle sahura kadar oturduğu çok dinamik bir camiydi. Ve siyaset her zaman sohbetin ana konusuydu, tabii ki soldan soldan.

Nitekim bunlardan en önemlisi de Latif’in sık sık görüştüğü ve hem dini hem de siyasi konularda akıl verdiği Zohran Mamdani’ydi.

Seçimden bir gün önce İmam Latif, Zohran için dua edeceğini açıkladı ve destek mesajını “insanlara kim olduğumuzu kim olduğunu göstererek göster” dedi. Latif’in son nasihati sadece siyasi değil, aslında diniydi. Zira Zohran da Latif gibi dindar bir Müslümandı. Latif, farklı mezheplerden olsa da Zohran’dan barış ve dayanışmaya dayanan din anlayışını dünyaya göstermesini istemişti.

Her ne kadar New York’tan binlerce kilometre uzaktan kendi mahalle duvarlarının ardından, dar günlük siyasi çıkarlarının telaşıyla Zohran’ı başkalaştırmaya, farklı bir hikaye ortaya koymaya çalışanlar olsa da Zohran, savunduğu demokratik sosyalizm, sosyal devlet, kimlik hakları, özgürlükçülük gibi hususları ileri sürerken dini inancını yedek kulübesinde bekletmeyen veya Müslümanlığı sadece azınlık olmanın getirdiği bir kimlik olarak görmeyen, tam aksine bu görüşlerini inancın etkisiyle de savunan biri.

Zira Zohran’ın din anlayışı birçok kişinin mesafeli veya kalben bağlı olduğu anaakım dini anlayıştan farklı. Zohran New York’un ortasında eğitimli, beynelminel, sola yakın her türlü ayrımcılığa net şekilde mesafeli ve durmadan görüşlerini güncellemeye odaklı münazara bağımlısı bir “cemaate” mensup.

Ve bu “cemaat” de Zohran’ın zaferinin gizli sırrı.

Aslında kendisinin neyi vurguladığı veya kampanyasının ana mesajı olarak neyi ön plana çıkardığını Zohran zafer gecesi yaptığı etkileyici konuşmada bizzat kendisi verdi: “Gencim, Müslümanım ve demokratik sosyalistim. Ve bunların hiçbirinden utanmıyorum.”

Zohran’ın kampanyasının özeti aslında bu dört kelimeydi: Gençlik, Müslümanlık, Demokratik Sosyalizm ve Sahicilik.

Özellikle genç ve yeni bir siyasetçi oluşunu sosyal medyayı aktif bir şekilde kullanması ve savunduğu değerleri net, kısa, eğlenceli bir şekilde anlatmasıyla bağladı; gündelik hayata dair sosyalist vaatlerle de demokratik sosyalizm kısmını güçlendirdi. Bütün bunları yaparken de sahici bir kişi olduğu için nefret saldırıları karşısında geri adım atmadı, her gittiği mecrada aynı duruşu sergiledi.

Fakat Türkiye’den bakılınca anlaşılması zor olan Müslümanlık kısmı oldukça karmaşık. Öncelikle Zohran, kampanya ekibinin de açıkça belirttiği üzere en ilk başta hiç bilinmeyen bir aday olarak şehrin 1 milyonluk Müslüman nüfusunun hedefledi. Zira bu kesim sokak satıcıları, hizmet sektörü çalışanlarından oluşan işçi sınıfıydı. Şehrin kenar mahallelerinde yaşayan, genellikle oy kullanmaya gitmeyen bu kesim, ilk kez kendilerinden birini pusulada gördükleri için heyecanlanmıştı. Nitekim Zohran bu kişilere kampanyanın ilk günlerinde odaklandı. Yerel kıyafetleri, dini atıfları, Arapça Urduca reklamlar ile bu seçmene seslendi. Neredeyse şehirdeki bütün imamlarla buluştu, cami cami gezerek Cuma namazlarından sonra konuşma yaptı. Kampanyanın bu sürecinde sadece Müslüman azınlığın hakları üzerinden değil, savunduğu sosyalizm gibi vaatleri de din ile temellendirerek anlattı. Bu noktada kamu gücünü dinden ayıran seküler bir siyasetçi olsa da siyasi düşünce dünyasının temellerini dinden ayırmak o kadar kolay değil. Nitekim Zohran kazanır kazanmaz ilk Cuma namazı ziyaretinde camide ibadet sonrası yine hadislere atıf yaptığı ve hadislerle siyasetini açıkladığı bir konuşma yaptı. Seçim........

© Serbestiyet